Kayıtlar

VARLIĞIN ÜÇLÜ YAPISI

Varlık, en temel kategoridir ve o, en temelde ikiye ayrılır: Mutlak Varlık ve Mümkün Varlık; Mümkün Varlık da ikiye ayrılır: Tabiat ve İnsan. (Bir de Mümtenî Varlık var ki, o, şimdilik! “yok varlık”tır.) Bu üçlü yapıyı (Allah, İnsan ve Kâinat/Tabiat) iki şekilde ele almak mümkündür. 1) Mutlak Varlık’ın Mutlak Egemenliği 2) Varlık’ların İlişkiselliği ya da Mütekâbiliyet İlişkisi (Buradaki mütekâbiliyette eşitlik yok, farklılık var.) İlkinde, diğer iki varlık (kâinat ve insan), mutlak edilgendir. Hadi, kâinatın edilgenliğini kabul edelim; insanın edilgenliği, onda olan akıl ve iradeye rağmen nasıl mümkün olabilir?!. İkincisinde, Mutlak Varlık’ın tabiattaki egemenliği mutlak; insandaki egemenliği “muhtar”!. Bu muhtarlık, insanın (kısmî) muhtarlığını varsayarken, Mutlak Varlık’a (Allah’a) Halîm ve Sabûr olma “imkânı” tanır! ama diğer iki varlığın (kâinat ve insan) O’na bağımlılığını da göz ardı etmez; çünkü onlar, O olmadan var olamaz ve varlıklarını devam ettiremezler. Sadece tabiat s

SON ARZUM. SON SÖZÜM.

Bana “Hasen” diyorlar, aahh! Keşke, Hasen olabilsem!, Hasen kalabilsem!.  Muhsin olamadım; bâri Hasen olarak ölebilsem!. Efendimin nerede olduğunu sorabilsem!. O’nunla beraber olabilsem!. Nur Cemâl’ini görebilsem!. Rabbimin Yasin 58'deki Selâm’ına muhatap olabilsem!. O Selâm’ı alabilsem!.  Hiç ağlamasam!, hep gülebilsem!. Rıza-i Bârî ile dolabilsem!. O’nun Huzur’unda sapasağlam, “Metîn” bir şekilde durabilsem!...

لا اله الا الله

Bi insan hiç Arapça bilmese, bu sözün ne dediğini anlamasa ama duyarlı-hassas bir göze sahip olsa, bu harflerdeki asaletten ve duruştan çoook şey anlar. Ne/yi mi? Her harfin yukarıdan aşağıya indiğini ama aşağıda çook fazla kalmadan yönünü yine yukarıya çevirdiğini; insana da şöyle bir mesaj verdiğini görür : Ey İnsan! Cennetten (yukardan/yüceden) buraya, bu dünyaya (denî olan bir yere) düştün ama burada az kalacaksın, bu kalışını tekrar  oraya dönmek için değerlendir/kullan, sakın daha da aşağı düşme!. 'Lâ ilâhe illâ Allah' hem tasdik hem inkârdır. Lâ, inkâr; illâ, tasdik. Önce inkâr, sonra tasdik. İlâhları inkâr etmeden Allah'ı tasdik edemeyiz. Allah, ilâhlarla beraber olmaz. Kişinin hayatında başka ilahlar varsa, Allah “yoktur”!; Allah olduğunda!, başka ilâhlar yoktur. Geçekte (=Varlıkta) ilâh olarak sadece Allah var, başka bir ilâh yoktur. Şimdiye kadar (tarihten günümüze) o kadar çok söz söylendi ki, hiçbiri tek başına ayakta durmayı başaramıyor, her yeni söz ya bi

İNSANA DAİR ...

İ nsanın kendini tarif etmesi tariflerin en zoru. Geleneksel tarifler insanı, beden ve/ile ruh varlığından; bedenini emre itaat eden, eyleyen (bedeni ile eyleyen); ruhunu da emreden (ruhu ile emir veren) bir varlıktan mürekkep olarak görür. ‘Bişey ile bişey yapmak’ onu araç olarak kullanmak = araçsallaştırmaktır; insan kendi bedenini araçsallaştırıyorsa, bu durumda onu araçsallaştıran ruh olur, ki ruh, insanın emreden/emir veren yanı olur. İnsan, saf/sırf ruh varlığı olmadığına göre, ruhun bişey yapabilmesi için “beden üzerinden yapması ve görünmesi”, ruhun “bedenin içindeki bişey” olarak, bedeni kullanması, ona emirler vermesi gerekir. Bu nasıl olur? Ruhta (en azından her canlı varlıkta belli düzeyde bir ruh vardır) duyu, duygu, düşünce irade, akıl gibi yetiler yüklüdür; bedene de ruh canlılık (güç/enerji) verir; beden, enerjisini gıdalardan alırken; ruh, bilgilerden alır; ikisi de “dışsaldır”; et-ekmek, su da dışarıdan; bilgi de dışarıdandır; insan kendine (kendi kendine) yeten bir

SORUMLULUK

Diğer adıyla mükellefiyet, emanet teklifini kabul etme. “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik, onlar onu üstlenmekten korktular-kaçındılar, onu insan yüklendi ama insan (muhakkak) çok zâlim çok câhildir.” (Ahzap, 72.) Telifi (mükellefiyeti/sorumluluğu), insan yüklenmiştir ama bu sorumluluğu zalimliğinden ve câhilliğinden yerine getir(e)memektedir... Bilmediğinden. Hoyratça (zâlimce) davrandığından. İnsan ol(a)madığından. ... İnsan olmak nasıl olur? İnsan olma, kimliğe (âidiyete), kişiliğe (şahsiyete) ve de kendiliğe (ferdiyete) sahip olmak ile olur. Çoğu insan kimlik sahibi olur ama şahsiyeti olmaz, kendiliğe (ferdiyete) ise hiç ulaşamaz!. Sorumluluk, ferdîdir; toplumsal değil. Teklif, her insana özeldir; sorumluluğun kıymetini ancak şahsiyetli fertler bilir ve o sorumluluk onları “kul statüsüne” yükseltir. Kimlik/âidiyet, toplumsaldır; insan biyere (ana-baba, kavm/toplum, ülke/vatan, ırk vs.) aittir, oradan kimlik alır. Âit olduğu toplum içinde kişi/birey olur, y

MANZARA-İ UMUMİYE

Çocukların elinden oyuncağı alınınca ağlar; çocuk oyuncakla özdeşleşmiştir; büyüyünce oyuncaklarımız değişir, daha büyük oyuncaklara sahip oluruz (ev ve araba gibi), bu sefer 'güçlü'! olduğumuz için ağlamayız, onları/oyuncaklarımızı elimizden alanın canına okuruz. Tüm zamanını/emeğini oyuncaklara sahip olmak için harcayan, hatta krediler çekip bir ömür onu ödemek için çalışan, sahip olduğu oyuncaklarını elinde tutmak ve korumak için çırpınan, canını veren ve kendini oyuncaklarıyla (bindiği arabanın markası, oturduğu evin kalitesi ile) özdeş kılan insan, hâlâ çocuk değil midir?. Yetişkin olmak (çocukluktan çıkmak), hayatı bir oyun olarak görmemek değil midir? Hadid Sûresi 20. âyet, dünya hayatının beş özelliğini öne çıkararak oyun oynadığımızı söyler. Der ki, "İnnemel hayat-ut dünya (muhakkak ki dünya hayatı) : 1. Laibün (Oyundur). 2. Lehvün (Eğlencedir). 3. Zîynetün (Süstür). 4. Tefâhurun beyneküm (Kendi aranızdaki bir övünmedir). 5. Tekâsürun fil emvâli vel evlâd

İNSANİYET YAZILARI

https://www.insaniyet.net/mana/ https://www.insaniyet.net/koyden-indim-sehre/ https://www.insaniyet.net/dogum-hayat-ve-olum/ https://www.insaniyet.net/bir-kitap-neden-yazilir-ve-okunur/ https://www.insaniyet.net/kredi-karti/ https://www.insaniyet.net/ramazan-geldi/ https://www.insaniyet.net/dil-ve-dusunce/ https://www.insaniyet.net/din-dili/ https://www.insaniyet.net/vefa-t/ https://www.insaniyet.net/mevlid-i-nebi/ https://www.insaniyet.net/olcu/ https://www.insaniyet.net/bakis-acisi/ https://www.insaniyet.net/kurban/ https://www.insaniyet.net/evlilik/ https://www.insaniyet.net/3t-tetkik-teshis-tedavi-2/ https://www.insaniyet.net/iman-nedir/ https://www.insaniyet.net/hayatin-anlami-nedir/ https://www.insaniyet.net/kuyu/ https://www.insaniyet.net/zamanda-yolculuk/ https://www.insaniyet.net/degisim/ https://www.insaniyet.net/insaniyet/ https://www.insaniyet.net/soz-hakikati-tasir-mi/

YAKINMA

Hemen hemen hepimiz, doğru bildiğimiz şeyleri yapmak isteriz ama onları yapamamaktan yakınırız. Meselâ, namaz kılmanın iyi ve doğru bişey olduğunu biliriz, kılmaya niyet ederiz ama bitürlü başlayamayız; başlayanlarımız da kısa süre sonra bırakır. Cigara içmenin kötü ve zararlı bişey olduğunu biliriz ama bitürlü bırakamayız.... biraz daha ileri aşamaya gelmiş olanlarımız, gece de namaza kalkmak ister ama kalkamamaktan yakınır. Cigaraya verdiği parayı daha değerli biyere/bişeye vermek ister ama bitürlü o parayı oraya/oşeye veremez, düzenli cigara içmeye devam eder... Bence bu hâlin iki gerekçesi var : 1) Tembellik. 2) İradesizlik. Tembellikle iradesizlik birbirine sıkı sıkıya bağlı. Bizdeki iradesizliğin kökeni çook eskilere, insanın iradesi olamaz (Cebriyye) fikrine dayanıyor; bu anlayış kültürel genlerimize işlemiş; bir de buna ilâve şefaat anlayışımız üstüne binmiş, ooh ne güzel!, biz de yan gelip yatmışız; Allah'ın affına/merhametine, Efendimizin de şefaatine güvenmişiz!. İşte bü

İPUCU

İnsanoğlu aciz bir şekilde dünyaya gelir. En temel ihtiyaçları olan yeme, içme, barınma ve temizlik gibi gereksinimlerini anne babası vasıtası ile belli bir süre karşılanır, daha sonra kendi kendine yeterli hale gelir. Aslında hiç kimse, hiç bir zaman kendi kendine yeterli hale gelemez. Hep bir başkasına ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaç bebeklik çağında daha belirginken, yetişkinlikte silikleşir. Belli bir olgunluk ve güce erişince unutkanlığı ya da düşüncesizliği onu, kendine yeterli olduğu noktasında ısrarcı yapar. Ne zaman ihtiyarlık baş gösterir, yaş elli ve üstü olunca; film tekrar başa sarar ama o zaman iş işten geçer. Anne babası hayattan göçmüştür; evlatlarının tavır ve davranışları, ona yaptığı yanlış ve vefasızlıkların acısını öyle bir hatırlatır ki; bin pişmanlık fayda vermez; tövbeden başka  yapabileceği bir şey de kalmaz. Tövbeyi tek kurtuluş olarak görür. Geçmişini hesaba çekme, geleceğini yeniden kurgulama noktasında yeni bir başlangıç yapma ancak böyle bir tövbe ile mümkün h

DOĞRULAMA

Doğrulama, bişeyin (fikrin/düşüncenin, sözün ya da olayın) doğru olduğunu ispat etme; aksi/zıttı ise, yalanlama/yanlışlama. Doğrulama nasıl olur? İki türlü olur. : Dışsal ve İçsel. Dışsal olan, dışarıda (dış dünyada, tabiatta ve toplumda) düzenli işleyen (mantıksal ve ilahî) yasaların olduğunu kabul etme ile; içsel olan da, insanın iç dünyasında (akıl ve vicdanında, kalp ve gönlünde) bu yasaların kabulü ile gerçekleşir. Dışsal olan ile içsel olan arasında sıkı ve kopmaz bir irtibat vardır ama biz, dışsal olana, nesnel (objektif) doğrulama; içsel olana öznel (subjektif) doğrulama diyoruz. Daha çok akıl/ilim, dışsal olanla; kalp/iman, içsel olanla ilgilenir; iç ve dışın uyumlu olmasına ise tutarlılık denir; bu anlamıyla Mü’minler tutarlı; münkirler (kâfirler) tutarsız; münafıklar ise kararsızdır. Hem dış dünyadaki yasaları aklen bilen hem de bu yasaları kalben tasdik eden bir Mü’min’in imanı qavi/kavi olur; böyle bir iman iqan/îkan, sapasağlam bir doğrulamadır. Allah (c.c.) bize, “âfakta

MÛCİZE

Mucize: âciz bırakma. Acûz: acze düşmüş, (artık) ihtiyarlamış, ya da ağır bir hastalıktan dolayı eli-ayağı (...) iş göremez olmuş. Dinî anlamıyla mucize, tabiatın normal işleyiş düzeninin alt-üst olarak olağanüstü, hârikülâde bir durumun gerçekleşmesi ve bunu gerçekleştirenin Allah’ın izniyle bir “insan”! olması. İnanmayanlar, Peygamberlere inanmak için; inananlar, bir şeyhe bağlanmak için (gerçi, şeyhler mucize değil, ona benzer keramet gösterirler) onlardan mucize beklerler. Gündelik dilde hiç beklemediğimiz bişey olunca âdeta bir mucize gerçekleşti deriz.  Bütün bunlar ne anlama gelir? Tabiî/fizikî ve toplumsal/sosyal hayatta belli bazı yasalar vardır; biz bu yasaların tümünü bilmesek de alışageldiğimiz bir şekilde hayat bu yasalara (düzene) göre akar; doğal ya da kişisel hayatın akışında sıra dışı bir durum (bilinen ya da alışılan yasalara aykırı bir durum) gerçekleşirse biz buna mucize deriz. Pekiî Allah’a göre mucize olur mu? Allah, âciz bırakır; O, kimse tarafından âciz bırakıla

FÂİL-MEF'UL

Fâil, bir işi, işlemi bizzat yapan; mef’ul, üzerinde iş ve işlem yapılan; ya da fâil etken, mef’ul edilgen. Amacım dilbilgisi, dil öğretmek değil; insanın sorumluluğu. Yaşadığımız dünyada insanî alanda da tüm fâil Allah ise; insan, Allah’ın yapıp-etmelerinin mef’ulü ise, insan, sorumlu olabilir mi? Bu soruya olumlu cevap verebilmek mümkün değildir. İnsan sorumlu olacaksa, kendi yapıp-etmelerinde özgür olmalıdır. Ahlâk, bu özgür alandan doğar; mecburî davranış ahlâkî değildir. Birine ahlâklı ya da ahlâksız diyorsak, onun kendi alanında yapıp-ettiklerinin fâili olduğunu kabul etmişiz demektir. Eş’arî kelâm (ve Sûfî tasavvuf), ‘gerçek fâil Allah’tır (lâ fâile illâ Allah); insanın fâil olma yetkisi yoktur.’ der ve (Efendimizin ve diğer Elçilerin) Nübüvveti(ni) izah eder(ler)ken, Haber Veren olarak Allah’ı Fâil; Haber alan olarak Elçileri mef’ul görürler (Nübüvvet, Nebe/haber kelimesinden türemiştir) ve işi (Nübüvveti) orada bırakırlar. Oysa Elçiler, Allah karşında elbet Haber/Vahy alan ola

ECEL

Ecel, canlı/yaşayan ama ölümlü olan varlıkların ölüm zamanı ya da ânı. Söz konusu olan insan ise, insana verilmiş hayat/yaşam süresinin sona ermesi. İnsan için bu dünyada doğum, hayatın başlangıcını; ecel (ölüm) de o hayatın sonunu ifâde eder; yâni hayat, doğumla ölüm arasında geçen süredir. Bu sürenin tamamına mı ecel diyoruz, yoksa bittiği âna mı? Bittiği âna. Tamamına hayat diyoruz. Bir insanın hayatı sona erince, o insanın ‘ecel/i geldi.’ diyoruz. Pekiî ecel nereden geldi? Bilmiyoruz ama ecelin bir “takdir” olduğunu biliyoruz. Takdir, belirleme demek; kader de aynı kök. Belirleme varsa, belirleyen de vardır, öyle değil mi? Belirleyen kim? Yaratan. Allah. Buraya kadar bisorun yok ama benim derdim bu değil, şu : Biri, birini öldürmüşse, ecelini bilerek mi öldürmüştür, ya da öldürülen kişinin eceli, öldürene bildirilmiştir de ‘git o adamın eceli geldi, onu öldür!, mü? denmiştir. Niye böyle bir işe kalkıştım? Eş’arî kelâmı İlâhî Kudret’i mutlaklaştırarak, insan iradesini ve kudretini s

BÜYÜK FIRSAT

‘Ve’alemû enne fîküm Rasûl-el Allah...' (49/7). ‘Kesinlikle (enne) bilin ki, Allah'ın Rasûl’ü aranızdadır.’ Bu ‘söz’ o gün söylenmişti, doğru idi; bugün doğru mu? Efendimiz aramızda mı? ‘Hayatı ve ölümü’ anlamadan bu sözü anlayamayız. Çoğumuz rahatlıkla Rasûlüllah bugün aramızda değil diyebilir, haklıdırlar da!. Kitab, kesinlikle aranızda diyor!. Öyle ise bi sıkıntı var. Bu sıkıntı Kitab'ta mı, bizde mi? İnananlar olarak Kitab'ta olmadığına inanıyoruz. Öyle ise sorun/sıkıntı bizde. Rasûlüllah aramızda!. Nerede? O/Rasûlüllah, son Elçi ve kıyamete kadar başka bir Elçi gelmeyecekse, ‘aramızda olmalı!’. Ama biz biliyoruz ki, Rasûlüllah M. 632 de ‘öldü’!. Ölen, yok olan mıdır? Daha somut : Ölen, nedir? Beden mi Ruh mu? Rasûlüllah’ın ‘bedeni öldü ise’ Ruhu ölmedi mi?  Ruhu görebiliyor muyuz? Hayır. Ruhtan kasıt, ‘onun düşünceleri,  yaptıkları ve Ondan kalanlardır.’ denirse mesele biraz vuzuha kavuşur. Bizim hayat hakkındaki düşünüşlerimiz, hayattan anladıklarımız da anlamlı b

HAYAL

Etrafı sarp, sert, keskin kayalık ve çıplak dağlarla çevrili bir vadi; 5-10 km sonrası çöl; ekili arazi yok ve su kıt; asırlar öncesinde su olduğu bilinen zem zem kuyusu kurumuş; yiyecek-içecek ve giyecek binlerce km. uzaktan çöl iklimine dayanan develerden oluşan kervanlarla kışın güneyden, yazın kuzeyden geliyor; kervan sahibi tüccarlar bu malları istedikleri fiyata satıyor; alan alıyor, alamayan köleliğe razı oluyor; zor iklime dayanıksız kadının değeri yok; siyasal rejim/düzen kabilevî/feodal; feodal beyleri kabile reisi; kabileler 100-200 kişi; sık sık kabile savaşları yaşanıyor; misafirperverlik (ikram) var ama şöhrete kurban; çok keskin kast sistemi egemen; fakir aşırı fakir, zengin aşırı zengin; din parçalı; neredeyse her kabilenin ayrı tanrısı var; tanrılar put, ve tanrılara tapınma, kurban olma/sunma şeklinde mitik/mitolojik. Şehrin merkezindeki Kâbe, put evi. Etraf kabilelerin tanrıları da orada ve her yıl belli aylarda hacı adaylarının/ziyaretçilerin ziyaretine açık; soylu

MUHAMMED MUSTAFÂ (A.S.)

Bunlar Efendimizin isimleri, bu isimlerin sıfat hâlleri : Muhammed, övülmüş; Mustafâ, seçilmiş. Muhammed ismini dedesi Abdulmuttalip vermiş/koymuş, Mustafa ismi seçilince (!) verilmiş/konulmuş. O’nun seçilmesi (Istıfâ), insanların seçmesi gibi değil Allah'ın seçmesi. Hacc Sûresi 75. ayet : “Allah, meleklerden ve insanlardan Elçiler seçer (yestafî).” der. Allah (Allah-u A'lem), bu seçimi rastgele! yapmaz, seçilmeyi hak edeni seçer. Meleklerden de insanlardan da Elçi seçtiğine göre bu seçim, kademeli ve hiyerarşik olmalı; herkes, her iş için seçilmez. Rabbimizin kar ya da yağmur tanesi için seçtiği melekleri de var, vahiy iletmek için seçtiği meleği (Cebrâel ya da Cebrâil) de. İnsanlardan sevdiği bir kuluna ‘üç kuruş’ vermek için seçtiği biri de var, emir ve nehylerini tebliğ etmek için seçtiği Peygamberleri de. Her ne düzeyde olursa olsun O'nun tarafından seçilmiş olmak büyüüük bir bahtiyarlık.  Elbet emir ve nehylerini tebliğ etmek için seçtiği Peygamberlerini daha “hassas

MELE-İ A'LÂ

İlâhî tecellinin ilk ortaya çıktığı yer. Mirâc’ın en yüce noktası. Allah’a en yakın olunan mertebe/nokta!. Bu kavram tamlama olarak Kitâb’ta iki yerde geçer (Saffat, 8 ve Sâd, 69.) ‘Mele’ kelimesi ise ‘önde gelenler’ anlamında 22 yerde geçer, genelde şımarık azgınlar demek olan ‘mütref’ kelimesi ile beraber kullanılır. ‘Mele-i Âlâ’ Allah'ın belirlediği yüce makamdır. İnsanlar da kendilerine göre yüce makam/lar belirlerler ama onların bihükmü yoktur. Kimi âlimler “mele”yi, yüce meleklerin makamı diye anlamışlardır; kelimenin semantik anlamı ‘şeref ve itibar’ demektir; a'lâ ile beraber bu kavram, “çoook yüce şeref/itibar makamı” anlamına gelir. İnsanlar içinde bu makam, Mirâc’ta sadece Efendimize nasip olmuştur. Varlık, aşama aşama bu yüce makamdan aşağı doğru iner; düşüncede de bu iniş söz konusudur; şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki salt düşünce ile bu makama çıkılamaz; düşünce, salih amelle takviye edilmelidir. Urvet-ül Vüsqâ (sapasağlam kulp), Hablullah (Allah’ın ipi) = Vahy,

BELİ BÜKEN YÜK

 "Enqada Zahrek." Bu ifade, İnşirah Sûresi 3. ayette geçer. Önceki âyetlerde “Senin göğsünü genişletmedik mi, bu yükü Senden kaldırıp yükünü hafifletmedik mi?; 4. âyet ise “Adını (Şerefini, İtibarını) yükseltmedik mi?” (sonraki âyetler), “Kesinlikle güçlüğün/zorluğun yanında kolaylığın olduğunu (bil!.)” te’kidle söylüyorum! (iki âyet peşpeşe : inne meal usri yüsra! feinne ve inne ile). “Öyleyse boş durma! Yorul! (ama) Sağlam dur!. Ve sadece Rabbine yönel/rağbet et!.” (O'nu önemse!.) der. ‘Beli büken yük’ neydi? Esas soru bu. Abdullah oğlu Muhammed, seçkin bir kabileye mensuptu; dedesi Mekke’nin reîsi idi; evet yetimdi ama kimsesiz değildi!. Sorumluluk taşıyan yufka bir yüreğin sahibi idi. Görüyordu yaşananları, zulüm ve haksızlıkları; sessiz çoğunluğun yaşadığı ızdırapları, çaresizlikleri... Kendi de çaresizdi; bir çare arıyordu!. Dertli idi; derdi bu idi. Duramıyordu Mekke’de. Görmek istemiyordu yaşananları. Dayanamıyordu haksızlıklara, adaletsizliklere, yapılan zulümler

CEPHE/LER

Cephe değil cepheler. Cebhe, hem yüzü/tarafı/yönü, hem de savaş/lar/ın yapıldığı yeri/tarafı ifâde eder. İnsanın zâhiren ve bâtınen iki yüzü vardır, zahirine çehre diyoruz, bâtınına ise fısk-fucur ve taqvâ; bu iki yüz, “tek yüz” olmazsa birbiri ile savaşır. İki yüzlü insanlar, içindeki savaşı bitürlü sonlandıramamış insanlardır. İçindeki (iç yüzündeki) iyi yüz baskın/gâlip gelenlere mü’min; kötü yüz baskın/gâlip gelenlere münkir (kâfir) diyoruz. İnsan kendi ile (nefsi ile) savaşını kazanmadan, başkası ile olan savaşını kazanamaz. Efendimiz, fiilî (dış) savaştan dönünce, nefs ile savaşı kastederek ashabına ‘esas savaşınız şimdi başlıyor.’ demiştir. Nefisle olan savaş, savaşların en büyüğü ve en çetinidir. Nefsi ile olan savaşını kazanıp da dışardaki cephelerde savaşmaya başlayanlar da tek cephede değil, bir çook cephede savaşırlar. Bu cepheler, içerde ve dışarda olabilir. Merhum Şeriatî, içerdeki cepheye (sanırım, emin değilim; dışarıyı da kast etmiş olabilir) ‘dine karşı din’ demiştir;

... GELİNCE!

Ölüm gelince kişi kendini ve en sevdiğini onun elinden kurtaramaz; ne ana-baba, evlâdını; ne evlâd, ana-babasını ne de kişi kendini onun elinden kurtarabilir. Ölümün ne zaman geleceğini de bilemeyiz, ondan bir işaret de göremeyiz. O gence de yaşlıya da, sağlama da hastaya da ansızın gelebilir; bize de beklenmedik, ânî bir randevu verebilir. O gelince, gittiğimiz yerden “geri dönüşümüz” yok. Eğer hazırlıksız gitmişsek!, ‘yardım için yırtınacağız, “İmdaaat”! diye bağıracağız (sarh/yesterihûne).  "Ya Rabbi! Bizi bir daha gönder de daha önce yaşadığımızdan çook farklı bir hayat yaşayalım, daha önce yaptığımız işlerden çoook farklı işler yapalım, salih, düzgün ameller işleyelim’ diyeceğiz; Rabbimiz : ‘Size öğüt/ders alacak kadar ömür vermedim mi, Elçi ve Kitab göndermedim mi?!’ O hâlde tadın azabı!; zalimler için bir yardımcı yoktur." (35/Fatır, 37.) diyecek. Son pişmanlık fayda etmez. İş işten geçmeden aklımızı başımıza alalım, ilâhî çağrıya râmolalım. (Râmolmak : Boyun eğmek,

Bİ SES, Bİ NEFES

“Her şey, her şeydedir; bişeyde her şey, her şeyde bişey vardır.” “Biyerden her yere; her yerden her yere ve (istenen) biyere gidilebilir.” “Sıfırdan sonsuza kadar olan doğal sayıların kümesi ile sıfır ile bir (0 ve 1) arasındaki ondalık sayıların kümesi eşlenebilir/eşitlenebilir.” “Nokta, sonsuz sayıdaki noktanın toplamıdır.” “Küçüklük ve büyüklük izâfîdir.” gibi cümleler hem muazzam bir dışsal evrenin (âfâk) hem de en az onun kadar muazzam bir içsel evrenin (enfüs) varlığına işaret ederler ve neredeyse ikisini birbirine eşlerler, eşitlerler. ... Ankara'dan İstanbul’a da Londra’ya da Amerika’ya da Avustralya'ya da gidebilirim; bu gidiş dünyada yapılan bir yolculuktur. Yine Ankara'dan Cennete de Cehenneme de gidebilirim; bu gidiş de dünyadan öte dünyaya yapılan bir yolculuktur. Bu yolculukları yapan nedir? Beden mi ruh mu, ikisi de mi? Yolculukta yer değişmiyor, ben yer değiştiriyorum. Ben değişiyor/um (muyum?). Ben değişmezsem gittiğim yer ile geldiğim yer, aynı yer olma

ASIL SORUN

“Nefse ve onu düzenleyene; O’na fucûrunu ve takvâsını ilham edene; muhakkak onu arındıran kazanmış, kirleten kaybetmiştir.” (Şems, 7-10.) Diyalektik. İkili birbirine zıt yapının bir arada bulunması ve sürekli çatışması. Tez, antitez, sentez. Bitmeyen mücadele. Çıkışı, dönüşü olmayan yol. Sürekli git-gel. Ya da paradox.. Gidişli-gelişli yollara şimdi otoban veya double yol diyorlar ya da gidiş-gelişin arasını bölüyorlar bölünmüş yol diyorlar. Bu yollar çok şeritli, iki yönlü, gidişi ve gelişi ayrılmış, birbirine paralel şekilde yapılmış yollar. Başı-sonu belli, sözgelimi Ankara-Istanbul otoyolu. İstanbul’a giden için, Ankara’dan başlar İstanbul’da biter.  Kişinin hayat yolculuğu doğumla başlar ölümle biter mi? Elbette hayır. Geldiği yer ve gittiği yer neresi, niye geldi, niye gidiyor? Geldiğini ve gittiğini biliyor mu? Biliyorsa, geliş ve gidiş aynı yöne mi ters yöne mi; ters yöne ise ne zaman döndü, dönüşü nerede yaptı, doğarken mi, yaşarken mi, ölürken mi? Döndüğü yol, geldiği yo

BİLGİ NE İŞE YARAR?

Okumak, bilgi sahibi olup bir meslek edinmek içindir. Bilgi, hakim anlayışa göre alınıp satılabilen bişeydir. Mesleklerin arkasında bilgi ve beceri vardır. Kimi meslek salt bilgi ya da fikir; kimi beceri ya da yetenek; kimi de hem bilgi hem beceri gerektirir. Her mesleğin arkasında bilgi olmasına rağmen, görüntüde ve büyük oranda meselâ öğretmenlik bilgi, zanaatkârlık beceri, hekimlik hem bilgi hem beceri işidir. İnsanlar meslek sahibi olmak için bilgi, beceri biriktirirler, sonra da bunları satarak para kazanırlar. Bilginin diğer biriktirdiklerimizden farkı, harcadıkça bitmemesidir. Elbet insanlar işbölümü gereği mesleklerini yaparak hem para kazanmalı hem de kazandıkları bu para ile diğer insanların yaptığı işlerden faydalanmalı. Para bu faydalanmada araçtır. Parayı amaç/hedef haline getiren, para için çalışmaya başlar, tüm hayatını (okuma/öğrenmesi, mesleğini) paraya endeksler. Halbuki para yenilen-içilen bişey değildir, ihtiyaçlara aracılık eder, araçtır, amaç değildir. Paraya ke

ÖZELEŞTİRİ ya da NEFS MUHASEBESİ

İnsan zaman zaman kendine neydim, neyim, ne olacağım; neredeydim, neredeyim, nereye gideceğim? sorularını sormalı. Madden ve Mâ'nen. Madde ve ma'nâ aslında kesin çizgilerle ayrılan ‘şeyler’ değil, aynen beden ve ruh gibi. Bedeni ruhtan, ruhu bedenden ayıramayız; ayırırsak “ölüm” gerçekleşir. İkisi arasında yoğunluk ve derece farkı vardır, bunlar birbirlerinin mütemmim cüzleridir. Çook yoğun, kesîf ve katı olan madde/beden; çook latif ve şeffaf olan ise ruh/ma'nâ. İkisi arasında sayılamayacak kadar sonsuz derece/kademe, çeşitlilik var. Basit bir örnek : Su. Su, kesîf/yoğun olunca buz; lâtif/hafif olunca buhar oluyor. Kesîf/yoğun olan gözle görülüyor (şehadet); lâtif/hafif olan gözden kayboluyor (gayb). İnsanın bedeni kesîf/yoğun cisimler içinde “en özenli imalât”; ruhunun menşei ise zaten ilahî. Yaratılmış varlık, hiyerarşik olarak kesîf/yoğun ve lâtif/hafif bir “sınırlı sonsuzluk kümesi” içinde sıralı. Şu içinde bulunduğumuz âlem (dünya) ise bu kümenin çook küçük bir ele

İDDİA

Eminim çoğu kişinin aklına para için oynanan o meşum ve meşhur oyun gelmiştir; onun adı iddaa, benim kastım o değil, ben burada bir fikir/düşünce ileri sürüyorum ve bu fikri/düşünceyi savunuyorum; zaten iddiaya da sözlükler “ileri sürülerek savunulan düşünce” demekteler. İddiam şu : İnsan, düşünce, düştüğünü anlayınca düşünmeye başlar. Düşmeden önce düşünmesine gerek yoktur, çünkü rahattır. Nereden düştü? Çook rahat biyerden. Cennetten. Düşünce, “rahatsız olanların işidir.” Bu rahatsızlığı hastalık olarak değil de arayış olarak düşünseniz iyi edersiniz. Rahat biyerden, sorunlu biyere düşünce insan, “ne oluyor/ne oluyoruz, niye bu böyle oldu, bu işler başımıza niye geldi” gibi biçok soru sormaya başlar; düştüğünü bile bilmeyenler bu soruları zaten soramaz. İnsan, düşünce soru sormaya başlar. Doğru soru, doğru düşünmeye; yanlış soru, yanlış düşünmeye yol açar. Dinler de, düşünce adamları da tarih boyunca insanın bu sorularına cevap vermek için çabalamışlardır; hatta mitolojiler de

ANLAM(A) TEKELİ

Kur'ân, kendinin Mübîn, apaçık olduğunu söyler ama bu apaçıklık, standart, sıradan bir apaçıklık değildir. O (Kur'ân), kendini herkese kendi kapasitesi oranında açar; kişi, kendi kapasitesini geliştirdikçe Kur'ân’ı daha iyi ve derin anlamaya başlar. Kur'ân’ı anlama işini tekellerinde gören bazı kimseler (âlimler, bâtınîler), herkes Kur'ân’ı anlayamaz, işi ehline bırakmak gerekir, derler. Âlimler, bunu ilimlerinden bir saygınlık ya da ücret temin etmek için; bâtınîler (ki bunların bikısmı Sûfîler, büyük kısmı da Şiîlerdir) de bunu Şeyh'e ve İmam'a itaati sağlamak için yaparlar. Sûfîlikte de Şiîlikte de Şeyh’e ve İmam’a “olağanüstü” yetkiler verilmiştir. Şeyh ve İmam’dan başka, Kur'ân âyetlerinin gerçek anlamını ve te’vilini kimse bilemez/yapamaz; biliyorum/yapıyorum derse, ‘saçmalamış, keyfî bir yorum yapmış’! olur. Bu bir tekeldir; bilgi tekelidir; Kur'ân’ı ahalînin (halkın) elinden alıp, seçkinlerin eline vermektir. Seçkinlerin elinden alıp, ahalîni

MODERN PARADİGMA

Paradigma kavramına ilk kez Thomas Kuhn’un ‘Bilimsel Devrimlerin Yapısı’ adlı kitabını okurken (sanırım üniversite 2. sınıfta) rastlamıştım da anlamamış hocaya sormuştum. (meğer Prof. da bilmiyormuş!) Paradigma kelimesinin sözlük anlamı örnek/model demek ama bu kelime asıl anlamını felsefede kazanmıştır; felsefî anlamını TDK ‘değerler dizisi’ diye vermiş, oysa asıl anlamı bilimlerin kuramsal, düşünsel, epistemolojik zeminlerinin dayandığı temeldir. Modern paradigma da, modernizmin dayandığı temel demek olur. Modernizm (modern insan) neye/nelere dayanır? Kabaca üç şeye dayanır : • Bireycilik ya da bireysellik • Akılcılık ya da ussallık • Özgürlük Bunlar da temelde “insan nedir?” sorusuna verilen cevaba ve o cevabın götürdüğü zemine; insanı doğadan, tarihten, toplumdan, dinden vb. kopararak tek başına birey olarak görmeye, yâni  bireyselliğe, insanın kendini kendine yeterli görmesine dayanır. (Tüm çözülmeler ---ailevî, toplumsal, siyasal vb.--- buradan çıkar.) Modernizm ile denir k