Kayıtlar

Ekim, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

GÜVEN-ME!.

Güvenme, inanmadır. Çağımızda güven sarsılmıştır; kimsenin, kimseye güveni kalmamıştır; oysa, Mü’min, güvenilir adamdır. Mü’minin güveni, Allah’a imanından (= güveninden) kaynaklanır. Mü’min, kimseyi aldatmaz, yalan söylemez... Mü’min, Allah’a; Allah, Mü’mine güvenir; Allah da Mü’min (= El- Mü’min), kul da Mü’mindir. Kul, Allah’ın Mü’minliğine; Allah kulun Mü’minliğine güvendiği için, Mü’mindir. Kul, Mü’minliğinde samimî oldukça, Allah Mü’min kulunu tehlikeye atmaz; Mü’mine “tehlike gibi” gelen hususlar, onu denemeye yöneliktir. Güvensizliğin en uç noktası, Allah yolunda ölüm tehlikesinin baş gösterdiği ândır. Allah, ölüm tehlikesi ile de (= şehâdet ile de) Mü’min kulunu dener. Samimî Mü’minin Mü’minliği, böyle bir tehlike karşısında belli olur. Mü’minin Mü’minliği, Allah için ölümü = şehâdeti seve seve göze alabilmesi ile perçinlenmiş olur; onlar, ölümü (= en büyük tehlikeyi) öldüren ölümsüzlerdir.  Allah’tan korkan, Allah dışında hiçbir şeyden ve hiç kimseden korkmaz. Allah’tan k...

EÛZÜ-BESMELE ÇEKMEK

“Eûzü billahi mine-ş şeytan-ir racîm. Bismillahirrahmanirrahim.” = Taşla kovulmuş (= recm edilmiş) şeytandan (= şeytanın kötülüğünden) Allah’a sığınırım. Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla (başlarım). İki kısa cümlede bir çok hikmet gizli/saklı.  Şeytan, kötülük üreten şarlatan. Allah ise, sığınak, korunak. Şeytan, Allah ile; Allah, şeytan ile değil; ikisi “karşı karşıya, birbirlerinin tezi ve antitezi” değiller. Allah’la olan = Allah’a yakın olan şeytandan uzak; şeytanla olan = şeytana yakın olan Allah’tan uzak olur. Şeytan, kötülüğün adresi ve temsilcisi; Allah ise, mahzâ hayırdır. “İyilikle kötülük bir ve beraber olmaz.” (41/34) Kötülükten (= şeytandan, şeytanîlikten) kurtulmak için “Allah’la olmak”, Allah’a sığınmak şarttır.  ... Şeytan, şeytanlık, şeytanîlik nasıl oluştu; Allah, şeytana neden müsaade (= mühlet, kötülük yapma imkânını veya fırsatını) verdi?!. (7/14-15) Şeytan, insanla/Âdem’le = insanın/Âdem’in yaratılmasıyla şeytanlaştı; insan/Âdem yaratılmadan o da itaa...

TARİH NEDİR?!.

İnsanlığın (= devletlerin, milletlerin ve insanların) başından geçen/geçmiş olayları zaman ve yer göstererek anlatan disiplin, tarih.  Tarih, “yazılır”!. Tarih yazma, aynı zamanda tarih yapmadır, ama bu yapma/yazma, esas/asıl tarihi yapanları = tarihin asıl aktörlerini değil, sonrakileri/bizleri, yazılan tarihi okuyanları ilgilendirir. Tarihi kim yazar?!. Bu soru, iki şekilde cevaplandırılabilir : 1) Objektif = tarafsız tarih yazıcıları. Bunlar tarihi, tarihten ders almak (geçmişte yaşanan aynı hataları yapmamak; geçmiş iyiyse/işe yararsa, örnek almak) için yazarlar.  2) Tarihi kendi amaçları için kullanmak isteyenler de kendi çıkarlarına uygun bir tarih yazarlar. Bunlar, (her şeyi olduğu gibi) tarihi de kullanırlar.  Öyleyse, bir yaşanan/olmuş-bitmiş tarih; bir de yazılmış, kullanılan/okunan tarih vardır. Geçmişte yaşananlar = tarih (tarih, geçmişte yaşanan olaylardır), sonraki nesillerin “kullanması”! (= ders/ibret alması) için yazılır. İşte bu “kullanım”, birileri tara...

DEVLET NEDİR?!.

Devlet, milleti yönetmenin örgütlü şeklidir. Devlet, güçtür, mutluluktur, rütbedir. Devlet, “kurulan” bir yapıdır, “kurgudur”; kurulunca da tüzel kişilik kazanır; devletin özel/şahsî bir kişiliği yoktur. Devlet yönetimi, bir anlamda örgütlü, kurumsal, kurallı millet yönetimidir. Devlette, yöneticilerle yönetilenler arasında “sorun” yoksa, devlet-millet kaynaşması, dayanışması vardır ve bu devlet, ideal bir devlettir. Her devlette, her zaman yöneticiler azınlık; yönetilenler çoğunluktur. Millete (= çoğunluğa) rağmen = milletin (= çoğunluğun) değerlerine rağmen, azınlıklar veya seçkinler tarafından bir devlet kurulabilir ve bu devlet, milleti (= ahâliyi, çoğunluğu) zamanla kendi değerleri ile şekillendirebilir. Genelde her devlet bu şekilde kurulur, kurulmuştur. Yâni, gücü elinde bulunduran azınlıklar, örgütlenerek = daha da güçlenerek, çoğunluğu yönetmişlerdir; bu sayede de ya çoğunluğa kendi dünya görüşlerini benimsetmişler ve çoğunluk hâline gelmişler; ya da çoğunluk onların dünya gör...

İNANÇ ÇEŞİTLERİ veya TANRI TASAVVURLARI

İnsanlık, tarih boyunca çeşitli Tanrı’lara inanmış veya tapmış ve de bu inanış veya tapışlara belli adlar takmıştır. 1. Monoteizm. Teizm de denir. Teistler, tek Tanrı’ya inanırlar. 2. Ateizm. Ateistler, hiçbir Tanrı’ya inanmazlar. Bence Tanrı'sız insan yoktur. 3. Henoteizm. Henoteistler, tek bir Tanrı’ya inandıklarını söylerler ama “sırasıyla” bir çok Tanrı’ya inanırlar, taparlar. 4. Düalizm. Seneviye de denir. İki Tanrı’ya inanmadır. Onlardan biri iyilik; öteki kötülük Tanrı’sıdır. Zerdüştlük, düalist bir Tanrı anlayışına dayanır. 5. Politeizm. Çok Tanrıcılık. Politeistler, aynı ânda bir çok Tanrı’ya inanırlar veya taparlar. 6. Deizm. Deistler, pasif = etkisiz bir Tanrı’ya inanırlar. 7. Agnostisizm. Agnostikler, Tanrı konusunda kararsızdırlar. ... Sizce, özelde Türkiye toplumu; genelde de İslâm dünyası, hangi gruba giriyor?!. Bence, büyük ölçüde 3. gruba. Bu gruptaki “sırasıyla” kelimesine dikkat ediniz!. Bu büyük çoğunluk, “belli vakitlerde” Allah’a; “belli vakitler...

MASAL, MESEL ve MİSAL (= 3M)

Masal, uyutur. Mesel, uyandırır. Misal, bilgilendirir. Bu yargılar, “kesin” değildir. Çocuk değilsek, masalın, uyandırıcı ve bilgilendirici yanı da etkisi de vardır. Ama çoğumuz çocuk gibi, masal dinliyor, masallarla uyuyor, uyutuluyoruz; soyut düşünmeyi bilmiyoruz. Mesel, soyut düşünebilenler içindir. Misal, soyut düşünmeye geçişi kolaylaştırır.  Kur’an’ın kıssaları, meseldir, misaldir; masal değildir.

İNTİFÂ' = انتفاع

Benim mülkiyete bakışım, mutlak değil. Mülkiyet iki şekilde kullanılabiliyor: Mutlak ve Geçici. Geçici kullanım, faydalanmadır; mutlak kullanım, sahiplenmedir. Geçici kullanım hakkına hukukta intifâ’ (hakkı) deniyor. İntifâ'nın kökü, NFA = fayda; نفع  ile فائدة aynı değil. İlkinde zaruret var; ikincisinde çıkar. (= faydacılık, pragmatizm, utilitarizm).  Mülkiyet, kapitalizmde olduğu gibi mutlak değil; sosyalizmde veya komünizmde olduğu gibi “sahipsiz” veya sahibi, gayr-i şahsî, muallakta değil. Mülkün = mülkiyetin yegâne sahibi Allah’tır. Allah, mülkünü dilediğine (= isteyene, çalışana) emanet olarak verir, sonunda da geri alır. Kim, ne götürüyor?!. Mülkiyette bize verilen hak, intifâ’ = geçici kullanım hakkı. Herkes, mâlik olduklarını ölene kadar (= geçici olarak) kullanıyor; ölmeden veya ölünce de bir başkasına (= mirasçılarına) devrediyor. En sonunda da o mülkler, ASIL SAHİBİNE geri dönüyor.  “limen-il mülk-ül yevm?!, lillah-il Vâhid-il Kahhâr.” (40/16) Mülk, sadece ma...

ÇATLAK

Çatlak : 1) Üzerinde yarık görülen bütün, çatlamış/yarılmış olan. 2) Kafadan kontak, kaçık olan. Çatlak ses : Aykırı, muhalif, farklı, yabancı, uyumsuz, düzensiz ses. Çatlama, “farklı” olmaya, “ayrılmaya” meyilli olmadır. Çatlak büyürse, “bünyeden” (= bütünden, bütünlükten) kopuş (= ayrılık) kaçınılmaz olur. Eğer bu bünye, “sosyal bir bünye” (= toplum) ise, insanları bir arada tutmak zorlaşır, ayrılıklar (kopuşlar, bölünmeler) fazlalaşır; o toplumda “farklılıklar” oluşur; “toplum = sosyal/toplumsal bünye” dağılır.  Sosyal/toplumsal bünyeyi bir arada tutan nedir?!. “Aynı” değerler etrafında belirlenen “ortak” hedeflerdir. Çatlak, “aynılıktaki veya organik bütünlükteki” yarılmadır.  ... İnsan, organik bir bütündür; onun her organı (= eli, ayağı, gözü, kulağı, vs.) vücudunu (= vücut bütünlüğünü) oluşturur. Bir insanın “görünüşte/zâhiren” vücut bütünlüğü tamsa!; ama eylem (= davranış) olarak eliyle ayağı, gözüyle kulağı, vs. organları “ayrı” telden çalıyorsa = “aynı” iş (= amaç) i...

VİCDAN

Mevcut. Mevcudât. Vücud. Vecd de aynı kök : VCD (= وجد). Vicdan, ahlâkî bir kavram. Sanki, mevcudâtın özünde “saklı” olan kod gibi. O kodu bulmaya (Arapçada bulmak, vecede) vicdan; onunla olmaya da vicdanlı olmak deniyor. Vicdan bulununca = vicdanlı olununca, kişi kendinden geçiyor. (= vecd hâli.); mevcudât ile “bir” oluyor; kendine, hiçbir şeye ve hiç kimseye zarar veremiyor. Emmanuel Levinas, etik olanı, ontik ve epistemik olanın (= ahlâkı, ontolojinin ve epistemolojinin) önüne geçirir. Ahlâk’ın kökü de halktır. (= yaratmadır.) Tanrı’ya göre yaratma, bilmeden sonra olsa da; bize göre yaratma = yaratılma, bilmeden öncedir; yaratılmasaydık (= var = mevcut olmasaydık) bilemezdik. Yaratmaya = yaratılmaya dönersek, oradan da Tanrı’ya varabilir, -- ki, yaratılanlar, bizi Tanrı’ya götüren âyetler, işaretlerdir --; ontoloji ve epistemoloji = bilgi yoluyla vicdanımızı ve Tanrı’mızı bulabiliriz. Vicdanlı olamayan, vicdanını bulamayan, Tanrı’sını da bulamaz.

ÇEKİL/ÇIK ARADAN!.

Bir okur/okuyucu, ‘faydalı ve etkili’ yazmak için ne yapılması gerektiğini soruyor.  Bir iş, iyi ve başarılı bir şekilde yapılacaksa, çook alıştırma yapılmalı. İyi yazma da iyi, düzenli ve çok okuma ve çok yazma ile, bunlara alışkanlık kesp etme ile mümkün olur. Ben bunları (okuma ve yazmayı) yaparken, ne okuduğumun ve ne yazdığımın “farkında değilim”!, bence “rastgele”! okuyor ve “rastgele”! yazıyorum; sadece okuma ve yazma isteği duyuyorum; ve de, hep şu duâyı ediyorum. “Rabbi yessir, ve lâ tuassir, Rabbi temmim bil hayr. = Rabbim kolaylaştır, zorlaştırma; hayırla tamamla, sonuçlandır.” Yazmanın başlangıcında düşünme, sonunda da yazıya dökme varsa; ilkini (= düşünmeyi) akıl; ikinciyi kalem (= el) yapar/yapıyor; ikisi de “benim değil”!, bana verilmiş emanetler. Aslında ben de bana, benim kullanmam için verilmiş bir emanet. Ben, bir aracıyım, aracım, kullanıcıyım. Bu araçların, nasıl kullanılacağı, “üzerlerinde = fıtratlarında”! yazılı; ben de bu araçları (= aklı, eli = bedeni) onl...

ABDEST : NAMAZA HAZIRLIK

Abdest, namaz gibi Farsça; ab, su; dest, el; abdest, el suyu. Abdestin Arapçası, vudû (= وضوء) : arılık-duruluk, temizlik demek. Abdest, Huzûr’a temiz çıkmak için yapılan hazırlıktır. Bu hazırlığın iki boyutu vardır : Fizikî arılık-duruluk veya temizlik. (= Bedenin arılığı-duruluğu veya temizliği.) Ruhun (duyu, duygu ve düşüncelerin) arılığı-duruluğu veya temizliği. Bedenin arılığı-duruluğu : Ellerin, ağzın, burnun, yüzün, kulakların, kolların ve ayakların (su ile) yıkanmasıdır.  Ruhun (duyu, duygu ve düşüncelerin) arılığı-duruluğu veya temizliği : Eller yıkanırken elin ma’nen temiz olması, haramı tutmamış, harama uzanmamış olması; ağız yıkanırken yalanın, kötü sözün söylenmemiş olması; burun yıkanırken kötü kokulardan uzak durulması; yüz yıkanırken herkesin ve Rabbin karşısında ve kıyamet gününde ‘yüzün ak, başın dik’! olması; kulaklar yıkanırken kötü sözlerin işitilmemiş olması; kollar ve ayaklar yıkanırken kötü işlerin yapılmamış, kötü yollara gidilmemiş/girilmemiş olması... Baş...

HAZIR/LA/N/MAK

Hazır ile huzur aynı kök : HDR (=حضر). Hazırlamak, bişeyi bişey için hazır (= elde, el altında, mevcut) tutmak. Hazırlanmak ise kişinin kendisinin bişey için hazır olması, hazırlanması. • Sınava (üniversite sınavına) hazırlanmak. • Yola, yolculuğa hazırlanmak. • Ana veya baba olmaya hazırlanmak. • Hoca olmaya, hacı olmaya hazırlanmak. • Siyasete (= devlet yönetmeye) hazırlanmak. • Ameliyatlık bir hasta isek, ameliyat olmaya hazırlanmak. • Dede-ebe olmaya hazırlanmak. Ve • Ölüme (= ölmeye) hazırlanmak.  Hayat bu mu?!. Ölüm sonrasına hazırlanmak yok mu?!. Ölüm sonrasına hazırlanma, Müslüman olmaya hazırlanma (= Müslüman olmak) ile başlar. Ama biz Müslümanlığı hazır buluyoruz, ona hazırlanmıyoruz ki!.  Müslüman olunca da ölene kadar hem ölüm öncesinde (= dünyada) hem de ölüm sonrasında (= âhirette) güzel bir hayat (yaşamak = cennet için, cennete girmek) için hazırlanılır. Müslümanlığı hazır bulduğumuz gibi, cenneti de hazır bulmayacağız!. Cennete girmemiz için ona...

LOGOS, ETHOS, EROS ve PATHOS

Kısaca LEEP. Logos : Bilgi taşıyan Söz, Kelâm. Ethos : Ahlâkîlik, ahlâkî davranabilme. Eros : Bi başkasına (ötekine) ilgi (= Sevgi) duyabilme ve bu şekilde (severek) var olabilme/kalabilme ve var edebilme. Pathos : Acı. Kendini ve bi başkasını (ötekini) var ederken acı çekme/çekebilme.  Sadece logos, felsefenin; hepsi de (= logos, eros, ethos ve pathos), dinin alanına girer; felsefe, eros, ethos ve pathos’a yabancıdır. Logos, Kitâb’tır, Hitâb’dır, Söz’dür, Kelâm’dır. Eros, bu Kitâb’ın, Hitâb’ın, Söz’ün, Kelâm’ın sevgisidir. Ethos, bu Kitâb’ın, Hitâb’ın, Söz’ün, Kelâm’ın hayata (yaşama, fiiliyata) aktarımıdır, ahlâktır. Pathos, Kitâb’ın, Hitâb’ın, Söz’ün, Kelâm’ın hayata (yaşama, fiiliyata) aktarımında çekilen kutsal acı ve hazdır. Bu acıyı ve hazzı kutsal kılan da Tanrı’nın Rızasıdır, Tanrı’dır.  Tanrı, bize Söz’ünü (= Kelâm’ını, Logos'unu) göndererek bize Kendini sevdirir (= Eros); biz de O’nu sevdiğimiz için O’na ve O’nun yarattıklarına ahlâklı davranırız (= Ethos); bunları ...

ÖTEKİ

Öteki ya da Başkası. Ben olmayan ama benim muhatabım olan veya muhatabım olması muhtemel olan. Sen. O. Siz ve Onlar. Biz’de : Ben de Ötekiyim, ya da Ötekiler de Ben’im gibi, bana benzer Ben’ler. Öteki (Başkası), Ben’im dışımdaki herkes. Sen : şu ân Ben’im muhatabım olan Öteki; O da : şu ân Ben’im muhatabım olmayan Öteki. Siz ve Onlar da bunların ikinci ve üçüncü derece çoğulları. Biz : Ben’im devamlı muhatap olduğum ve anlaştığım, kendime benzettiğim Ötekiler. Öteki veya Ötekiler yoksa, Ben, Ben olamam; Ben, kendimi kuramam. İnsan, tek başına yaşayamaz. İnsan, insana (aileye, dosta, arkadaşa, vb.) her zaman muhtaçtır. İnsan, kendine bir muhatap arar; kimseyi bulamazsa; kendi, kendine muhatap olur, kendini arar; kendi kendiyle konuşur; kendine : ‘sen’, der. ... Düşünüyorum, öyleyse varım. (= Cogito. Descartes.) Bendeki o şey (= conatus), beni var kılıyor. (Spinoza) Varlığı fark ediyorum, ve varım. (Heiddegger) Sorumluluk alıyorum, varım. (Levinas) İlk iki filozof Ben’in; üçüncü ve dördü...

NEFES & NEFİS

Nefes, nefes (soluk) alıp-verme. Nefis/nefs, nefesin (soluğun) sahibi olan kişi. Nefes, havadır. Hava ise, içimizde esen rüzgârdır, rîyhtır; dışarıdaki rûhun/rîyhın (= havanın) içeri çekilmesi/alınması-verilmesi, üflenmesidir.  “Onu = topraktan (= balçıktan yarattığım insanı) biçimlendirip şekillendirdiğimde Ruh’umdan ona üfledim. = feizâ sevveytühů ve nefahtü fîhî min Rûhî...” (15/29) Yaşayan herkeste O ruh (O nefes) var. Bazılarında (= Elçilerde) ise, O ruh (O nefes), çook güçlü. Onlara ekstra/taqviye Ruh veriliyor. = Onlar, ekstra bir Ruh’la (= Cebrail ile) taqviye ediliyor, destekleniyor, güçlendiriliyorlar. Kâinatta bu Rûh’un bir çoook katmanı var. En güçlülerine, vahiy getiren/indiren Cebrail deniyor; Onun aşağısında, ilham (= esin, sezgi, inspiration) getirenler; fikir/düşünce üretenler; rüzgâr estirenler, vs... var.  “Nefesi güçlü/kuvvetli olanlar”, (üfürükçüler değil) güçlü/kuvvetli nefes alanlar ve verenlerdir.  Nefes almanın ve vermenin farkında olarak nefes al...

DE Kİ ONLARA...

De/söyle onlara. Anlat onlara. Onlar bilmiyorlar. Bu yüzden sahte ilâhlara tapıyorlar. Sen, taptığın, inandığın İlâh’ı onlara anlat!. De onlara = “Qul : ” O, Allah’tır. = “Hüve Allah.” (O’nun Adı Allah’tır. = O, El-İlâh’tır. Yegâne ilâh O’dur.) “Allah-u Ehad.” = O Birdir, Bir-Tekdir,  Biriciktir.  (O’ndan başka ilâh yoktur. Ehad : Bir. Tek. Birtek. Yek. Tekbir. Birinci. Önce. Evvel.) “Allah-us Samed.” = Herkes ve her şey O’na muhtaç. O, kimseye muhtaç değildir. “lem yelid ve lem yûled.” = O, doğmadı, doğurulmadı; doğurmadı, doğurtmadı. Çocuk da olmadı, baba da olmadı, ana da olmadı. “ve lem yekün leHû küfüven Ehad.” = Kesinlikle kimse O’na benzemedi, benzemez, benzemeyecek. Kesinlikle kimse O’na denk (= eş, eşit) olmadı, olamaz, olmayacak. Dört kısa âyetten (= cümleden) oluşan bu sûrede : İki kez, Allah İsmi; iki kez, Allah’a giden (= Allah’ı işaret eden) Hüve/Hû zamiri; beş sıfat, bunların biri Samed, diğeri Ehad (= Ehad, iki kez geçiyor. İlk Ehad ile son Ehad’in gönderimleri...

COŞKU

Coşku, sadece aşırı bir heyecan mıdır?!. Büyük ölçüde böyle bir heyecandır, böyle bir duygudur; ama, işin aklî (= düşünsel, düşünce) yanı da vardır. Coşku, duygulanımın, duygunun taşmasıdır. Sevginin coşkusu olduğu gibi, nefretin veya kinin coşkusu da olur. Akıl da, bilmekten coşku (= heyecan) duyar; bildiği ile yetinmez, taşar, kabını aşar. Herkesin coşkusu farklıdır. (= farklı farklı şeyleredir.) Coşku, bizdeki isteğin, istek duyduğumuz şeye aşırı yönelimidir. Kimi mala (= paraya-pula); kimi cana (= karşı cinse, kendine veya kendi gibi birine); kimi de makama (= ünlü olmaya) yönelir. İlki, zenginlikle, (zengin olma coşkusu ile); ikinci ve üçüncü, sahip olma (sahiplenme) coşkusu ile “olma”!dır; ama bu “olmalar”, bu aşırı istekler (= coşkular), akılla (= akıl coşkusu ile) birlikte yürümezlerse, kişinin gözünü kör ederler. = Malla coşan, mal olur; o kişiyi malla (= parayla) satın almak da kolaylaşır. Hemcinsinin veya karşı cinsinin canıyla coşana her zaman daha güzel hemcins veya daha g...

YÜKSEK GERİLİM!.

Aşkın ve İçkin. Dışsal ve İçsel. Transandent ve İmmanent. Zâhir ve Bâtın. = Görünen ve Görünmeyen. Sonsuz/Sınırsız ve Sonlu/Sınırlı. ... Sürekli aradığımız ama bir türlü bulamadığımız Tanrı’dan söz ediyorum. O’nu, hem dışarda hem içeride arıyoruz. O’nu, sırf/sadece dışarda ararsak, bizden uzak, bizden ayrı bir “öteki” olarak algılıyoruz; sırf/sadece içerde ararsak, bizdeki eksiklikleri ve zaafları O’na yakıştıramıyoruz!... Arayışımız, bizdeki eksiklikleri, zaafları tamamlamak (= tam olmak) veya kemâl bulmak için değilse, bu da bir oyun. = bu da bir Tanrı arama oyunu!. “Tanrı’yı inkâr etmiş ve/veya kaybetmiş” insanlara göre Tanrı bulunamaz ama aranabilir. Bana göre tüm aramalar, bulma/k içindir; ara(n)madan bulma zaten olmaz; bulmak için arama yapılır. Bu arayışta arayan, kendini de bulabilir, kendini de bilebilir. Kendini bilme (= bulma), hem ne aradığını bilme, hem de içe bakış, içte ne var ne yok, görmedir. Aranan içte/içerde değilse, bu sefer dışarda aranır; ama dışarı sonsuzdur. Bu...

OLMAK ve ÖLMEK

Olmak, olunca ölmemektir!. Olunca ölenler, “tam” olmayanlar, olamayanlardır. Olmadan ölenler, “tam olma = tamamlanma” derdi olmadan veya Tam Olan’la beraber olma arzusu duymadan (= böyle bir derdi olmadan) ölenlerdir. “Tam olma = tamamlanma” derdi olanlar, Tam ve Ölümsüz Olan’ın yolunda “öle öle dirilenler veya olanlardır”!. Diğerleri, tam ve ölümsüz olmayan = olamayanlarla (= sahte ilâhlarla) birlikte olanlar ve onlara bağlananlardır. Eksik ve ölümlü olan ilâhlar, bağlılarını da eksik ve ölümlü kılarlar. “Allah-u lâ ilâhe illâ Hüve-l Hayy-ül Qayyûm. Lâ te’huzüHû sinetün ve lâ nevm...” (2/255) Tam olmak, var olmaktır. Tam olmayanlar, var da değildirler. Var olmak, tam olmaktır veya Tam, Mükemmel ve Ölümsüz Olan’a kul olmaktır.

BÜYÜK VE BUYRUK

Büyüğü biz, farklı anlamlarda kullanırız. Fizikî anlam : 1) İri, cüsseli. 2) Güçlü, kuvvetli. 3) Yaşlı. Mecazî anlam : Üstün, değerli, seçkin, saygın. ‘O, bizim büyüğümüz; biz ona saygıda kusur etmeyiz. O, bir devlet büyüğü. O, büyük bir âlim.’ gibi.  Bir de EN BÜYÜK olan Allah var; O, büyüklerin en büyüğü. = Allah-u Ekber.  Kebir, büyük; Ekber, en büyük. O, bütün büyüklerden çook büyük. O’nun büyüklüğü, nasıl bir büyüklük, hem fizikî hem mecazî mi?!. Öyle olmalı. Öyleyse, günde beş vakit, ezanla (20 kez); namazlardakileri de sayarsak, 200 kez “Allah-u Ekber” diyoruz; da, Allah’ı En Büyük olarak görüyor muyuz; yoksa bu sözlerimiz, sözde mi?!. Soru bu. Bu soruya çook samimî bir cevap/karşılık vermemiz gerekiyor. Size biraz yardımcı olayım. Bu kadar çook “Allah-u Ekber” diyoruz, Allah’ı en büyük olarak görüyoruz; da, O’nun dediklerini (= emir ve yasaklarını) yapıyor muyuz, yapmıyor muyuz = O’na saygıda kusur ediyor muyuz, etmiyor muyuz?!. Ahâliye (= millete) günde beş kez (= vak...

SEVGİ

Sevginin Arapçası Hub; Yunancası Sofia. (Hubbullah. Filozofi = filosofi). Sofi, bizde bir tarikata mensup olanlar için kullanılır. Filozof, bilgiyi seven; sofi, Tanrı’yı seven (?!) kişi. Sevgi, davranışlarımızın itici (= sevk edici) gücüdür. Hıristiyanlıkta da Müslümanlıkta da sevgi başat güçtür. Sevmediğimiz işleri yapmayız. "İnsanların çoğu, Allah’a başka varlıkları (= ilâhları) denk tutar ve onları Allah’ı seviyormuş gibi severler. İman edenlerin Allah sevgisi, her sevgiden üstündür (= her sevgiden çok daha şiddetlidir = eşeddü hubben lillah)..." (2/165) ... Filozofun bilgi sevgisi, en üstün sevgidir, de; sofinin Allah sevgisi de en üstün sevgi midir veya sofi, Allah’ı şeyhinden daha çok mu sevmektedir; yoksa tersi midir?!. Peygamber sevgisini ayrı tutuyorum; çünkü Allah, Peygamberi ile (Kendi) arasını ayırmıyor. Çünkü, insanları Kendine ulaştıran, Elçileridir.  Meseleye böyle bakarsak, araya şeyhler (= mürşitler) gibi başka insanlar koymak mümkün müdür?!. Hayır. Çünkü, bu...

NAMAZ KILMAK

Kılmak, yapmak veya yerine getirmek; bu fiil, namazla kullanılınca, namaz ibâdetini yapmak (?!). Namaz kelimesi gibi, kılmak kelimesi de ithal ve eklektik. Namaz, Farsçadan; kılmak, Öz-Türkçeden. Namazın aslı Salât; salât ikâme edilir. = ayağa kaldırılır. Biz namazı değil, namaz bizi kılmalıdır. Biz salâtı (= namazı) ayağa kaldırarak, ayağa kalkmalıyız. Namaz, kılınarak/canlandırılarak, ayağa kaldırılır = edâ (= أداء الصلاة) edilir; öldürülerek/donuklaştırılarak (= putlaştırılarak) da ezâ  edilir. (19/59 = اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ) Namazı öldürmek veya ona/onu ezâ etmek, onun, Rabbimizle bizim aramızdaki irtibat (bağ/bağlantı, ilişki/iletişim aracı) olduğunu unutmaktır. Namazda Rabbimizle “konuşuruz”!. Daha doğrusu O, bizimle “konuşur”!. Namazda O’nun Kelâmını (= Sözlerini, emir ve yasaklarını) kendi ağzımızla/dilimizle okur, tekrar ederiz. Sadece “elemtere ve aşağısı ile” namaz kılmamak, namazda okuduklarımızı anlamak gerekiyor. Namazda O “konuşur”!, biz dinleriz. Sonunda da “TAMAM YA...

RİT & RİTÜEL

Rit, töre, tören, merasim, âyin; ritüel de, bunların yapılış şekilleri. Dindeki ibâdetler, şeklî ritler, şeklî/formel ritüellerdir. Ritüeller, sembol yüklü eylemlerdir. Bu sembolleri çözemeyenlerin ibâdetleri şeklîdir, kabuktadır, öze inememiştir. Modern-materyalist eğitimin sembollerle pek de işi yoktur. Sembol çözümünü, soyut düşünenler becerebilirler. Soyut düşünme = soyutlama, materyalist düşünce ile uyuşmaz. Ama, materyalist düşünce, yine de sembolsüz yapamaz. Bayrak, flama, logo, kep, bıyık, kaban, vb. şeyleri sembol olarak kullanır. Putlar ve heykeller de birer semboldür. Her düşünce (= ideoloji), düşünürlerinin (= ideologlarının) heykellerini putlaştırır.  Sembollerin (= ritlerin, ritüellerin) arkasındaki pratik hayatı görmezsek, ıskalarsak, onları dondurarak, somutlaştırır ve sonunda da putlaştırırız.  “Namaz ritüeli”! de b/öyledir. Namaz bizi, fahşâdan ve münkerden uzaklaştıran (29/45) sembollerle yüklü bir ibâdettir. Namaz kılan bir Müslüman, hâlâ fahşâ ve münker iş...

MÜŞTERİ & MÜSAFİR

Bugün, artık her insan bir müşteri; müsafirlik ise, tarih oldu, olmak üzere.  Dünya, bir pazar; bizler de onun müşterileriz. Herkes, herkese müşteri gözüyle bakıyor ve en çok müşteriye sahip olmak istiyor. Yaşanan rekâbet, müşteri rekâbeti. Elinde en çok malı olan da en çok müşteriye sahip olma peşinde.  Müşteriler de gruplanmış. Yağlı (= obez, paralı) müşteriler; bir deri bir kemik kalmış (= yağsız, fakir) müşteriler; arada da bir sürü grup var. Bir deri bir kemik kalmış (= yağsız, fakir), waste/çöp hâline gelmiş müşteriler, sistem için atık; devletler içinse yük. Liberal-kapitalist ekonomi onları iliklerine kadar sömürdüğü için, onlar artık, gereksiz ve atık insanlar olarak görülüyor.  İnsanî ve İslâmî duyguları körelmemiş insanlar da, kurdukları vakıf ve derneklerle, liberal-kapitalist ekonominin iliklerine kadar sömürdüğü bu insanlara yardım etmeye çalışıyorlar. Esasında! bu kurumlar, liberal-kapitalist ekonominin açığını kapatıyorlar. Sistem (= din) bilinci olmazsa, ...

MAN-MEN

PAN, MAN, LAN, WAN, Men-WoMen ve FinansMan. PAN, kişisel ağ; MAN, metropolitan ağ; LAN, lokal ağ; WAN, geniş ağ; Men-WoMen, insan; FinansMan, para/sermaye. PAN, MAN, LAN, WAN ve FinansMan krize girince, elden gelen bütün tedbirler alınıyor, ama MEN-WOMEN (= İnsan ve insanlık) krize girince kıllar kıpırdamıyor. Bu neyi gösteriyor?!. PAN, MAN, LAN, WAN ve FinansManın insandan değerli olduğunu. İçlerinde en değerlileri hiç şüphe yok ki finansMan; PAN, MAN, LAN ve WAN (= internet) finansManın serbest/rahat dolaşımı/kazanımı için var/lar. Ne de olsa çağ, sermaye (= finans/man) çağı. Çağa, sermaye (= finans/man) kan/can (= hayat) veriyor!. Çağın krizi, sermaye (= finans/man) krizi; öteki krizler önemli değil!. 2008 finans krizini aşmak/atlatmak için piyasaya 1.7 trilyon avro (= 2 trilyon dolar) sürülmüştü. Piyasaya dediğime bakmayın, bankalara. Bankalarda kimin parası var?!. Kapitalist finansörlerin, sermayedarların. Piyasaya sürülen bu paralar kimin parasıydı?!. Milletin. Devletler bu paray...

OLMAK

Herkes bişey olmak için uğraşıyor; yoksa, olmak değil de, birşeylere sahip olmak için mi?!. Olmak, kişisel/özsel; sahip olmak, nesnel/dışsal. İkisinin çakıştığı/buluştuğu noktalar da var. Eric Fromm, ikisini ayırır, ayrı görür. Meselâ, tek başına zengin olmak, sahip olmakken; cömert olmak, olmaktır; cömert, zengindir.  Şu bir gerçek : İnsanların çoğu olmayı, sahip olmaya feda ediyor. Bi çook şeye (= iyi bir eve, arabaya, statüye, hayata) sahip olmak için doktor, mühendis, hakim, siyasetçi, asker (komutan), ilim adamı (akademisyen), din adamı, vs. oluyoruz. O şeylere sahip olununca, olunur zannediyoruz. Olmayan insanlar, sahip olduklarını (üzerinde taşıdıkları unvanlarını = etiketlerini), eve, arabaya = paraya, lüküs hayata satıyorlar; hatta bu satışta insanları kandırıyorlar, ahlâksızca/haksızca işler yapıyorlar. Müslüman olmayınca, bütün olmalar, sahip olmanın basit birer aracı hâline geliyor.  Müslüman olunca, bu olmayacak mı; daha doğrusu, Müslüman, bişeylere sahip olmayaca...

ULUSAL EGEMENLİĞİ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Özellikle de Gazze’den sonra. Gazze, ulusal egemenliklerimizi (= bağımsızlıklarımızı) yeniden düşünmemize imkân verdi.  Dünyada 200 küsur, ulusal devlet var; bu devletler, gerçekte bağımsız değiller; küresel güçlere göbeklerinden ve zihinlerinden bağımlılar/bağlılar. Göbeklerinden bağlılar/bağımlılar; çünkü, midelerini o küresel güçler dolduruyorlar. Bakın piyasadaki (= market ve pazarlardaki) ürünlere : arabadan, elektronik aletlere, gıdadan giyime... hepsi, küresel sermayenin (= şirketlerin) ürünü, değil mi?!. Bakın okutulan kitaplara, müfredatlara... hepsi, küresel, seküler düşüncenin ürünü, değil mi?!.. Ortada, çook bilinçli, çook sinsi ve çook gizli bir plan var ve bu plan, küresel ölçekte her millete, her devlete dayatılıyor ve uygulanmak isteniyor. Kültür-sanat, edebiyat, medya (film ve internet dahil), ticaret ve siyaset bu plan için kullanılıyor. Bu plan, bir kaç ülke eliyle uygulanıyor gibi görünse de, aslında bu ülkeler de birer maşa, birer taşeron; esas şeytanî güç/ler,...

KAN...

Damarlarımızda dolaşan hayatî sıvı, can. İnan!, anlamında, kanmaktan emir. Bir de aldatmak anlamındaki kan-dırmak var. Bence, üç anlamın birbiri ile ilişkisi var. Kanlı-canlı olanlar, kanar (= inanır) ve kandırır (= aldatır). ‘Öyle bir susamıştım ki, bu su, beni kandırdı, artık suya kandım.’ Bu cümledeki ilk kanmak (= kandırdı), doyurdu, yeterli geldi, ihtiyacımı giderdi; ikinci kanmak (= kandım), artık başka su istemiyorum, su ihtiyacımı (“şimdilik”) giderdim, anlamında. Su (veya başka şeyler), bizi geçici olarak “kan-dırıyor”! olabilir mi?!. Acaba, inanmak da böyle bişey mi?!. İman/inanç da, insanı (“o ân için”) doyuruyor (“kandırıyor”!) ve bir daha ‘acıkana veya susayana’ kadar ona ihtiyacımız olmuyor mu?!. Bugünün insanı, bir çocuk gibi çook basit şeylerle (= oyuncaklarla) kaldırılıyor (= çok basit/ucuz şeylere kanıyor). Akıllı adamları, bu oyuncaklar kandırmaz. Veya çook kısa bir süreliğine kandırır, sonra, aklını başına getirir, getirmelidir. Bu oyuncaklar, aptallara (burada ahma...

YARIŞ

Ödülsüz yarış olmaz. Her yarışın genelde bir ödülü vardır, bazı yarışların/yarışmaların kendisi ödüldür. Herkes, bişey (= bi ödül) için yarışır. Rabbimiz de bizi, BÜYÜK ÖDÜLÜ için yarıştırıyor.  “sébiqû ilâ ... ” = Rabbinizin mağfireti için, Allah’a ve Rasüllerine inananlar için hazırladığı, genişliği yer ve göğün genişliği kadar olan cennet için yarışın. (57/21) “Herkesin yöneldiği bir yön/kıble (yarıştığı bir hedef/amaç) var. Siz hayırlarda (= iyiliklerde) yarışın...” (2/148) Yönünüz  iyilikler (kıbleniz Beytullah, Allah/Allah’ın Rızası) olsun. Hiçbir şey, sizi bu yönden/kıbleden, yarıştan, amaçtan/hedeften alıkoy(a)masın. Yol (= yarış) boyu, dinlendiğiniz duraklarda, çeldiriciler (= şeytanlar), sizi sahte, anlık/geçici vaatlerle yoldan çıkarmasın, yarıştan koparmasın.  Neyle?!. Bi çook şeyle. Mal-mülk, makam-mevkî, ün-ünvan, kadın, vs. Namaz başta olmak üzere, bütün ibâdetler, bize BÜYÜK ÖDÜLÜ (= Allah’ı/Allah’ın Rızasını) unutturmamak için varlar. Namazı ve zikri terk...

ÇAMUR

Çamurun ne olduğunu bilmeyen yoktur; suyla karılmış (karışmış), vıcık vıcık (cıvık) toprak; “insan gibi”!. Küçükken (= çocukken), sürekli çamurla oynarmışım, ben de hatırlıyorum; çamurdan evler, arabalar yapardım.  Büyüyünce, çamurdan adam (insan) yapmaya kalkıştım, ama yapamayacağımı anladım; bu yüzden elimi yüzümü, her yerimi çamur ettim. Çamurdan adam (insan) yapmak = yaratmak Rabbe/Allah’a mahsusmuş!. Çoğu çamurlar, hâlâ insan olamamış; istisnâlar hariç, ne yazık ki onlar da çok az. Sanırım, ben boşuna uğraşıyorum. Yılma, pes etme, küsme!, "yine de bir-iki kişi için de olsa uğraşmaya değer." değmez mi diyorsunuz?!. Ben de öyle (= sizin gibi) düşünüyorum; o yüzden, elim-yüzüm, her yerim çamur olsa da, “çamurlara insan şekli”! (can değil) vermeye çalışıyorum. Diğer taraftan da haddimi bilmek istiyorum. Hz. İsâ (a.s.) gibi "olmak" istemiyorum!. O, kavmine  : "Size çamurdan bir kuş yapar, ona "üflerim", kuş olur...", demişti; Onun gibi de demek/s...

ZOR İLE KOLAY

Bu hayat zor. Bu soru zor. Bu devirde Müslümanca yaşamak zor... Evet zor. Her şey kolay olsa, hayat sıradanlaşır. Bu hayatta, zorluk kolaylıkla; kolaylık da zorlukla var. Hayatın anlamı (= aurası, sırrı) burada, zora talip olmada!. “feinne mea-l usri yüsra. İnne mea-l usri yüsra.” (94/5-6) Zorluk, sıkıntıdır; kalbin/gönlün daralmasıdır; insanın üzerindeki koca bir yüktür. (94/1-3) Zorluğa talip olmak, cesaret; zorluğun üstesinden gelmek, başarmak ve rahatlamaktır. (94/4) Salt rahatlık da salt kolaylık da insana sıkıntı verir. Öyleyse, rahatladığında yorul. “feizâ ferağte fensab.” (94/7) Tüm zorluklarının ve kolaylıklarının hedefi, Rabbine rağbete dönüşsün. “ve ilâ rabbike ferğab.” (94/8) Aksi hâlde zorluklar da kolaylıklar da seni boğar, sıkar, mahveder. Her şey kolay olsa, herkes aynı olurdu ve bu aynılık, insanı bunaltır, bunalıma sürüklerdi. Seçim (= seçilme), zorluklarla mücadele ile olur ama yine de Merhametli Rab, bu dünya hayatında hep/sürekli zorluk yaratmamış; zorlukları ve ko...

ÇOKLUK

Tekâsür. Bolluk. “Çokluk (= tekâsür) sizi kabirleri ziyaret edene kadar oyaladı. Hayır, yakında (ölünce) bileceksiniz. Cehennemi göreceksiniz. Yemin olsun ki göreceksiniz. O gün, her nimetten sorguya çekileceksiniz.” (102/1-8) Çokluk (= tekâsür), her şeye sahip olma isteği ve çabası. Nimet, kişiye Allah’ın bağışıdır ve emanetidir; o, Sahibine şükrü unutturursa, cehenneme yoldaş olur. ... Çokluk, çook üretme ve çook tüketmedir. Makina (= sanayi) ve kimyasallar, mal ve hizmet üretimini artırdı ama kaliteyi düşürdü. Tarıma da makina ve sunî gübre girince, üretilen ürünler (gıdalar) bollaştı ve inorganikleşti. İnorganik (= doğal olmayan) bu gıdalar, bolca tüketilince, onları yiyen insanlar oburlaştı, obezleşti. Buna bağlı olarak hastalıklar da arttı. Zehir yiyor, zehir içiyoruz. Bolluk, bizi zehirliyor. Tedâvî (= ilâç ve hastane) masraflarımız her geçen gün artıyor; ölüme gidiyoruz, kendi ellerimizle kendimizi öldürüyoruz = intihar ediyoruz!. Yanlış yaptığımızı ölünce anlayacağız. Çünkü, ç...

ÖLÜM KORKUSU

Modern insan, ölümden (= ölmekten) korkmaktadır ve ölmemek için, hayatta “kalmaktadır.”!. “Kalmak”, durmaktır. Ona göre hayat, bir yolculuk değil; “kalıcılıktır”!. O, hayatta kalmak = ölmemek için, olabildiğince mal (= para) biriktirmektedir. Modern insanı açlık (= açlıktan ölmek) ve hastalık, korkutmaktadır. Onun mal biriktirmesi ve sağlığına “özen”! göstermesi, bu yüzdendir. Modern insan, ölümden (= ölmekten) korktuğu için, bir taraftan mal biriktiriyor, bir taraftan da sağlığına azamî dikkati gösteriyor. Ama o, ölümden kaçışın olmadığını da biliyor!. Yine de ölümü kendinden uzak tutmaya çalışıyor. Ölümden kaçışın olmadığı = ölümü öldüremeyeceği, yenemeyeceği bilgisi, onu “hasta” (rahatsız) ediyor; öyle bir depresyona sokuyor ki, sonunda kendi eliyle kendini öldürüyor = intihar.  Ateizmin (= Tanrı tanımazlığın) ve ölüm sonrası hayata inanmamazlığın, işte böyle bir sonucu var. ... Modern insanın ölüm korkusu ile biriktirdiği mal, yedi sülalesine yeter. “O, mal (= para) biriktirir ...

KONUŞMA ve YAZMA

Konuşma ve yazma, içeride olanı (= düşünüleni) dışa vurmadır. Bu : 1) Atma (= kurtulma) ve 2) Paylaşma (= yardımlaşma) şeklinde olabilir. Ben, çoğu konuşma ve yazmayı birinci hâlin bir sonucu olarak dinledim ve okudum. İkinci hâle, şimdiye kadar (henüz) rastlamadım. Üçüncü (3.) bir şık daha var : Konuşma ve yazmadan kazanç sağlamak. Bu şık, içinde yaşadığımız kapitalist kazanç toplumuna daha uygun. Şovmenler ve yazarlar (= konuşarak ve yazarak para kazananlar), epey (hatırı sayılır düzeyde) para kazanıyorlar. 1. ve 3. kategoriye girenlerin düşünceleri (= konuşmaları ve yazmaları), kimsenin sadrına şifa, derdine devâ olmaz. 1. grup, zaten düşüncelerini bir hastalık/maraz olarak görüp onlardan kurtulmak isteyenlerden; 3. grup, düşüncelerini sermayeye (kazanca, ticarete) dönüştürenlerden; 2. grup ise düşüncelerini umut olarak görenlerden oluşur. Oyun ve eğlence (dedi-kodu) için konuşan ve yazanlar da can sıkıntılarını unutmak için konuşur ve yazarlar; hadi bunlara da 4. grup (= boşboğazla...

ÇEHRE

Yüz. Sîma. Surat.  İnsanın iki yüzü var : “Sağ ve Sol.” İki yüzünün bir olması, münafık olmaması gerekiyor. “fe elhemehâ fücûrehâ ve taqvâhâ” (91/8) Yüz, insanın kimliğini = fücûr yüzü, kötü yanını; taqvâ yüzü, iyi yanını gösterir. Yüz, aynı ânda, iki kimliği ele veremez. = Aynı ânda, aynı yüzde iki kişi görünmez. = Taqvâ ile fücûr, aynı ânda aynı yüzde/kişide bulunmaz, görünmez. Çift kişilik, tek kişide aynı ânda (kimlikte) bulunmaz; biri gelince, öteki gider. Çift kişilik, sürekli geliş-gidiştir. Bu kişide, istikrarlı bir kişilik olmaz. İstikrarlı kimlik (= kişilik), kişide bir hâlin kararlı oluşudur. Fücûr ile taqvâ (= şeytan ile melek = şirk ile tevhîd = kötülük ile iyilik) birbirleri ile uyuşmazlar, anlaşamazlar. Münafık, kişilik çatışması yaşayan; kâfir, kötülüğü; mü’min iyiliği tercih eden adamdır. Şirk, kötülüğü, iki veya çok yüzlülüğü; tevhîd, "tek yüzlülüğü" tercihtir. “İnnî veccehtü vechiye lillezî fatara-s semâvâti vel arda hanîfen, ve mâ ene min-el müşrikîn.” = B...

ATIK ve KATIK

Atıkları (= çöpleri), katık edenler!. Vahşî kapitalizmde iki aşırı uç var; orta sınıf, her geçen gün kayboluyor, yok oluyor. 1) Yukarıda çook zenginler. 2) Aşağıda çook fakirler. Fakirler, dünya çapında çook büyük bir kitleyi/kütleyi oluşturur; zenginler ise azınlıkta ve seçkin!. Bu büyük kitleye, eğitim-kültür ve medya ile, ‘azınlık (= seçkin)’ olma ve lüks yaşama umudu aşılanıyor. Temel insanî ve ahlâkî değerleri çiğnemedikçe (= ahlâk dışı işler = uyuşturucu ve kadın ticareti yapmadıkça) veya ‘topçu ve popçu’ olmadıkça, bu kitleden insanların ‘azgınlık (= seçkin)’ olması mümkün değildir. Ayrıca dünyanın kaynakları, herkesin lüks yaşamasına yetmez. Normal ticaret yaparak zengin olanlar, seçkinlere acentalık ve distribütörlük yapanlardır. Türkiyenin ilk zenginleri, böyleydi. Bu büyük kitle, bu mutlu ve seçkin azınlığın atıkları (= çöpleri) ile beslendi, besleniyor, beslenecek!. Dünün Tofaş’ları (bugüne göre) çöptü. Hâlâ, dünya ölçeğinde büyük bir kesim, bu çöplere bile erişemiyor, ulaş...

GÜÇ SENDE!.

He-Man, güç sende!. Vahşî, finans kapitalin teolojisi, bütün gücü insanda arar; o, aynı zamanda tanrı tanımaz bir hümanisttir. Dışardaki olumsuzlukları (= sistemin olumsuzluklarını) gizler; ve ortada bir başarısızlık (= olumsuzluk) varsa bu, insanın kendi başarısızlığıdır, der. Başaran insanlar nasıl başarıyorsa, sen de başarabilirsin; yeter ki kendine güven = inan!. Kendine güvenme = inanma eksikliğin varsa, kişisel gelişim dersleri al, yaşam koçlarına başvur, kendindeki gücü keşfet!. Keşfet ki, o güç açığa çıksın!. Ki, yaratıcı ve girişimci ol!. Kendi işini kur!. Kendinin patronu ol!. Hem patron (= işveren) hem de işçi ol!; ki, kimseyi suçlama! ve kimseden emir almadan kazan = sömürül!, kendi işinde, kendini tüket/mahvet!. Ne güzel, ne özel (ne ideal!) bir düzen, değil mi?!. Başarı da senin, başarısızlık da. Ortada senden başka teşekkür edeceğin ve suçlayacağın biri yok!. Asıl güçler, kendilerini gizlerler, Tanrı/lar gibi!. İşte bu da size, hümanist, vahşî, finans kapitalin teolojisi...

SÖMÜRÜ

Sömürü (sömürgecilik) de evrim geçirdi. Eskiden, ülkeler işgal edilir ve işgal edilen ülkelerin yer altı ve yer üstü kaynakları sömürgeci devletler tarafından “yağma/talan” edilirdi. Şimdi de sıra insanlara geldi. Endüstri (sanayi) devrimi ile, önce insanlar işyerlerine, fabrikalara hapsedildi ve makina gibi, serî bir şekilde çalıştırıldı. (= İnsanların bedenleri makinaya tâbî oldu; beden makinadan daha âdî! görüldü.) Post-endüstriyel devrimle, bu bedenler, “revizyona ve restorasyona” tâbî tutuldu, estetize edildi, hâlâ da ediliyor. Moda, makyaj, fitness, kişisel bakım, kozmetik, estetik (ameliyatlar), bedenleri estetize (ve sterilize) etmek için geliştiren sektörler. Sıra, şimdi ruhlarda. Post-endüstriyel devrimin ileri aşaması olan post-kapital-digital devrimle ruhlar (= arzu ve istekler) kontrol altında! tutulmaya çalışılıyor. Ne yiyeceğimizi, ne giyeceğimizi, kime oy vereceğimizi, neyi beğeneceğimizi, vs. bizler mi belirliyoruz?!. Evet, diyor gibisiniz!. Eğer öyleyse, yanılıyorsunu...

SEN DE GEL!...

“Benim 'mezhebim' o kadar geniş ki herkesi alır. Herkes geldi, sen de gel!... Hâlâ ne duruyorsun orada?!.” (Çağıran, görünmüyor ama biliniyor!.) Ben, sosyalistleri (komünistleri), spritüalistleri, rasyonalistleri, individualistleri, merkantilistleri, deterministleri, oryantalistleri, psikiyatristleri, revizyonistleri, sekülaristleri, kemalistleri, maoistleri, stalinistleri,  ... bütün “istleri” bünyemde barındırıyorum, hatta onlarla gayet iyi geçiniyorum, onlara “cennet, mükemmel bir hayat” vadediyorum; sen ne duruyorsun, sen de gelsene!... Çekinme!, gel!. Ne olursan ol, yine gel!. Bin kere tövbeni bozmuş olsan da gel!. “Gel, gel, ne olursan ol yine gel. İster kâfir, ister mecûsi, ister puta tapan ol, yine gel. Bizim dergâhımız, ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel!...” (Rûmî) ... Kim, kimi, neye ve nereye çağırıyor?!. Rûmî’nin çağrısı 13. yüzyılda yapıldı.  Yukardaki çağrı, bu yüzyılın çağrısı. Kim kazandı, kim kaybetti ve insanlar kime, nere...

YALAN/CI

Yalan, hakikat/gerçek dışı söylenen söz. Yalancı, yalanı meslek edinmiş kişi. Ci/cı eki, meslek bildirir; bankacı, borsacı, siyasetçi, gibi. Yalan, hakkın/hakikatin, gerçeğin zıddıdır. Yalan : Gündelik hayatta yaşadığımız tek tek olgu ve olayları örtmek = gizlemek ve çarpıtmak olduğu gibi, tümel (genel) hakikati de gizlemek/örtmek, çarpıtmak ve bu yolla insanları kandırmaktır.  Allah, kesinlikle yalancı ve kâfire hidâyet vermez. “... innallâhe lâ yehdî men hüve kézibün keffâr.” (39/3) Kézib, yalancı; keffâr, küffârdır. (= hakkı/hakikati örtendir.) Çiftçiye de tohumu toprakla örttüğü için küffâr denir. (Bknz. 57/20) Yalancı ve küffârın hidâyeti hayal. Hidâyet için, hakkın/hakikatin, gerçeğin örtülmemesi, gizlenmemesi, çarpıtılmaması gerekiyor. “İhdinâ’s sırât-al müsteqîm. Sırât-allezîne en'amte aleyhim...” (1/6-7) Hidâyet, sırât-ı müsteqîm = doğru yolda, doğru yol üzre yürümektir. Yalan, doğruyu = doğru yolu gizlemektir. Yalan, küfrün, (= küfür, yalanın) kardeşidir. Sosyal medya (= ...

DİL ve DİN

Dil, konuşma ve yazmadır, hitap ve kitaptır; malzemeleri de kelimelerdir.  Dil, bizi birbirimize (= beni size; sizi, bana) bağlayan bir bağ, taşıyan bir köprüdür.  Dil köprüyse veya bağsa, dilden önce ve dilden sonra bişeyler (uçlar) vardır. Bu, aynen milattan önce, milattan sonra gibi bişeydir. (D.Ö – D.S.) Dilden önce, düşünce (mesaj, anlam); dilden sonra, eylem var. Dil, düşünceyi eyleme taşır, bağlar. Düşünce (mesaj, anlam), dile yüklenir. = Dil düşüncenin (mesajın, anlamın) taşıyıcı köprüsüdür, aracıdır. Dil aracına yüklenen düşünce (mesaj, anlam), dil köprüsünden “karşıya, muhataba” taşınır, ulaşır, ki muhatapta bir etkiye ve tepkiye neden olsun da eyleme (hayata/pratiğe, bir değişikliğe) dönüşebilsin. Dili kullanan (= konuşan veya yazan), düşünceyi (mesajı, anlamı), muhatapta bir etkisi olsun, muhatap değişsin/dönüşsün diye dile yükler ve gönderir. Ona da birileri dille, bu şekilde düşünce (mesaj, anlam) göndermiş, yüklemiş; o, bu amaçla çeşitli konuşmalar dinlemiş ve y...

İSLÂM, SADECE KELÂM DEĞİL!.

İslâm, sadece kelâmla (= sözle ve yazıyla) anlatılmaz. Kitâb’ı, sadece kelâm (= Kelâmullah) olarak görmek de İslâm değil!, İslâm da sadece Kur’an = Mushaf değil!, Kur’ân’ın öngördüğü hayat. O Kelâm = Kur’ân, pratik hayata aktarılmak = yaşanmak için var. Buradan bakınca, tebliği sadece söze ve yazıya indirgemek, İslâm’ı = Kur’ân’ı hayattan koparmak, Onu söze ve yazıya hapsetmek ve hasretmektir. Hayattan kopuk kelâmın hiçbir değeri yoktur. Ortalıkta kelâm enflasyonu var; ağzı olan, konuşuyor; konuştuğunu yaşamıyor. Bu yüzden, sözün ve yazının itibarı kalmadı.

MONOTONLUK

Monotonluk, sıradanlıktır; her gün “aynı hayatı” yaşamaktır; monotonluk, tekâmülün düşmanıdır. Yat-kalk, ye-iç-yat, her gün, aynı şekilde, işe git-işten gel, biraz (!) televizyon seyret ve yat/uyu!... Ölene kadar “aynı işleri” yap ve öl!. Size de sıkıcı ve bıktırıcı gelmedi mi?!. - Nasılsın?!. - Aynı be ya!. Günümüz, günümüze eşitse, ziyandayız. (Hadis-i Şerif) Ne yapmalıyız?!. Hiçbir şey yapamıyorsak, her gün bir fazla “Elhamdulillah”, “Lâ ilâhe illâ-l Allah” demeliyiz. İki satır yazı okumalıyız. Rukûda veya secdede bir fazla “Sübhane Rabbi-yel Azîm veya A’lâ” diyebilmeliyiz.  Aynılık (= her gün aynı hayatı yaşamak), sıkıcıdır, bıktırıcıdır. Modern insan, (parası ve vakti varsa) sinemaya, tiyatroya, gezmeye, vb. giderek can sıkıntısını gidermeye çalışıyor; parası ve vakti yoksa, maç veya dizi izliyor. Bilmiyor ki, bunlar da popüler kültürün bir parçası ve oyunu, insanı tatmin/mutlu etmiyorlar; üstelik uyuşturucu etkisi yapıyorlar. Soygun düzeni tarafından üretilen popüler kült...