Kayıtlar

ÇALIŞMA (=سعي)

Herkes, çalışarak (para kazanarak) geçimini temin etme peşinde; mesleklerimiz (= işlerimiz) farklı farklı. “inne sea’yeküm leşettâ.” (92/4) Çalışma, emek verme (= kesb) ile olur. Daha önce (bugünkü Mülkiyet yazımda), kesbin bir kısmının hayatta kalmak için = buradaki yaşam için, bir kısmının da infâk için olması gerektiğini yazdım. Çalışmanın ibâdet olması, yaşamda kalma ve infâkla (= iyilikle, verme ile) bağlantısına bağlı.  ‘Rabbenâ hep bana’! olursa veya tüm çalışmalarımız buraya/bu dünya yaşamındaki konfora tahsislenirse = çalışmanın bir kısmı öte dünya için yapılmazsa, öte dünyada “züğürt”! oluruz. Âhirete inanan bir adam, oraya da “yatırım” yapar; aksi hâlde bu inancı kağıt üzerinde/sözde kalır. Bu dünyada yaşamda kalmayı zorlaştıranlar utansınlar!. İnsanlar, bir ömür, bir ev ve bir de araba sahibi olmak için çalışıyorlar. Bu insanlar nasıl âhiret için çalışsınlar?!. Bunları bu hâle getirenlerin (faizi ve enflasyonu bu kadar yüksek tutanların) vebâli çook büyük. Sözüm, evi, araba

ĞAVÂ (غوى)

Ğavâ (غوى) : Azgınlık = Sapkınlık = Sapıklık = Kötülük. Yoldan çıkma/çıkış. Kişi, kendi de azabilir, sapabilir; onu bi başkası da saptırabilir, yoldan çıkarabilir; ama kişide sapma, yoldan çıkma arzusu/isteği yoksa, onu kimse saptıramaz, azdıramaz, yoldan çıkaramaz. (Kelime, Kitâb’ta 20 yerde geçer; ğayy ve ğayyâ’nın da kökü aynıdır.) Bu kısa not, şeytanın azmasını ve azdırmasını konu edinecek. Şeytan, Rabbine (= Allah’a), beni Sen azdırdın = “eğveytenî”. (7/16. 15/39.); ben de onları (insanları) azdıracağım (= “leuğviyennehüm”), hâlis-muhlis kulların hariç, demiştir. (15/39. 38/82-83) Gerekçeye bakın!. Beni Sen azdırdın; ben de onları azdıracağım. Hırsımı Senden alamıyorum, onlardan alacağım. Ben ve onlar. Aslında ikisi de aynı kişi, biziz. Ğavâ, cahillik ile; cahilce düşüncelerin peşine takılma ve onlara inanma ile, dolayısıyla doğru yoldan sapma ile gerçekleşen bi şeydir. Kitâb’taki öbür ğavâlara bakarsak, bunu görürüz. 28/Kasas 63 ve 37/Saffat 32, ‘biz azdık/azgındık, onları da azd

MÜLKİYET

Mülk edinme, mülke sahip olma(ya kalkma) veya mülkün asıl sahibi olduğunu iddia etme. Mülkün asıl sahibi Allah’tır. = le-Hü-l Mülk. Allah, bize mülkünü sahiplenmek (= gasbetmek) için değil, bir deneme/imtihan aracı olarak vermektedir. Mülk edinmek, çalışıp-çabalamayla (= kesb ile) olur; kesbin bir kısmı, hayatta kalmak, bir kısmı da vererek (= infâk) O’na yakınlaşmak içindir. Kesbi (= mülk edinmeyi), mülke sahip olmak ve onu istediğimiz şekilde kullanmak ise temellüktür = (O’nun) mülkü(nü), mülk edinmektir. Bu, eşitsizliği, adâletsizliği doğurur, toplumsal barışı (huzuru) bozar; kapitalizm budur; sosyalizm ise, O’nun mülkünü toplum(lar)a, devlet(ler)e vererek insanları insanlara ve devletlere el açar hâle getirmektir; bu, aynı zamanda ahlâkî yarışı engelleyen bir durumdur. İslâm, “özel mülkiyete” sıcak bakarken, “gasbı = mülkiyet hırsızlığını” yasaklar. = Mülkü gerçek sahibine verir/tevdî eder. Namazlarımızın arkasında tesbih öncesinde söylediğimiz ‘leHü-l Mülk-ü ve leHü-l Hamd-ü’ ifad

MERKEZ

Merkez, mekânda (geometride) en orta yer, denge noktası. Ankara’nın merkezi (Kızılay); Dünyanın merkezi (Kâbe); dairenin veya çemberin merkezi gibi. Merkez kaybolursa, şekil bozulur. Devletlerde merkez, başkentlerdir; hükümetler orada konuşlanır. Ulusal ve küresel her şirketin bir merkez şubesi (ana kumanda merkezi) vardır. Her şube, merkez olmaya kalksa ne olur?!. İnternette bir merkez var mıdır?!. Siz bu soruları düşünürken ben, kelimenin kökünü vereyim; kelime Arapça, kökü : RKZ (ركز); merkez, mimli mastar. Çevre, merkeze bağlılığı ile şekillenir. Bu bağlılığın şeklini : 1) Merkezin gücü ve 2) Çevrenin o merkezle ilişkisi (ilgisi) belirler. Toplumlarda da, bir merkez-çevre ilişkisi olur. Toplumun merkezinde olanlar (= ileri gelenler. Bunlar bazen iyi, çoğu zaman da kötü/mütref insanlardan oluşur) da çevreyi (= çeperi, çoğunluğu) şekillendirirler; güç, genelde merkezdedir. Kelime, Kitâb’ta bir tek yerde geçer. Meryem, 98./son âyette. Sûre, bağlam bütünlüğü sağlanarak (bağlam : metin

ÖVÜNME

Kişinin sahip olduğu bişeyle (= mal-mülk, makam, ünvan, bilgi, ahlâk, vb.) iftihar etmesi, gururlanması, kendini beğenmesi. Allah, kendini beğenenleri ve övünenleri sevmez. = “... vAllah-u lâ yuhıbbu külle muhtâlin fehûr.” (4/36. 31/18. 57/23.) Muhtâl, kibirli, gururlu, kurumlu yürüyen; hayl, at. Fahr (fehûr), böbürlenen, övünen, kendi ile ve sahip oldukları ile övünç/kıvanç duyan. Fahr, Kitâb’ta 4 yerde fehûr kalıbıyla; 1 yerde fehhâr (min salsâlin kelfehhâr) kalıbıyla; 1 yerde de tefâhur kalıbıyla, toplam 6 kez geçer. Fehhâr, pişmiş, sertleşmiş kiremit, çömlek demek; pişmiş, sertleşmiş kiremit, çömlekten de tık tık ses gelir. Lokman (a.s.), oğluna öğüt verirken, yeryüzünde insanlara karşı burun kıvırarak ve çalım satarak yürüme = “ve lâ tusa’ıır haddeke linnâsi, ve lâ temşi fil ardı merahâ...; der. (31/18) Muhatabımız kâfir diye, cahil diye, fakir diye, kendimizi üstün görmemeliyiz; ki herkesi Allah, onda bir umut var diye yaratmıştır; ayrıca bizim sahip olduğumuzu düşündüğümüz her ş

EHLİYET

Bir işi yapma, yapabilme becerisi, kabiliyeti ve kapasitesi. Araba sürmek (kullanmak) için aldığımız belge. Araba kullanmayı bilmek, araba kullanabilmektir. Buradaki bilmek, hem teorik bilgiyi hem pratiği (beceriyi, eylemi) içerir; ehliyet, böyle bi şeydir. Nasıl, yazılı (teorik) sınavdan geçene, pratik sınavdan da geçmeden ehliyet vermiyorlarsa; ben bu işi (sözgelimi yöneticiliği, din adamlığını veya dini/dindarlığı) biliyorum diyene de, şu bilgini/bildiğini bi göster (= bildiğinle bi amel et, yap da bi görelim) denmeden ehliyet verilmez, verilmemeli. Bizlere ehliyet (= diploma) veren modern eğitim sistemi (üniversiteler), pratiğe (= eyleme/amele) bakmıyor; bu yüzden aldığımız ehliyetler (= diplomalar) pek de bi işe yaramıyor; iş başı yapınca, yaparak ve bozarak öğreniyoruz; bu da bize çok pahalıya mâloluyor. Dinde (diyanette) de benzer durum var. Din adamı ehliyeti (= diploması) alanlar da, ben Müslümanım (dindarım) diyenler de, teorik düzeyde dindarlar. Dinde (= dindarlıkta) pratik

YAKIN/LAŞMA = KURB/İYET

Yakın, kurb; kurban, yakın olan kişi, kurb’un ism-i fâili. Kurban (bayramı) yeni geçti; Allah kabul etsin kurbanlarımızı kestik; kelimenin anlamı böyle ise, kesilen kurban mı, o kurbanı kesen mi Rabbe yakın olmuştur, sorusunu sorayım ve bir başka yakınlaşma vesilesi olan nafilelere geçeyim. Nafileyi biz, Türkçede boş, boşuna, fazladan, gereksiz anlamında kullanırız. Kelimenin Arapçada kullanılışı bağış ve ganimete karşılıktır; kökü, nefel/e (نفل); çoğulu enfal (انفال). Kelime, Kitâb’ta 4 yerde geçer. Enfal 1. âyette iki kez, İsrâ, 79 ve Enbiya, 72’de. Enfal’dekiler savaş ganimeti; İsrâ’daki, “has kullara” özgü ibâdet; Enbiya’daki, Hz. İbrâhim’e verilen sâlih oğul (= İshâk) ve torun (= Ya’kûb). “... ve küllen cealnâ sâlihîn. = hepsini sâlih kıldık”. Bu üç âyetteki nafileler, gereksiz, boş, fazladan olabilir mi?!. Enfal 1, Bedir Savaşında elde edilen ganimetler. Ki bu savaş, İslâm tarihinin en önemli, en değerli savaşıdır; dinde sebat eden, çook yokluk, yoksulluk ve eziyetler çekmiş sâli

YARDIM/LAŞMA

Yardım, kişinin elindeki gücü ve imkânları olmayan bir başkasına destek için kullanması veya ona vermesi. Bu eylemin karşılıklı olarak çook kişi tarafından yapılması da yardımlaşma. Yardımın Arapça karşılığı avn; yardımlaşmanın teâvün. Fatiha, 5. âyetteki nesteîn’in kökü de avn, ama ben Bakara, 45 ve 153’deki avn’lara, ki buralardaki avn’lar istif’âl babından istiâne şeklinde geçerler. “Sabırla ve salâtla (namazla) yardım isteyin. Bu, hâşiîn olanlardan başkasına ağır/zor gelir.” (Hâşiîn olanlardan başkası bunu başaramaz, beceremez.)  2/45. “Ey İman edenler!. Sabırla ve salâtla (namazla) yardım isteyin. Allah sabredenlerle beraberdir.” 2/153. Sabır ve yardım/laşma!. Namaz ve yardım/laşma!. Hadi, sabır ve yardımı, yardımlaşmayı anladık. Diyelim ki sabır, kişinin zorluklar karşısında “kendi kendine”! yardım etmesi; namaz ve yardım/laşma ne, namazla nasıl yardım/laşma olur?!. Namaz kılan (doğru tâbir, salât eden veya salâtı ikâme eden), kime yardım eder?!. Kendine ve başkalarına. Salât : A

ANLAMA ve ANLATMA ZORLUĞU

Anlatan kişinin “seviyesi” düşükse, anlayan kişinin anlaması; anlayan kişinin “seviyesi” düşükse, anlatan kişinin anlatması = anlatıların anlaşılması zor olur. Söz, herkese seviyesine göre söylenmelidir. Söylenen sözün anlaşılması ve muhatapta seviyenin yükseltilmesi için, söz söylenen kişinin, söz söylediği kişinin seviyesini bilmesi gerekir. Bu %100 mümkün müdür?!. Hayır. Ama yüzdeyi ne kadar azaltırsak, o kadar iyi anlatır veya anlaşılırız. Bunun için yüz yüze iletişim (= karşılıklı sohbet), samimî, sıcak ve yakın ilişki şarttır; sosyal medya ile (= uzaktan iletişimle) bu işlerin olmadığı, olmayacağı görülüyor.

İLİM, İMAN ve AMEL

İlim, imanın başlangıcı; iman, amelin başlangıcı olmalıdır. İlimsiz iman, sahte güvendir; imansız amel, uyumsuzluk ve tutarsızlıktır. İlki (ilim), akla; ikincisi (iman), kalbe (gönle/vicdana); üçüncüsü (amel), tüm organlara tekâbül eder. Kişide ilim var, iman yoksa; onun aklı ile kalbi; iman var, amel yoksa, kalbi ile diğer organları çatışır = kalbi tekler, aklı şaşar. İnsan bütünlüğü (= insanî uyum), ilim, iman ve amel bütünlüğü/uyumu ile mümkündür. Bunu da sadece ve sadece İslâm dini (= Allah’ın koyduğu düzen) sağlayabilir; insanın, tam, tamam, mükemmel (= kâmil, huzurlu/mutlu) olması ancak böyle/bu şekilde mümkündür. Bilme, inanma ve amel etmenin maksadı : Bilmenin maksadı, (bilenin kendisinden ve dış dünyadan) emîn olması; inanmanın maksadı, inananın kendine ve başkalarına güvenmesi, kendinde ve dışarıda bu huzuru (güveni) bulması; amel etmenin maksadı da, bu huzuru (emniyeti, emni) bozmayacak işleri yapmasıdır. Bu, bir daireye benzer. Sâlih amel edenin/işleyenin/yapanın, kendine v

BİR HADİS

Bu Hadisin çeşitli versiyonları var. “Yüce Allah şöyle buyurdu : Benim Kitab’ımı okumak ve Beni zikretmekten dolayı, kim Benden bir şey isteyecek durumda olmazsa, Ben o kimseye, isteyenlere verdiğimin en üstününü veririm. Allah’ın sözlerinin diğer sözlere karşı üstünlüğü, Allah’ın yarattıklarına karşı üstünlüğü gibidir.” (Dârimî, Fedail-ül Kur’ân17) “Kur’an’ın ve zikrimin, Benden istekte bulunmaktan alıkoyduğu kimseye, isteyenlere verdiğimden daha fazlasını veririm. Allah’ın kelamının (Kur’an’ın) diğer sözlere karşı üstünlüğü, Allah’ın yarattıklarına karşı üstünlüğü gibidir.” (Tirmizi, Fedailu’l-Kur’an, 35; Dârimî, Fedail-ül Kur’ân, 6; İbn Hacer, Fethu’l-Bari-Beyrut, 1379- 9/66) “Beni zikrettiği için, Benden istekte bulunmaya vakit bulamayan kimseye, istekte bulunanlara verdiğimden daha fazlasını veririm.” (Kenzu’l-Ummal; h. no:1874, 1875) ... Bu Hadis, bize ne/yi öğretir?!. İstemeyi değil, eylemeyi (= sâlih amel işlemeyi, yapmayı). İsteme (duâ), genelde/çoğunlukla kişinin kendi içindi

ÖZGÜRLÜK ve KULLUK

Hürriyet ve İslâmiyet.  Bu kavramlar nasıl bağdaştırılabilir?!. Düz Aristo mantığı, bunları zıt kavramlar olarak algılar. Bu mantığa göre bir insan, hem özgür hem de kul; hem hür hem de teslim olmaz; bu, bu mantığa (= klâsik Aristo mantığa) göre saçma. Kulluktan (kölelikten) kurtulunmadan özgür olunmaz; kulluk, özgürlüğe; özgürlük, kulluğa düşmandır. Hürriyet ve teslimiyette de aynı durum vardır. Hür adam, kimseye teslim olmayan adamdır; kişi, birine teslim olmuşsa ona hür denmez... Bu dikotomiyi çözmek için şu sorunun cevabı verilmelidir. Herkesin hür veya özgür olması (= sınırsızca istediğini yapması) ne demektir, ne gibi sonuçlar verir/doğurur?!. (Dikotomi, bir bütünün iki parçaya bölünmesi demektir.) ... Kulluk, özgürlük; özgürlük, kulluk olabilir mi?!. Aynı soru, hürriyet ve islâmiyet (= teslimiyet) için de sorulabilir. Hür adam, müslüman adamdır; müslüman, hür adamdır. Müslüman, tek Tanrı’ya teslim olan adamdır; tanrılar çoğalırsa, hürriyet zarar görür; çok tanrılı bir dünyada te

ÜÇ KARDEŞ MESELESİ

Bu meseleyi Ebu-l Hasen El-Eş’arî’nin “uydurduğu” söylenir. Eş’arî mezhebinin kurucusu Ebu-l Hasen El-Eş’arî 40 yıl Mu’tezilîdir. Mu’tezilî hocası Ebû Ali Cübbâî’ye bu meseleyi sorar. Mu’tezilenin beş esası meşhurdur, bunlar: Adâlet, Tevhîd, Emr-i bi-l Ma’ruf Nehy-i an-il Münker, El-Menzile-tü beyn-el Menzileteyn, Va’d ve Vaîd. Aslah Doktrini de (= Allah’ın kulları için en iyi olanı) Va’d-Vaîdin ve Adâletin kapsamı içinde değerlendirilir. El-Menzile-tü beyn-el Menzileteyn, Cemel ve Sıffin’de ölenleri de öldürenleri de “arada bi yerde” olarak görmek, taraf tutmamak, kimseyi tekfir etmemek demektir. Üç Kardeş Meselesi, Eş’arî tarafından Mu’tezilenin aslah doktrininin tutarsızlığını ispat için “uydurulmuştur”; bu bir düşünce deneyidir; bunu Gazalî, Râzî, Bağdâdî, Cürcânî ve Taşköprüzâde gibi kelâmcılar da ele alıp-incelemişlerdir. Hikâye şöyledir. Üç kardeşin biri (en büyüğü) Mü’min, biri (ortancı olanı) münkir/kâfir, biri de daha küçükken (çocukken) ölmüş; Mü’min, cennete; münkir/kâfir,

BEKLENTİ

Yapılan bir iş karşılığında umulan veya alınan, önceden anlaşılan karşılık. Çalışırız, patrondan ücret bekleriz; çocuk yetiştiririz, (yaşlanınca) hizmet bekleriz; devlete vergi öderiz, hizmet bekleriz, vs... ... Rabbe ibâdet veya duâ ederiz, Rabden inâyet (= lütuf, ihsan, iyilik, bir karşılık) bekleriz.  Beklemeli miyiz?!. Beklemeliyiz ama bu çook etik/ahlâkî bişey değil. Çünkü, bizler, daha önce (= bizler ibâdet ve duâ etmeden önce) bize peşin verilmiş (lütfedilmiş) olan şeylere (sağlık-sıhhat, akıl-fikir, mal-mülk, vb.) teşekkür (= şükür) için O’na ibâdet ve duâ ederiz; O’ndan ekstra isteklerde bulunmak, “yüzsüzlüktür, açgözlülüktür”!; ama Rabbimizin Lütfu, Keremi ve Merhameti de sonsuzdur; O, bir başkasından değil, sadece Kendinden isteyenlere sınırsız mülkünden sınırsızca verir; yüzsüzleri de bilir. O’na kullukta asıl olan, beklentisizliktir; ihlâsın özünde bu beklentisizlik (= tokluk) vardır. Öte dünyadaki cenneti kazanmak (cennet veya rahat) için O’na ibâdet etmek, Rabbim günah y

CEMERÂT

Haccın bir çok şiârı/sembolü ve rüknü var; şeytan taşlama (= cemerât) da bunlardan biri. Diğerleri : Tavaf. Arafât’taki Vakfe. Sa’y. İhram. Kurban.  Hacılar dönmeye başladı. Rabbin Ev’ini (= Beyt’ini = Beytullah’ı) ziyâret ettiler, O Evin etrafında kalpleri (bazılarının kalıpları), O Ev’e dönük olarak (pervaneler gibi) döndü. = Tavaf ettiler. Ev’e girmek, yasak!. O, sadece O Ev’de değil, her yerde. O Ev’e giren için her yer, her yön, kıbledir. Arafât’ta vakfeye “durdular”. = Derin derin düşündüler. = Tefekkür ettiler. Sa’yettiler. = Yürekleri yandı = bir yudum su (zemzem) bulmak için çalıştılar/çabaladılar; buldular ve kana kana içtiler. İhram, onları “eşitledi”, aralarındaki “sınıfsal ve ırksal farkları” sıfıra indirdi; zengin-fakir, genç-yaşlı, Arap-Acem (Türk-Kürt, Alman-İtalyan, vb.) tüm farkları kapattı/sildi, her hacının kalbi aynı dava için attı. Kurbanla Rablerine yaklaştılar, yakınlaştılar. Cemerât ile şeytanlarını taşladılar, uzaklaştırdılar. Mina’da üç sembolik şeytan var. B

DESPOT

Birini, bir ülkeyi, zorla, zora dayalı olarak, yönetilenler üzerinde baskı uygulayarak/kurarak yöneten kimse. (= Despotik Yönetim) Despotik yönetimin zıttı, rızaya dayalı yönetimdir. Demokratik yönetimler, (şeklen) rızaya dayalı görünse de, aslında gizli, rafine ve sofistike olarak despotiktirler; medya ile, eğitim ve kültürle rıza üretirler. (Bknz. Rıza Üretimi. Noam Chomsky) ... “Rabbimiz, duman hâlinde olan göğe (= gökte ve yerde olan her şeye ve herkese) : isteyerek veya istemeyerek gelin (= itaat edin), dedi; onların hepsi : isteyerek geldik, dediler.” (41/11.) Buradaki isteyereğin veya istemeyereğin karşılığı tav’an ve kerhendir. Tav’anın kökü, tâat, gönülden itaattir. İstiâ’at da güç yetirmedir. Kelime, Kitâb’ta 129 yerde geçer. Kerh de, kerih/kötü görme, tiksinme, iğrenme, hoşlanmamadır. Allah’ın dini (= düzeni) dışındaki düzenleri kerih (= kötü, iğrenç, despotik) görmeyenler, Allah’a tav’an (= isteyerek, gönüllü olarak) itaat edemezler. Allah (c.c.), bu seçimi, bize verdiği ak

MUHLİS

İhlâsın kişideki durumu/hâli. İhlâs, samimiyet, içtenlik, gönüllülük. İhlâs, tek bir “noktaya” yoğunlaşma ile mümkün; çoook “noktaya” dağılma (= şirk), ihlâsı bozar. İhlâsın kökü, halâs/halasa = (خلص/ خلاص). Halâs, kurtuluş demek. Kurtulmak için, birilerine ve bişeylere bağlı-bağımlı olmak şart. Hiçbir şeye bağlı-bağımlı olmamak, ya kişinin kendine (= kendi aciz nefsine = ilâhehû hevâ) bağlı-bağımlı olmak ya da her şeye bağlı-bağımlı olmak demektir. İhlâs, sadece Ehad ve Samed olan Allah’a bağlı-bağımlı = teslim olmakla mümkündür. (= Müslüman/lık) Allah’a bağlı-bağımlı = teslim olan, her şeyden (kendi nefsinden de) bağımsızdır; Allah’a kulluk budur. Sadece Ehad ve Samed olan Allah’a bağlı-bağımlı = teslim olmayan kişi, kendi nefsi de dâhil her şeyin, herkesin kölesidir. Kölelik, mecburî veya zoraki kulluk; kulluk, gönüllü veya samimî (= ihlâslı) “köleliktir.”!. Muhlisteki kulluk (= “kölelik”!), sadece Allah’a tahsislidir. Muhlis, Allah dışında hiç kimseye, hiçbir şeye kul-köle olmaz; h

EHL

Bu kelime Kitâb’ta 127 kez geçer; anlamı, âidiyet, mensûbiyettir. Kelimenin, Ehl-i Sünnet. Ehl-i Beyt. Ehl-i Kitâb. Ehl-i Kıble. Ehl-i Hâl. Ehl-i Kâl gibi kullanımları vardır. Ben, bu kısa notta Hûd Sûresi 46. âyeti ele alacağım. “Allah (c.c.), Nûh (a.s.)’a : Ey Nûh!, o Senin ehlinden (ailenden) değildir. (o, Nûh (a.s.)’ın oğludur.) Nûh (a.s.), onun biyolojik babasıdır ama Allah Ona/Nûh'a, o Senin ehlinden (ailenden) değildir; çünkü onun ameli gayr-i sâlihtir. = “innehû amelun gayr-u sâlihin”. Bilgin olmayan şeyi Benden isteme!, Sana cahillerden olmamanı öğütlüyorum.” demiştir. (11/46.) Nûh (a.s.), oğlunun babası olduğunu biliyor, onu O büyütmüş, ona merhametli davranmış, “gel bizimle; kâfirlerden olma!” demişti (11/42) ama o, Onu dinlememiş = Onun (= Nûh a.s.’ın) dinine girmemiş = Onun (= Nûh a.s.’ın) yaşadığı gibi bir hayatı yaşamamış ve gemiye binememişti = binmesine izin verilmemişti; o, “ben dağa sığınır, kurtulurum.” (11/43) demişti. Düz mantık, Nûh (a.s.)’ın oğlunun kendinin

KAZANMAK

Para kazanmak. Dost kazanmak. Rıza kazanmak... Kazanılan şeyler, ne için (= niçin) kazanılır?!. Kazandığımız şeyleri sadece bir amaç için veya o amaca ulaşmak için kullanamıyorsak, hayatımızda bir çooook amacımız olur; neyi, neden kazandığımızı bilemeyiz. Bu, çalışma veya bişey elde etme (= yapma) için de geçerlidir. ... Süper silahlar yapabiliriz, yapanları övebiliriz ama yaptığımız bu silahları nerede, niçin ve kime karşı kullanacağımızı bilemezsek! bu, para kazanmak (= biriktirmek) için para kazanmaya döner ya da kazandığımız parayı birilerini zengin etmeye veya keyfimizi/zevkimizi (kişisel arzularımızı) tatmin etmeye yarar. Para kazanıyoruz ama birileri bize, kazandığın parayı şuraya (= benim ürettiğim malları tüketmeye) harca diyor, biz de oraya (oralara) harcıyorsak; süper silahlar yapıyor ama yaptığımız bu silahları (da) “istediğimiz şekilde” (= zulmü önlemek için) kullanamıyorsak, bu (da), zenginin parası ile övünmesi gibi bişey olmaz mı?!. Elinde süper silahları olan birileri,

SEVMEK

Sevme/k, bilme/k ve tanıma/k gibi iki eylemin/durumun sonucunda gerçekleşir. Bilme/k, teoriktir, dışsaldır; kendimiz de bilebiliriz, birileri de bize bildirebilir. Tanıma/k, pratiktir; tanıdığımız kişi ile bizler bizzat ticaret, yolculuk ve komşuluk yapmışızdır. İşte böyle bir bilme ve tanımanın sonucunda sevme ya da zıttı nefret etme oluşur. Birini Allah için seven kişi, başta kendi doğrudur; sonra, sevdiğini doğru bilmiş, doğru tanımış ve onun yanlış yapmayacağına inanmıştır.  (Doğru anlaşabilmemiz için kelimelerin hakkını vererek içlerini doldurmamız gerekiyor.) Sevgi de hiyerarşiktik. Her sevgi, ‘bir ve aynı’ değildir; en çok neyi veya kimi seviyorsak, öteki sevgilerimiz ona göre şekillenir. Bazı insanlar, Allah dışındakileri (= parayı-pulu, eşi-dostu, dünyalığı) Allah’ı sever gibi severler. Bazılarının Allah sevgisi, çook şiddetli, en şiddetli (eşeddü hubben lillah) sevgidir. Bazıları da sevdikleri insanları, onlar Allah’ı seviyorlar (= Allah dostu, Allah ile dost) diye severler.

ÜLÜ-L AZM ELÇİLERİN HAYATINDAKİ KALİTE

Ülü-l Azm Elçiler : Nuh. İbrâhim. Mûsâ. İsâ ve Muhammed (aleyhimüs selâm). Ben, bu yazıda sadece Hz. Mûsâ’nın hayatındaki kalitenin Kur'ân’daki izini süreceğim. Hz. Mûsâ’nın ailesi (İmran âilesi) 400 küsür yıl Mısır Firavunları tarafından köleleştirilmiş; bu köleler zamanla çoğalmış, Firavunlar bunlardan korkmaya başlamıştır. Bunu nereden biliyoruz?!. Firavunun onların tüm erkek çocuklarını öldürme emri vermesinden. Mûsâ da bir erkek çocuk olduğu için, bir sandıkla Nil nehrine bırakılmıştır; Rabbimiz Mûsâ’nın anasına böyle vahy etmiştir.  Mûsâ 18-20 yaşına kadar Mısır’da bir “prens gibi” yaşadı ama bu sırada İsrailoğullarına (= İmran ailesine) yapılanları görüyordu. Tevrata göre İmran (Amram) Mûsâ ve Harun’un babasıdır; Mûsâ ve Harun’un bir de kız kardeşleri vardır, adı da Meryem (Miriam)’dir. Bu Meryem, Hz. İsâ’nın anası Meryem değil ama ikisi aynı soydur = İmran ailesi. Kur'ân, Hz. Meryem’e : "Ey Harun’un kız kardeşi", der. (19/28) İmran (Amram), Hz. Yakub’un oğludu

TEŞRÎQ TEKBİRLERİ

Teşrîq tekbirleri, teşrik (تشريك) değil; teşrik, şirk koşma demek; teşrîq (تشريق) ise aydınlanma veya doğma/doğuş!. Bu tekbirler, arefe günü sabah namazından Kurban Bayramının 4. günü ikindi namazının sonuna kadar getirdiğimiz tekbirlerdir. = “Allah-u Ekber Allah-u Ekber, Lâ ilâhe illâ-l Allah-Hüv-Allah-u Ekber Allah-u Ekber ve lillah-il Hamd.” = En büyük Allah’tır (= Allah en büyüktür...) Allah’tan başka ilah yoktur. Hamd, sadece O’na aittir. Ben bu tekbirlerin anlamına, duâ bağlamında bakacağım. ... Duâ, kulun Rabbini çağırmasıdır. Pekiî, Rabbin kulunu çağırması!.. Bu çağrıyı (= Rabbin kulunu çağırmasını) duymayanlar, boşluğa (boşa) duâ ederler ve Rabbin Sesini (çağırmasını) işitemezler. = Rabbin Sesini (çağırmasını, “duâsını”) işit(e)meyenleri Rabb de "işitmez"!!!; onlar Rabbe duâ ettiklerinde, Rab de onların duâlarını "duymaz"!!!. Pekiî, Rabbin kulunu çağırması nasıl olur?!. Bataklıktan çıkarması ile. = Kulun eski yaşadığı hayatı bataklık olarak görmesi ile. = E

YAŞAM KALİTESİ

Yaşamın bir kalitesi varsa bu, yaşanan acıların ve hazların birlikte ele alınmasına bağlı. Acısız ve hazsız yaşamın (= sırf acı ile dolu veya sırf haz ile dolu bir yaşamın) kalitesi tartışılır, bence böyle bir yaşam kaliteli de olmaz. Pekiî, hayatta ne kadar acı, ne kadar haz var?!. Bunu, Tanrı’dan başka hiç kimse bilemez. Biri, 50 birim acı yaşarken, öbürü 500 birim acı yaşar. Yine biri, 50 birim haz yaşarken, öbürü 500 birim haz yaşar... Dünya, hazların ve acıların toplamıdır; hazsız acı; acısız haz; hazzın da acının da hayatın da anlamını ortadan kaldırır. Buradaki yaşamımız, iki duyguyu da tatmak, hazzı yaşarken şımarmamak; acıyı yaşarken mahvolmamak = kendimizi mahvetmemektir. Haz yaşanırken de acı çekilirken de sabır ve şükür gereklidir. Kimi, yoğunluklu olarak hazla; kimi de yoğunluklu olarak acı ile imtihan olunur (denenir); kimi de neredeyse eşit miktarda haz ve acı ile... Meseleye böyle bakarsak, hiçbir insanın yaşam kalitesi eşit değildir, ama yine de bizler, birbirimizin çe

PATERNALİZM

Paternalizmin pater’i, aslında peder; peder, Farsça; anlamı da baba; İngilizce father’ın da peder ile ses uyumu var. Arapçada baba, ebb = vâlid; vâlide de ana; ana-babaya ebeveyn; ana-baba ve çocuklardan oluşan yapıya da âl = aile denir. Ailede “yönetici/kavvâm” (4/34) baba ise, ki dış/dışarı ile ilişkileri baba kurar ve sürdürür, o aile patriarkal = paternalist = babaerkildir; yönetici ana ise, o aile matriarkal = moderşâhî = anaerkildir. (matri ve moder, mother’den) ... Babada güç, anada merhamet baskındır. Bir ailede, ana-baba uyumlu ise o aile, ister patriarkal ister matriarkal olsun huzurludur; isimlendirme (nominalizm), hiç de önemli değildir. ... Devletin, hem ana hem baba olması (= Devlet Ana, Devlet Baba), uyumlu ve huzurlu aileyi model almasındandır. Toplumun temeli ailedir. Bazen, bu ailenin analarının; bazen de babalarının günü kutlanır ama önemli olan, ana/ların-baba/ların arasını ayırmamaktır. Bu günleri (= analar gününü, babalar gününü) ayrı ayrı kutlamak, aile bütünlüğü

BAYRAM SOFRASI

“Havariler, İsâ’ya bize gökten bir sofra indirebilir misin?! dediler. İsâ : Allah’tan korkun, Mü’minseniz (dedi). Havariler : O yemekten (sofradan) yiyelim ki, kalbimiz yatışsın (= tatmeinne kulûbünâ), bize hakikati söylediğine inanalım (= bilelim, ne’alemü) ve hakikate şahitlik yapalım (dediler). İsâ : Rabbim, bize gökten bir sofra indir de o, bize ve bizden sonrakilere bir âyet/işaret ve bayram olsun (= tekûnu lenâ îyden), bizi rızıklandır, Sen rızık verenlerin en hayırlısısın (dedi).” (5/112-114) Bayram (= îyd), Kitâb’ta sadece burada (114.  âyette) geçer.  Böyle bir sofra indi mi, bu sofrada ne vardı, havariler bu sofradan yedi mi...?!. Bayram yaptılarsa, indi ve yediler. Bu sofrada, mideyi besleyen çook leziz yiyecekler, içecekler inmişse, mide bayram etmiştir; yok, bu sofrada, kalbi (= aklı ve gönlü) besleyen çook leziz yiyecekler, içecekler inmişse, kalp bayram etmiştir; ikisi de inmiş olabilir.  Havarilerin, ‘o yemekten (sofradan) yiyelim ki, kalbimiz yatışsın (= tatmeinne kulû

İNNİYET

“Dilimin sınırları, dünyamın da (= düşüncemin de) sınırlarıdır.” der Wittgenstein. Ben de dünyamın (= düşüncemin) sınırlarına geldim. Bu yazı son yazım olacak; 2000 yazı yazmışım, bundan sonra yazacaklarım, büyük oranda tekrar olacak, o yüzden, bu son yazım. İnniyet, Arapça inne (إن)’den türemiş bir terim. İnne, tahkik, kesinlik bildirir, anlamı : muhakkak, kesinlikle, demektir. İnniyeti anlamak için hüviyeti; hüviyeti anlamak için mâhiyeti iyi anlamak gerekir. Tersten başlarsak, ki en sağlıklı yol budur, mâhiyet, varlığın nasıllığı; hüviyet, varlığın kimliği; inniyet, varlığın kesinliği, demektir. Mâhiyet bilinmeden hüviyet; hüviyet bilinmeden inniyet bilinemez. Mâhiyet, şeylere; hüviyet, kişilere; inniyet, Tanrı’ya dâirdir (= aittir). Tanrı’nın da elbet bir Hüviyeti vardır, O da Hû’dur ama O’nun Hüviyetini biz, Esmâsı (= Sıfatları ve Efâli) ile bilirken/bilebilirken, mâhiyetini aslâ bilemeyiz; mâhiyeti bilinmeyene de inniyet atfederiz. İnneKe (= muhakkak Sen). İnne-lAllah’e (= Kesinl

İNSAN BÜTÜNLÜĞÜ

İnsanı, bütünlüğü ile (= komple) “tanımak” dünyanın en zor işi. Onu (= insanı), nefs, akıl, kalp, duygu, düşünce, arzu, hayal varlığı olarak “bölüyoruz”; bölmeyince, tanıyamıyoruz. Hacc, 46. âyet, insan/lar/ı kastederek, “Yeryüzünde gezip dolaşıyor(lar) ama, orada olup-bitenleri kavrayacak bir kalbe (= lehüm qulûbun ya’qılûne bihâ); dinleyecek bir kulağa (= ézànün yesmeûne bihâ) sahip değiller!; ne var ki insan/lar/da kör olan gözler değil, gönüllerdeki (= sudurlardaki) kalplerdir.” (= “lâ ta’me-l ebsâr, velâkin ta’me-l qulûb-ulletî fi-r sudûr.”), der. Âyet, sanki (?!) insan bütünlüğünü kalbe tahsis eder. Sanki, anlamalar da (akletmeler de), görme-işitme, tatma, koklama, dokunma (tüm duyular) da, duygulanmalar da, arzulamalar da, hayal kurmalar da kalptedir. Efendimiz : ‘Vücutta bir et parçası vardır; o sâlih olursa bütün vücut sâlih olur, o bozulursa bütün vücut bozulur; o kalptir.’ buyurmuştur. (Buharî, İman, 39.) Başımız ağrısa, dişimiz ağrısa, elimize bir diken batsa, ... bütün vüc

KÖRLÜK

Elias Canetti’nin ‘Körleşme”; José Saramago’nun ‘Körlük’ kitaplarını okumuşsunuzdur. Saramoga, normal körlüğü; Canetti, bilimsel körlüğü (bilim adamının körlüğünü) anlatır. Oğuz Atay da ‘Tutunamayanlar’ adlı romanında benzer konudan söz eder. Ben, Canetti ve Atay’ın izinden gideceğim ve dinde körlüğün anlamını kısaca irdeleyeceğim. “ve men kâne fî hàzihî a’mâ, fehüve fil âhireti a’mâ... Kim bu dünyada kör ise, âhirette de kördür...” (17/72) A’mâ kelimesi, Kitâb’ta 33 yerde geçer; bu körlük, bizim bildiğimiz körlük değildir; bilgisizlik veya cahilliktir. Bu bilgisizlik veya cahillik, sadece körlükle de izah edilmez; sağırlık ve dilsizlik de buna dahildir. = “summun, bükmun, umyun...” (2/18.) Summ, kulağın hakikata (hakka) kapalı olması; bükm, dilin hakikati (hakkı) söylememesi; umy, (a’mâ/ عمى) gözün hakikati (hakkı) görmemesidir. “Körle/rle gören/ler, tıpkı inanıp iyi işler (sâlih ameller) yapanlarla, kötülük yapanların ‘bir ve aynı’ olmadığı gibi ‘bir ve aynı’ olmazlar.” (40/58) Çoğum

LÜBBÜ-L LÜBB

Lübb, özse; Lübb-ül Lübb de özün özüdür.  Bir çoook öz, (= her şeydeki öz = bu kadar çoook öz), özü "değersiz"! kılar. Herşeye özünü veren BİR ÖZ bulunmalı, en değerli ÖZ de O olmalı!. Bu ÖZ, bütün özleri yaratıyor, yaşatıyor ve kontrol/idare ediyor olmalı. Her şey ve her insan, kendi özünü fark edince (= bulunca), BU ÖZ’le irtibatını kurabilmeli; her şeyin ve her insanın özünde BU ÖZ bulunmalı, var; çünkü her şeyi ve her insanı O ÖZ yaratmıştır, kodlamıştır, her şeye yaradılışını (= fıtratını) O ÖZ vermiştir. Buradan (bu boyuttan) bakınca, biz bir çoook öz görürüz. -- özü göremeyen, kabuğu gören materyalistleri devre dışı tutuyorum -- ama boyut değiştirince!!! (= lübb boyutuna girince/geçince!!!) bütün özlerin TEK BİR ÖZ olduğunu görürüz, görmeliyiz; hatta bu özlerin öz bile olmadığını (?!) anlarız, anlamalıyız. TEK BİR ÖZ’e muhtaç olan özler, nasıl birer öz olabilirler?!. Görüntü dünyası (= fenomenal dünya) bizi aldatıyor; sanırım bunu sadece Ülü-l Elbâb olanlar anlıyor-bil

ÜLÜ-L ELBÂB

Ül, Kitâb’ta : Ülü-l Elbab. = Akıl Sahipleri. (2/269. 3/7. 3/190. 5/100. 12/111. 13/19. 14/52. 38/29. 38/43. 39/9. 39/18. 39/21. 40/54. 65/10.) 14 kez. Ülî Be’sin. = Güç Sahipleri. (17/5. 27/33. 48/16.) 3 kez. Ülî Quvvetin. = Kuvvet Sahipleri. (27/33. 28/76.) 2 kez. Ülî Ecnihatin. = Güçlü Kanatlara Sahip. (35/1.) Ülü-l Ebsar. Görüş Sahipleri. (3/13. 24/44. 38/45. 59/2.) 4 kez. Ülü-l Emr. = Emir Sahipleri. (4/59. 4/83.) 2 kez.  Üli-l Ilm. = İlim Sahipleri (3/18) Üli-d Darari. = Özür Sahipleri (4/95) Üli-l Qurbâ. = Yakın Akraba Olanlar. (4/8. 9/113. 24/22.) 3 kez. Üli-l Erhâm. =  Çook Yakın Akrabalar. = Aynı Rahmi Paylaşanlar. (8/75. 33/6) 2 kez. Üli-l Tavl. = Servet Sahibi Olanlar. (9/86.) Üli-l Baqıyye. = Fazilet Sahipleri. (11/116.) Üli-l Nühâ. = Akıl-İdrak Sahipleri. (20/54. 20/128.) 2 kez. Üli-l Fadl. = Fazilet Sahipleri. (24/22.) Üli-l İrbe. = İhtiyaç Sahipleri. (24/31.) Üli-l Azm. = Çook Güçlü İrade (Azim) Sahipleri. (46/35.) Üli-n Ni’me. = Nimet Sahipleri. (73/11.) olmak üzere to

ZİKİR

Zikir, hem hatırlama hem hatırlatmadır. veZkür! = Hem hatırla ve hatırlat! demektir. Unutmamak için hatırlanır; unutursak, unutuluruz. “nesullaha fenesiyehüm = onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları!” (9/67.). “nesullaha feensâhüm enfüsehüm = Allah’ı unutanlara Allah, kendilerini unutturur.” (59/19.); ne yaptıklarını, kim olduklarını bilemezler. Zikri, sadece tesbih çekme zannedenler, (o kadar çok tesbih çekiyorlar ki!) ya hatırlamakta zorlanıyorlar ya da hatırlatma gereği duymayarak yarım iş yapıyorlar. Bu iki paragrafı, 5 Mart 2024’de yazmışım. Zikirden bu kadar az söz etmem, benim hatam. Zikir, Kitâb’ta çook önemli bir yer işgal eder, 275 kez geçer; zel ve kef, fetha (üstün) ile okunursa erkek anlamına gelir; bu şekildeki kullanım da 17 kez geçer. Zikir, Kur'ân’ın da adıdır. Tezkire, öğüt ve hatırlatıcı (yazılı) kitapçık (pusula); tezekkür, düşünme; müzekkir de hatırlatıcı demektir. A’lâ, 9. âyet, “Sen hatırlat (= öğüt ver), hatırlatma (öğüt) faydalı olacaksa, fayda verecekse!.”

OLMAK ve ÖLMEK

Beyefendi, bir oğlunuz oldu; baba oldunuz, gözünüz aydın, Allah analı-babalı büyütsün.  Oğlunuz, okudu  delikanlı oldu, “adam” oldu. (Adam : İş adamı. Bilim adamı. Devlet adamı. Zengin oldu. Dr. Doç. Prof. oldu. Müdür. Genel Müdür. Vali. Bakan... oldu anlamında. Adam olmak, genelde bunlardan biri olmak olarak anlaşılıyor.) Adam olmak için çalıştı, oldu da. Bu devirde herkes adam olamıyor, adam olmak o kadar zorlaştı ki, çook çalışmak, gerekirse torpil bulmak gerekiyor... Adam olanlar, adam beğenmiyor, öteki adamlara tepeden bakıyor, onları adam yerine koymuyor, adam saymıyor. Adam olanlar, adam kayırıyor, adam seçiyor. Adam olanlar, adam kullanıyor... Bütün bunlar neden oluyor?!. Adam yetiştiren eğitim politikamız yanlış da ondan. Babası oğluna : Oğlum, sen adam olmazsın, demiş. Oğlu okumuş, vali olmuş... babasını çağırtmış... bak baba, sen bana adam olmazsın, diyordun, ben vali oldum, demiş. Babası : vali olmuşsun ama adam olamamışsın, demiş. Adam olmak (adamlık) nasıl bişey?!. Adam o

KÜFRETME

Küfr ile küfretmek ayrı. Küfr, küfretmek, Arapçada örtmek, reddetmek, gizlemek, inkâr etmek; Türkçede sövmek. Sövmenin Arapçadaki karşılığı sebbe (سب). Sövme : Irza, namusa, kutsala kötü, çirkin, aşağılayıcı, ağza alınmayacak sözler söyleme. Kitâb’ta sövme Enam, 108. âyette iki kere geçer.  “Onların Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına = tedûne) sövmeyin; onlar da haddi aşarak (adven) bilmeksizin (biğayri ilm) Allah’a söverler. İşte böyle, biz her ümmete yaptıklarını süslü (çekici) gösterdik, sonra onların son varışları Rablerinedir. O, herkese yaptıklarını onlara haber verecektir.” (6/108) Sövme, aynı zamanda sövüleni hafife alma, sövüleni küçük görmedir. Elbet, kişinin kendi inandığı Tanrı büyüktür, kutsaldır, değerlidir; başka tanrılar küçüktür, puttur ve değersizdir ama bu, kişiye onları aşağılama hakkını vermez. Âyet (6/108), saygı duymadığınız, inanmadığınız tanrılara sövmeyin ki, onlara inananlar da sizin inandığınız Tanrı’ya sövmesin; sizin kendi Tanrı’nıza say

İSTESEYDİ...

“İsteseydi, ne biz ne de babalarımız O’na şirk = ortak koşmazdık...” (6/Enam, 148. 16/Nahl, 15.) Aynı/benzer argümanı bugünün müşrikleri de söylüyor.  O’nun ne istediğini onlar mı belirliyor; Tanrı onlar mı, Allah mı?!. Bu beyinsizler, kendi isteklerine (iradelerine) bi başkası müdahale edince hopluyorlar ama kendileri Allah’ ın isteğine (iradesine) müdahale edebiliyorlar. Allah, ne/yi isteyeceğini (irade edeceğini) size mi soracak?!. Bunların bu iddiaları (= argümanları) tutarsız, ama ben, 6/Enam, 107. âyeti ve buna benzer âyetlerin açıklamasını yapayım. “Allah dileseydi, onlar müşrik olmazlardı. Biz Seni onlara bekçi yapmadık; Sen onlara vekil de değilsin.” (6/107) Herkes, kendinden sorumlu; Sen vazifeni yap!. Ben, Seni onlara hakkı tebliğ et de hidâyet bulsunlar diye gönderdim; ama onlar hidâyeti değil, dalâleti tercih ediyorlar; Sen üzülme!... “Allah, kime hidâyet ederse, onu saptıracak yoktur; kimi de dalâlette (sapıklıkta) bırakırsa, onu da hidâyete ulaştıracak yoktur.” (Bknz. 17

ĞÂFİR, 23-30

Bu kısa not, Ğâfir, 23 ilâ 30 arasındaki konuşmaya/diyaloğa değinecek. Ğâfir, diğer adı ile Mü’min Sûresi. Bu sûre, Ğâfir adını 3. âyetin ilk kelimesinden; Mü’min adını da 28. âyetteki Mü’min kuldan alır. O kul, Firavunun bir Bakanıdır, önce imanını gizlemiş; Firavun, Mûsâ (a.s.)’ı öldürmeye karar verince, imanını açığa vurmuştur. Sûrenin 23 ilâ 30. âyetleri, bu duruma işaret eder. Firavunun malî, ilmî (akademik) ve ekonomik danışmanları = Hâman, Kârun (ve Belâm), Mûsâ (a.s.)’ya sihirbaz (madrabaz) ve yalancı derler. (24. âyet) Çünkü Mûsâ’nın dediği olur/gerçekleşirse, konumlarını koruyamayacaklarını bilirler. Ortak kararla, Ona (= O Mûsâ’ya) inananların erkek çocuklarını öldürelim, kadınlarını da sağ bırakalım (kullanalım!.) Biz Onun (= O Mûsâ’nın) bizim dinimizi değiştirmesinden ve ülkemizde “fesat çıkarmasından”!  korkuyoruz. (25-27) derler. Firavun ailesinden (= kabinesinden) olup da imanını gizleyen O adam : Bir adam sırf Rabbim Allah dediği için Onu öldürecek misiniz?!. Ya O doğr

İRADE ve IHTİYAR

İki kelime de aynı şekilde, seçme, seçim yapma = tercih yapma olarak çevriliyor. Yanlış. Arapça’da kelimelerin harfleri, özellikle de kökleri farklı ise, o kelimeler, aynı “anlam ailesinden” olur ama eş anlamlı olmazlar; anlamları farklı olur. Pekiî, bu fark nedir?!. İrade, bir şeyi istemek = arzulamak; ıhtiyar o şeyi yapmaya karar vermek, o şeyi seçmek, tercih etmek. İstenmeyen bişey elbette seçilmez ama her istenen de seçilmez; bazen istek o kadar “güçlü” olmaz ve o istekten vazgeçilebilir. İrade etmeyi, emir verme gibi düşünün; her emir yerine getirilmeyebilir. “ve mâ teşâůne illâ en yeşâéllah... Allah istemedikçe (murad/irade etmedikçe = şâe) siz isteyemezsiniz. Ancak, Allah dilerse, siz dileyebilirsiniz...” (76/30) deki irade/dilek/istek de böyledir. Allah, bizi imtihan etmek (bizi seçmek) için bizim iyilik veya kötülük yapmamızı istemiştir, bu amaçla bize akıl, irade, güç/kuvvet ve kudret vermiştir, ama bizim iyilik veya kötülük yapmamızı O seçmemiş = ıhtiyar etmemiştir; seçim bi

ŞİDDET

Şiddet : Yapılan bir işin/eylemin güçlülük derecesi, etkisi, momenti (?!). Bir eylem, (kendi) kendimize de başkalarına uygulanabilir. İrademin/arzumun şiddeti. Öyle çoook istedim ki Rabbim kısa zamanda nasip etti. Açlığımın şiddeti. Öyle çoook acıktım ki, yemekten başka bişey düşünemez hâle geldim. Öyle çook üzüldüm ki (üzüntümün şiddeti o kadar çook fazla idi ki) iki günde yıkıldım, saçlarım ağardı... Rüzgârın şiddeti. Sesin şiddeti. Çarpışmanın şiddeti... Aile içi şiddet. Fiziksel şiddet. Psikolojik şiddet. Sözel şiddet... Şiddette normal güç ve kapasitenin fazlası kullanılır veya uygulanır; işte bu fazla, kaba, orantısız, dengesiz, sert ve aşırı olarak nitelenir. Normal nedir?!. Norma uygun olan. Normu kim belirler?!. Toplum (insanlar) veya Allah. Ben, bu yazıda bizim kendimize uyguladığımız şiddetten söz edeceğim. Şiddet, şiddete maruz kalanın bedensel, duygusal ve aklî bütünlüğüne zarar verir. Kişi, kendi kendine şiddet uygular mı?!. Uygular. Her türlü aşırılık şiddettir. Çook yem

ŞEDDE

Şedde : Bir harfi iki kere okutan hareke. Rabbe. Cenne. Habbe. Şedde. Hacce. Zerre. Zanne. İnne. Sümme. Cedde/Cidde... gibi. Rabbe (İkinci harfte durursak, Rab) : Sahip. Efendi. Fiil hâli : Rabebe veya Rabbebe. Yetiştirmek. Terbiye etmek. Rubbe : Meyve özü. Cenne (sonuna müennes tésı koyarsak, cennet) : Gizli. İlk harfi esreli okursak, cin, ecinnî. Cinnet : Çıldırmak. Mecnûn : Çıldırmış, delirmiş. Habbe : Tohum. Hub : Sevgi; muhabbet de aynı kök. Hıb : Sevgili. Şedde : Şiddetli/kuvvetli olmak. Bişeyin (harfin) üstüne basmak; o harfi ikilemek (= iki kere okumak); o şeyi, o şeyle sıkıştırmak, bağlamak. Hacce (ikinci harfte durursak hac) : (Birini bir tartışmada) Yenmek. Hüccet : Delil. Zerre : Tane. Taneleri bişeyin üzerine serpme. Zanne : Zan. Sanı. Şüphe. Varsayım. Doksa. İnne : Muhakkak. Genelde fâil olan ismin başına gelir, fâilin yaptığı işe kesinlik verir = “inne-l Allah’e ye’muru bil adl... Allah, kesinlikle adâleti emreder.” gibi. Sümme : Sonra. Önceden söylenen bir sözün üstüne

HİÇ (هيج)

Varlığı ile yokluğu arasında herhangi bir fark olmayan; varsa bile, çook değersiz veya önemsiz olan. Hiç param kalmadı. Bir hiç yüzünden onunla atıştım, onun kalbini kırdım. Ona o kadar nasihat ettim ki, hiç faydası olmadı, o yine bildiğini okudu... Hiç, tasavvufta önemli bir kavramdır. Celâleddin Rûmî : “Bir hiç olmazsan, bütün bu belâlardan kurtulamazsın. (Allah’ı kastederek) Evvel de Sen’sin, Âhir de Sen’sin; bizse, bir hiçiz.” der. Filibeli Ahmet Hilmi’nin meşhur eseri ‘Âmâk-ı Hayâl’indeki yolculuğu, bir “hiçlik” yolculuğudur. ... Sizce, Rabbimiz bizi, “bir hiç olmak” için yaratmış olabilir mi?!. Sanmam. O’na kul olmak, hiç olmak değildir; ama O’na kul olmayanlar, bir hiçtir. Bu kesin. Çünkü, kişilere kimlik ve kişilik (= şahsiyet) veren, onları yaratan, O’dur; kişiler, O’nun mülkünde “bişeydirler”!. O’nun mülkünde, O’nu tanımadan, ben bişeyim (Kralım, Kârun’um, Allâmeyim/Prof’um, şuyum-buyum) demek, hiç bi şey ifâde etmez. Çünkü O, o şeylere (onlara) değer vermez. Bizi hiçlikten k

ĞÂFİL

Etrafında olup-bitenleri göremeyen, yaşananların, yaşadıklarının farkında olmakta zorlanan. Hepimiz, kademeli olarak gâfiliz; kimimiz, gafletinin farkında, kimimiz değil. Din (= İslâm), insanlardaki bu gafleti azaltmak (ve yok etmek) için var.  “Rabbini sabah akşam içten içe, boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin işitebileceğin bir sesle zikret!. Sakın gâfillerden olma!. Şüphesiz ki Rabbinin katındakiler, O’na (Allah’a) kulluk etmekten kibirlenmez; O’nu tesbih eder/yüceltirler ve yalnızca O’nun için = O’na secde ederler.” (7/205-206) Tenezzül Tenezzül de inzâl de, nezele (نزل)’dendir. Kur’an bize, Rabbimiz Allah tarafından inzâl edilmiş (= indirilmiş) bir Kitâb’tır. Rabbimiz, bize bir Kitâb indiriyorsa, bizi önemsiyordur. Ama biz Ona (= O’nun indirdiği Kitâb’a, dolayısıyla da O’na) tenezzül etmiyoruz!. Tenezzülde kibir olmaz. 7/A’raf, 206’da övülen insanlarda, istikbar (= büyüklenme, kibir) bulunmaz; onlar ibâdet ederken büyüklenmezler (= lâ yestekbirûne an ı

ZORUNLU MU?!.

Ne zorunlu mu?!. Biçoook şey. Ekmek. Su. Hava. Ev (Toprak). Elbise... Zorunlu : Olmazsa olmaz olan; olmayınca yaşayamayacağımız şey/ler. Zorunlu olan/lar/a bağlanırız; onunla/onlarla bağımızı (hepten/toptan) koparırsak, ölürüz. Bu kadar çoook şeye bağlı olan biri (= bizler), özgür (= bağımsız) olabilir mi(yiz)?!. Muhtaçlık, özgürlüğü ezer-geçer; muhtaç olan, muhtaç olduğu kişiye (ve şeye) boyun eğer. Gerçek Tanrı hariç, hiç kimse, “ben hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değilim’, diyemez.  Buradan/böyle bakınca, bizim için “mutlak özgürlük” hayaldir, ütopyadır. Pekiî, bir çoook şeye bağlı (bağımlı?!) olmak mı, tek bir “şeye”! bağlı (bağımlı) olmak mı iyidir?!. Şöyle de sorayım : Bu kadar çoook şey, bir kişinin emrinde olsa mı iyi, bir çook kişinin emrinde olsa mı iyi?!. Şirk, bu kadar çoook şeyi bir çook kişinin emrine vermek; Tevhîd, bu kadar çoook şeyi BİR TEK KİŞİ’NİN emrine vermektir. Neticede herkes, bilse de bilmese de, B/birine veya bir çook şeye, kişiye bağlı, bağımlıdır. Onu ve