DİL ve DİN
Dil, konuşma ve yazmadır, hitap ve kitaptır; malzemeleri de kelimelerdir.
Dil, bizi birbirimize (= beni size; sizi, bana) bağlayan bir bağ, taşıyan bir köprüdür.
Dil köprüyse veya bağsa, dilden önce ve dilden sonra bişeyler (uçlar) vardır. Bu, aynen milattan önce, milattan sonra gibi bişeydir. (D.Ö – D.S.) Dilden önce, düşünce (mesaj, anlam); dilden sonra, eylem var. Dil, düşünceyi eyleme taşır, bağlar. Düşünce (mesaj, anlam), dile yüklenir. = Dil düşüncenin (mesajın, anlamın) taşıyıcı köprüsüdür, aracıdır. Dil aracına yüklenen düşünce (mesaj, anlam), dil köprüsünden “karşıya, muhataba” taşınır, ulaşır, ki muhatapta bir etkiye ve tepkiye neden olsun da eyleme (hayata/pratiğe, bir değişikliğe) dönüşebilsin.
Dili kullanan (= konuşan veya yazan), düşünceyi (mesajı, anlamı), muhatapta bir etkisi olsun, muhatap değişsin/dönüşsün diye dile yükler ve gönderir. Ona da birileri dille, bu şekilde düşünce (mesaj, anlam) göndermiş, yüklemiş; o, bu amaçla çeşitli konuşmalar dinlemiş ve yazılar okumuştur.
Düşünce (mesaj, anlam), dille taşınır; kültürü dil taşır; gelenek, kültürle (dille) taşınır ama pratiğe geçirilmezse çok çabuk unutulur. Yazı, bu unutmayı geciktirmek için icat edilmiştir. ‘Söz uçar; yazı kalır.’ Ama, nesilden nesile (bilenden bilmeyene) aktarılan düşünce (mesaj, anlam), yaşanarak pekişmezse ve test edilerek benimsenmezse, sadece sözde ve yazıda kalır, kitap olur, arşiv olur, etkisizleşir, etnografikleşir. Düşünceyi (mesajı, anlamı) canlandıran, ete kemiğe büründüren, görünür kılan, eylemdir, ameldir. Düşünce, teoridir; eylem, pratiktir. Teori, dille eyleme/pratiğe dönüşsün = hayat olsun diye taşınır.
Düşünce aktarıcıları (= kültür-sanat ve bilim adamları), âlimler (= hocalar, tebliğciler), düşünceyle, salt düşünce (teori) düzeyinde ilgileniyorlarsa, düşüncelerini pratiğe/eyleme dökmüyor, bizzat yaşamıyorlarsa, “felsefe yaparak” ve düşünce/bilgi satarak (= düşüncenin/bilginin ticaretini yaparak) kazanç ve prestij elde ediyorlar demektir. Bu husus, din adamları için de geçerlidir.
...
Din de dil ile taşınır. Din, ilâhî Mesajdır. O Mesaj, Arap diline (= Arapça’ya) dökülmeden önce (= dilden önce =D.Ö) Kur’ân’dı. Efendimizin kalbine (vahiyle) okundu. Sonra Arap harflerine büründü (= onlarla okundu ve yazıldı) ve Kitâb = Mushaf şeklini aldı. Bu arada (= 23 yıl zarfında) hayata da taşındı ve Sünnet olarak göründü. Aslında Arap harflerine dökülmesi (= okunup ve yazılması) sonradandır; Onun sonraki nesillere taşınması, aktarılması içindir. Kitâb, Sünnet’le birlikte hayat olarak taşınabilseydi = Kitabın Mesajı her neslin kendi sünneti olabilseydi, bugün yaşadığımız sıkıntıları yaşamazdık. (İlk Sünnet, Efendimizin hayatı; ikinci sünnet, Ondan sonra gelen Müslümanların hayatı) Bugün Kitâb = İlâhî Hitâb, hayattan kopuk okunduğu için sünnete dönüşemiyor.
Kur’ân, Efendimize Hitâb’dı. O, Onu (= Kur’ân’ı) bize Kitâb ve Sünnet olarak bıraktı. Biz Kitâb’ı aldık, Sünnet’i bıraktık. Sünnet’i de kitap gibi yazılı bişey (= Hadis) zannettik; oysa Sünnet, Kitâb’ın hayat olmuş, pratiğe aktarılmış hâliydi. Hadis, hâdise olan (= meydana çıkan, görünen) Kitâb/Kur’ân demektir. Sünnet, bu hâdiselerin bütünü, bütünlüklü uygulamasının adıdır; nesilden nesile aktarılan, aktarılırken yenilenen ve canlandırılan (Kur’anî) hayattır.
Kur’ân, Kitâb ve Sünnet.
Bizler bugün Kur’ân değil, Kitâb (= Mushaf) okuyoruz; bu yüzden hiç Sünnet’le tanışmıyoruz. Sünnet’le tanışmamız için Kur’ân okumamız (= O Mesajın bizim kalbimize de inmesi) şart!.
O Mesaj, bizim kalbimize inmediği = dilimizde kaldığı sürece, günlük yaşantımızda = hayatımızda Onun bir faydasını göremiyoruz. Belki, psikolojik olarak sevap kazanıyoruz diye avunuruz ve Onun lafzî aktarımı (= öğretimi) üzerinden para ve prestij (= ün/nam, ünvan) kazanıyoruz; o kadar!.
Kitâb (= Mushaf), Efendimizde Sünnet’e (= hayat pratiğine) dönüşerek canlandığı gibi, bizde de sünnete dönüşerek canlanmalıdır.
‘Sünnetsiz Kitâb’!, ruhsuz beden gibi, ölüdür.
Bugün bizler, bu “ölü Kitâb’ı”!, ‘ölülerin ruhlarına’ okuyoruz. Kitâb’ın bize can/ruh olması için, Onun Mesajlarını anlamamız ve yaşamamız şart. Bunun başka yolu yok. Anlama yoksa, yaşama da yoktur. Basit/yüzeysel bir hesapla, kuru (lafzî) okuma, işin sadece % 33’üne denk gelirse; geri kalan % 66 eksiktir. Okuma ve anlama var, ama yaşama yoksa, işin % 33’ü eksiktir. Ama ben, aslan payını, %50'lik payı yaşamaya veriyorum; okumaya % 10-15; anlamaya da % 35-40... Oysa bugün carî/resmî din, okumaya (ve yazmaya) % 85-90, anlamaya % 10-15 pay veriyor; yaşamanın payı ise sıfır.
...
Rahmân Sûresi ilk dört âyet, oldukça düşündürücü. “Er-Rahmân. Allame-l Kur’ân. Halaqa-l insân. Alleme-hül Beyân.” Rahmân, (önce?!) Kur’ân’ı öğretti; (sonra?!) insanı yarattı; (daha sonra da?!) insana beyanı öğretti.
Henüz yaratılmamış insana Kur’ân öğretilebilir mi?!.
Yaratmayı bedenlenme olarak alırsak/görürsek, öğretilebilir; çünkü öğrenen, beden değil, ruhtur.
Kur’ân’ı ruhumuzda hissetmez, ruhumuzla anlamazsak, Onu öğrenmiş olmayız; öğrenemeyince de öğretemeyiz.
En etkili öğretim (anlatım) yaşamaktır; ne konuşmak ne de yazmaktır.
Böyle bakarsak, Kitâb (= Kur’ân), kâldir; Sünnet, hâldir.
Din, yaşanan hayattır.
Yorumlar
Yorum Gönder