Kayıtlar

Eylül, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

UYARI

Blogda/burada (https://bilmekisteyenlericin.blogspot.com) 2236 yazı yazdım; bu yazıların çoğu dînî ve felsefî. Bunlar, benim dinden anladığım; ‘Allah’ın muradı’ değil. (= aslâ bu yazılardaki düşüncelerin = anlamaların Allah’ın muradı olduğunu iddia etmiyorum.) Böyle bir iddia, bana büyük vebal yükler. Bu vebali ben taşıyamam. Derdim, anladığımı aktarmak; ‘din, kesin budur.’ demek değil. Bu yazıları, belki sizin anlamalarınıza da yardımcı olur, diye sizlerle paylaşıyorum; hepsi bu. Bu yazıları 'beğeniyorsanız'!, paylaşabilirsiniz.

DÎNÎ & AKLÎ

Dînî olan, aklî olandır; ikisinin kaynağı da ilâhîdir. Din, aklî olanı aşar; aştığı alan gayr-i aklî = akıl dışı değildir, henüz o alanı akıl keşfedememiştir. Din ile aklı çatıştıranlar (= Sartre, Camus, Nietzsche, vb.), akılsız değillerse de akıllarının hakkını tam veremeyenler, akıllarını yarı yolda terk edenlerdir. Akla ters olan, gayr-i aklîdir = irrasyoneldir = akıl dışıdır, ama aklın henüz kavrayamadığı şeyler, gayr-i aklî = irrasyonel = akıl dışı değildir. Felsefenin düalizmi = Fizik- Metafizik, Fenomen-Numen, Madde-İde/a (= Materyalizm-İdealizm); dinin, daha doğrusu dînî kültürün ruh-beden, hayat-ölüm, dünya-âhiret ayırımı, bence birer akıl yürütme süreçleridir. Akıl, biyerden başlayarak yol almalı ve bu yolculuk, sonsuz ve bitimsiz olmalı. Bu yolculuğun buraya bakan kısmı, çoğu kez çoğu kişi için zikzaklı. “İhdinâ’s sırât-al müsteqîm.” Din, aklın henüz kavrayamadığı alanlarla ilgili de (= gaybdan da) bilgi verir. Gayb, gayr-i aklî = irrasyonel = akıldışı değil, hen

MAHRÛMİYET, MAHKÛMİYETTİR.

Mahrûmiyet, kişiye verilen “belli hakları” ona haram kılmadır. Mahkûm eden, Hâkim’dir. Mahrûmiyet, işlediğimiz suça verilen bir cezadır. Suç, cezayı gerektirir. Cezasız, suç olmaz. Hayata “tersten”! baksak; bize haram kılınan şeylerin, ezelde işlediğimiz suçun (= ağaca yaklaşmanın = söz dinlememenin) bir cezası olarak görsek, hatalı bir çıkarım mı yapmış oluruz?!. Ben, Hakîm’in verdiği kararı (= cezayı) tanımıyorum; O’nun haram kıldıklarını kendime haram/yasak kılmıyorum = haklarımdan mahrum kalmak istemiyorum, diyebilir miyiz?!. O’nun zebânilerinin (= polislerinin) ve ölümün elinden kaçacağımızı mı sanıyoruz?!. Bazıları da haramlar şöyle dursun, kendilerine bazı helâlleri bile ceza olarak verirler. Her gün oruç tutmayı, kendilerine verilen bir “ceza”! olarak görenler var. Meselâ, cigaranın önceden verilmiş bir ceza (= haram), olup-olmadığı tartışılıyor, mekruhtur, deniyor. Ben de “onlar gibi”! düşünüp, cigara içme hakkımı, kendime verdiğim bir ceza olarak görmek ve bu fıkhî

FÂNÎ & BÂKÎ

Dünya fânî, içindeki insan/lar bâkî. Ölüm, bâkî hayata (= âhirete) bir geçiş (köprüsü). İnsan, kendini de fânî sanırsa (= zannederse), ha 30-40 yıl yaşamış, ha 70-80 yıl; aradaki 40 yıl; sadece biraz daha fazla “yaşamak”! (= biraz daha fazla zevk-ü sefâ sürmek)!. Hayat, bitecek (= ölümle sona erecek) bişey için çalışmak mı; bu hayat bu kadar değersiz bir oyun olabilir mi?!. 70-80 yıllık bu ömrü “iyi”! değerlendirerek, ölümsüz (= bâkî) bir hayata sermaye yapmak çoook iyi; “kötü”! geçirerek ölümsüz (= bâkî) bir hayatı mahvetmek (= kaybetmek) çoook kötü bir yatırım değil mi?!. Hayatımızın, işletmelerimiz kadar değeri yok mu?!. Âhiretteki hayata (= âhirete) inanmak, ölümsüzlüğe inanmaktır. Dünyadaki hayatı (= burayı) ölmeyecekmiş (= ölümsüzmüş) gibi yaşıyoruz da, âhirette öleceğimizi mi sanıyoruz?!. Nasıl hüküm veriyoruz?!. “Dünya, âhiretin tarlasıdır.”; unutmayalım, burada ektiklerimizi yiyeceğiz. (çekeceğiz)!. Dünya hayatını (= dünyayı) fânî görerek hafife almayalım, aldanm

BOŞ

Hayatı dolduran şey nedir sizce?!. Para mı?!. (= Mal-mülk, servet sahibi olmak mı?!.) Mevkî-makam veya şöhret sahibi olmak mı?!. Torun-torba ve evlât sahibi olmak mı?!. ... Bütün bunlara “çook ulvî” bir amaç için sahip olanlar müstesnâ; ömrünü, sırf/sadece bunlar için geçirmiş ihtiyarlara sorun; alacağınız cevap : “boş” olacak!. Biraz da biz oyalanalım; bizler de ihtiyarlayınca, emin olun, ağzımızdan (pardon, yüreğimizden) yine aynı kelime dökülecek; hepsi bizi terk edecek ve kendimizi büyüüük bir boşluğun içinde hissedeceğiz.

BİLMEK, FARKINA VARMAKTIR.

Fark, beni senden; seni benden; şeyleri birbirinden ayıran şeydir. Herkes ve her şey “aynı” olsaydı, hiç kimse ve hiçbir şey birbirinden farklı olmazdı. Pekiî, farkına varmak (= bilmek), iyi bişey midir?!. Bu sorunun cevabını bize iki şey verir : Uyku ânı ve (cinsel) birleşme ânı. Uykuda da o ânda da hiçbir şeyin farkına varmayız. Öyleyse, hiçbir şeyin farkına varmayanlar, ya sürekli uykuda ya da sürekli o ândadırlar, diyebilir miyiz?!. İkinci hâl, sürekli yaşanamayacağına göre, hiçbir şeyin farkına varamayanlara “uyur-gezer” diyebilir miyiz?!. Uyanıklık (= yakaza hâli), Kitâb’ta sadece bir yerde, Ashab-ı Kehf kıssasında geçer. (18/18). “Sen onları uyanık sanırdın, halbuki onlar uyuyorlardı.” 300 yıl uyudular; sonra uyandırıldılar. (= diriltildiler = beasnâküm, 19. âyet) 300 yıl boyunca hiçbir şeyin farkına varmadılar. Sizce, onların hiçbir şeyin farkına varmadıkları bu süre, onların yaşamlarına dahil midir?!. Veya şöyle sorayım : Hayatta hiçbir şeyin farkına varmazsak, yaşam

HEPİMİZ SUÇLUYUZ!.

Suçlu olmasaydık, burada bulunmazdık. Ağaca (= günaha) yaklaştık, o suçun (= günahın) tadına baktık ve düştük (= hubût); elbet, sonradan pişman olduk (tövbe ettik), tövbemiz kabul oldu ama samimiyetimizin bir kez daha test edilmesi için buradayız. Buraya gelirken, temiz (= suçsuz) ve “eşit”! geldik. Bize (= İslâm’a) göre, bu dünyaya suçsuz (= günahsız) gelinir ama sonradan kirlenilir. Hıristiyanlara göre ise doğuştan suçlu gelinir (= ilk günah). Bu fark, aslında çok da önemli değildir; önemli olan, iyilik yapmak ve adâletli olmakla “temizlenmektir.”!. Yaratılıştan kaynaklanan göreceli eşitsizlik (= kiminin zengin, kiminin fakir ailede doğması; kiminin sağlam, kiminin sakat olması), testin bir parçasıdır; orada (= yaratılışta) bize göre bir eşitsizlik varmış gibi görünse de aslında yoktur. Herkesin, bir tarağın dişleri gibi tek-tip olması, hiç hoş olmazdı, çok sıkıcı olurdu. İnsanı bu dünyada hoş kılan, adâlettir = adâlet duygusudur. Yarışa herkesin farklı “yerlerden” (şartlarda/n)

EYLEM DİLİ & SÖYLEM DİLİ

Biz dili, söylem için kullanırız; aslında dil, eylem/ler/den (= jest, mimik ve hareketlerden) doğmuştur. İnsanların ihtiyaçları önce tavırlarına (= beden dillerine) yansımış; sonra bunlar, seslere ve işaretlere (= söylemlere) dönüşmüş; sonra da eylem, söylemden kopmuştur. Söylem, eylemden kopunca, yalan söylemek de “olağan hâle” gelmiştir. Bütün mesele, söylem dilini, eylem dili ile uyumlu hâle getirmektir. Din buna, hâl dili ve kâl dili der; iki dilin uyumlu olmasını, münafıklık yapılmamasını ister. Söylem dili, eylem diline uymayan mesleğin ne olduğunu siz benden daha iyi biliyorsunuz. Bu, son zamanlarda din alanına da taşındı. “Hocanın dediğini yap ama yaptığını yapma.” sözü, neredeyse motto oldu. Akademideki hocanın böyle bir uyum problemi zaten yok; onlar, amelî bilgi (= ahlâk) ile değil, nazarî (= teorik) bilgi ile ilgilenirler.

BAĞ-LAM-A ve BAĞ-LAÇ

B ağ, bişeyi bişeye bağlayan araç, ip. Bağlam, sözün siyakı-sibakı; o sözü söylemeye neden olan şey, ortam ve o sözün söyleniş amacı. Bağlama, bağlama işi ve telli çalgı/saz. Sazda da teller ve tellerdeki sesler bağlanır. Bağlaç, kelimeleri ve cümleleri birbirine bağlayan edat; dır, ve, ile, vb. Dır, en temel bağlaçtır; batı dillerinde adına copula/kopula denir. Arapçada bu dır yoktur = görünmez = gizlidir. Kitap kalındır.’daki dır’dan söz ediyorum. Kalın, sıfattır ama bu sıfatı bu dır, yüklem yapmıştır. Bu cümlenin Arapça karşılığı الكتاب سميك     dür. Semîk, sıfat; kitap isim; ortada bir dır yok. Batı dillerinde is, are, was, were, bu işi görür. Dır bağlacı (= kopulası) vardır’ın = oluşun dır’ıdır; bu oluş, bütün yüklemleri içerir; olmayan, bişey yapamaz. Yüklem, bişey yapmaktır, fiildir, fiillerden oluşur. Ortada bir fiili yoksa = cümle isim cümlesiyse, dır bu işi görür. Yeter ki siz, kelimeler arasındaki bağı/bağlantıyı doğru kurun. Kelimeler arasındaki bağı/bağlantıyı dır (dır

BİR-ÇOK

Birçok değil, bir ve çok. Arada da tek ve çift var. Bir, sadece tek; ne çift ne de çok. Bir’in çifti de yok, çoğu da. Bu Bir, aritmetiğin biri değil. Aritmetiğin biri vâhid; bu ise Ehad. Aritmetiğin biri, kendi ile birleşir; çift ve çok olur. = 2, 3, 4, ... Bu Bir, hiçbir birle birleşmez = çiftleşmez ve çoğalmaz. Bu, yaratıcı Bir’dir. Yaratılan birler, ya çifttirler ya da çokturlar, ama yine de birdirler. Ali, Veli, Ayşe, Fatma, ... hem birdir hem çifttir hem de çoktur. Ali, Ayşe ile çift olur; Ali’ler, Ayşe’ler bir araya gelir çok (= toplum, topluluk, millet) olur. Gök ve yer tektir ve birdir ama ikisi çift olur; yer, göksüz; gök, yersiz olmaz. Gök, yeri “döllemezse”, yerde hiçbir şey bitmez. Doğru söylemek iyidir; yalan söylemek kötüdür; doğru, yanlışın; yanlış, doğrunun zıddıdır; doğru olmazsa, yanlışın; yanlış olmazsa, doğrunun ne olduğu (ne idüğü) bilinmez. İlkine ezvâc; ikincilere ezdâd denir. Bir’in ne ezvâcı ne de ezdâdı vardır; Bu Bir, ÖZEL Bir BİR’dir. = EHAD’dir. O

BAHÇE SAHİPLERİ

K alem Sûresi 17 ilâ 33. âyetleri lütfen okuyun. Ben, 26. âyeti “biraz farklı”! yorumlayacağım. Âyetin normal (= zâhirî) yorumu, bahçenin darmadağın olması ve bahçe sahiplerinin şaşırması. Âyet,   “felemmâ reavhâ, kâlû : innâ ledâllûn.” = Onu (= o bahçeyi) gördüklerinde şaşırdılar. der. Çünkü onlar, bahçelerini “kesin” (= hiçbir istisnâya mahal vermeden) devşireceklerini düşünmüşler ve hiçbir yoksulu bahçenize yaklaştırmayın, demişler; ‘aklı başındaki adamı’ (= ‘vasat’! olan adamı = evsatuhüm) da dinlememişler, kendilerine (= kendi akıllarına) çook güvenmişler, (o adam onlara : Rabbinizi tesbih edin, demişti; onu dinlemediler); Allah da onların bahçelerini kessarîme (= simsiyah küle) çevirmişti. Herkes, buradaki amelleri (yaptıkları) ile, yarın devşireceği bir bahçe yapıyor. Yarın (?!), bu bahçenin devşirilme/hasat mevsimi gelecek. Kiminin hasadı iyi; kimininki kötü olacak. Kimse, kendi amellerine (yaptıklarına) güvenerek iş yapmasın; “istisnâları”! hesaba katsın; hiiç beklemediğimiz

CENNET

Cennetin kelime anlamı bahçe. Bahçenin aslı bağçe (= bağ-çe). Bağ, dağın “zıttıdır”; bağ, insan yapımıdır (yapaydır); dağ, Tanrı yapımıdır (doğaldır). Bağın, hammaddesi de doğaldır (Tanrı yapımıdır) ama insan, bu hammaddeleri ‘kendine göre!’ düzenler. Meseleye böyle bakarsak, insan, doğal; toplum, yapaydır. Doğadaki ve insan hayatındaki işleyişi düzenleyen kanunlar (= yasalar = sünnetullah ve âdetullah), doğal (= ilâhî); toplumdaki (= toplum hayatındaki) işleyişi düzenleyen kanunlar (= yasalar), insanî, insan ürünüdür. İnsan, kendi içindeki (= fıtratındaki) kanunları bozmamışsa, toplum hayatındaki kanunları (= yasaları) da “düzgün” yapar. Yine meseleye buradan bakarsak, cennetin (= ötedeki bağçenin/bahçenin) de tüm hammaddeleri (= malzemeleri) ilâhîdir, ama düzenlenmesi insanîdir, insan ürünüdür, insan yapımıdır. Sanki! cehennemde de aynı mantık geçerlidir. Oradaki tüm hammaddeler (= malzemeler) de ilâhîdir, ama bu hammaddeler (= malzemeler), bozuk insanlar tarafından bozuk düzen

İLİM-İMAN İLİŞKİSİ

İ lim (= bilim), akılla yapılır. Akıl, önce dağınık (= tikellerle) çalışır; sonra tümellere varır. Akıl, bu dağınıklıktan kurtulamadığı sürece imana ulaşamaz; ilimleri biçok disiplinlere böler, bakışını inter-disipliner kılamaz. Buradaki iman, tevhidî imandır. Tevhidî imana ulaşılamayınca da, ortada bir “iman” olur ama bu iman, bi çook şeye imandır. Selîm akıl, selîm bir şekilde yürümeye (akıl yürütmeye) devam ederse, ya bu şeyleri de birler (tevhid eder), ya da bu şeyleri çatıştırır (şirke düşer). İlim, âlemi ve âlemin içindekileri araştırır. İlim, mâluma tâbîdir. Mâlum, bilinen; ilim, bilgi; bilen de âlimdir. Akıl, “âlemlerin Rabbi Allah’tır.” = Âlemi ve âlemdekileri Bir Rab terbiye etmiş = yaratmıştır, dediğinde iman eder; böyle bir imana (kanaate) ulaştığında kanatlanır, güçlenir. ‘Akıl, imanla; iman, akılla çatışır.’ diyenlerin aklı, dağınık veya parçalı çalışan akıldır; onların kendi içlerinde de (akıllarında da, duygularında da) bir veya bir çok çatışma vardır, huzur ve sükû

DİL, NEYİ TEMSİL EDER?!.

Dil, işaretler sistemidir ve bir temsildir. İşaret, işaret edilen “şeyi” gösterir; o şey de anlamdır. An-lam, anlakla (akılla) anlaşılır. Anlamın Arapçası, ma’nâ. Ma’nâ, kök, kaynak, asıl, öz demek. İsmi ma’nâ, soyut isim; İlmî Ma'nâ, Belâgat (= sözü etkili ve düzgün söyleme) İlmi. Somut şeylere soyut isimler. İsimler, somutu soyuta taşıyan işaretler = âyetlerdir. Bu işi harfler (lafız/elfaz) görür. Şeylerin ve kişilerin isimleri harflerle/harflerde taşınır. Elma, armut, taş, Ali, Veli, ... Elmayı biz, E-L-M-A harfleriyle bilmeyiz; bu harfler bizi, elmanın kendisine (şekline, rengine, tadına, vs.) taşırlar. Ömründe hiç elma görmemiş veya yememiş bir adama elmadan söz etmek (söylemek veya yazmak) onun için hiçbişey ifâde etmez; boş bir şey (= ses) söylemiş; ona (e,l,m,a’dan oluşan) anlamsız bir işaret dizgesi göndermiş/göstermiş oluruz. ... Din dilinde de bu böyledir. Dînî kavramlar da (= Allah, Kitâb, Âhiret = Hesap = Cennet-Cehennem, Melek, vb. lafızlar da) birer işaret = âyet

KÂMİL İMAN

Kâmil iman, kemâle ermiş iman; ama ‘tam tamamlanmamış’ imandır. Kemâl, mükemmelliktir, olgunluktur ama “tamlık”! değildir. Tamlık, hiçbir şeye ihtiyaç duymamadır; (kâmil) iman (da), Allah’a muhtaçtır; hatta kâmil iman, bu ihtiyacını sadece Allah’ta bulan imandır. Bu aşamaya (= imanda kemâl aşamasına) gelmek kolay değildir. Pekiî bu aşamaya (= kemâle) nasıl gelinir?!. Önce, Allah lafzını (İsmini) sürekli dille söylemek = dilden düşürmemek; sonra, Allah lafzının (İsminin, tüm Esmâ-ül Hüsnâ’nın ve Ef’âlin) anlamını = ma’nasını (akılla) anlamak; sonra da   tüm bu ma’naların kalpte etkisini “hissetmek”!. = haşyet/huşû duymak, taqvâ sahibi olmak gerekir. İşte, ancak böyle bir akıl ve kalpten sâlih (= sahih, doğru, güzel) ameller vukû’ bulmaya başlar. Doğru bilgi ve temiz kalpten, sâlih (= sahih, doğru, güzel) ameller ortaya çıkar; bu ameller de (imana ve Allah’a) imanı güçlendirir. Kişide doğru bilgi ve temiz kalp yoksa, onun amelleri (işleri), ya taklittir ya da yanlıştır; bu amelle

ASRA YEMÎN OLSUN Kİ...

“Asra yemin olsun ki insan, kesinlikle ziyandadır. (O insanların içinden) İman edenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler hariç.” (103/1-3) Asr, yüzyıl. Gün söz konusu olunca ikindi vakti. Asr, yaklaşık bir insan ömrü. Muasır = bu çağın (her çağın) insanının yaşadığı zaman dilimi. Her çağın insanlarının çoğu ziyandadır. Bunların tek istisnası, iman edenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenlerdir. İman, Allah’a güvendir, Hakkın Allah’tan olduğuna (geldiğine) inanmaktır. İnsanların çoğu iman etmiyor.   = “ve ekserühümül kâfirûn” (16/83. 12/106.) Onların çoğu fâsıktır. = “ve ekserühümül fâsıqûn.” (9/8. 7/102.) Onların çoğu akıllarını kullanmaz, hakkı-hakikati bilmez. = “ve ekserühüm lâ ye'alemûn.” (7/131. 6/37. 6/111. 5/103.) Bilmeyince, tavsiye de olmaz, veya tüm tavsiyeler yanlış olur. Hakkı tavsiye edenlerin başına da ‘olmadık belâlar’ (musibetler) gelir; ama onlar bunu sabırla = birbirlerine sabrı tavsiye ederek aşarlar. Hakkı bilmek ve tavsiye etmek, kol

MÜ'MİN & MÜNKİR

Mü’min, Allah’a inanan = güvenen adamdır. Pekiî, hem çook tehlikeli hem de çook çarpıcı/sarsıcı bir soru sorayım.   Allah (= Tanrı) bizi yanıltmış veya kandırmış olabilir mi?!. Allah (= Tanrı) bizi yanıltırsa, güveneceğimiz hiç kimse kalmaz. Tanrı’nın yanıltmaya da ihtiyacı olmaz. O’nun bilgisi çook kesin bilgidir. Yaratan, bilmez mi?!. = “elâ ye’alemu men halaq?!.” (67/14) Yaratana güvenmeyeceğiz de kime güveneceğiz?!. Münkir, inanmayan = güvenmeyen ve inandıktan = güvendikten sonra “ama/fakat” diyen; inandığına nankörlük eden adamdır. ... ama/fakat ... Ama’dan (fakat’tan) önceki üç nokta olumluysa, sonraki olumsuz; önceki olumsuzsa, sonraki olumlu olur. Örnek : 1.      Sana güveniyorum ama Senin ne dediğini bilmiyorum. 2.      Sana güveniyorum ama Senin ne dediğini anlamıyorum. 3.      Sana güveniyorum, Senin ne dediğini de anlıyorum, ama yine de Seni dinlemiyor, bile bile Sana nankörlük ediyorum. 4.      Sana güveniyorum ama Senin dediklerine aklım yatmıyor, çoğunu

FİTNE

Fitne de belâ gibi insanın denenmesi içindir; her fitne iyi/ye de kötü/ye de kullanılabilir. Allah hariç, her şey bir fitneye dönüşebilir. Mallarımız, eşlerimiz, çocuklarımız (8/28. 64/14-15); iki melek olan Hârut ve Mârut (2/102); müteşabih âyetler (2/7); lânetlenmiş ağaç ve rüya (17/60); azabın ertelenmesi, hayatın kendisi (21/111); başımıza gelen musibetler (22/11. 39/49); bazımız bazımıza = bizler birbirimize (25/20); Salih (a.s.)’ın kavmine gönderilen deve (54/27); cehennem meleklerinin (= zebânilerin) sayısı (74/31), daha bir çook şey, fitne (deneme) için kullanılabilir. Böyle bakarsak fitne, meftûn olduğumuz (= tutulduğumuz) şeydir. Eğer, o şey, bizim için son nokta (= nihaî amaç) ise veya o şeyle, daha yüce/âlî “BiŞey”! için ilgilenmiyorsak, o şey bizim için bir puta döner ve denemeyi kaybederiz. Mesele anlaşılmış olmalı; anlaşılmadıysa, biraz daha izah. Eğer malı, eşi, evlâdı, mevkî-makamı hayatımızın son noktası (= nihaî amacı) olarak görüyor; sırf bunlar için çalışıyorsak; o

ÇAMUR

Bugün 20 Eylül 2024 Cuma.  Biri bana, Cuma “kutlaması” için Yunus’un şu dizelerini gönderdi; altına da Cumanız mübarek olsun’u ekledi. “Bir avuç toprak, biraz suyum ben. Neyimle övüneyim, işte buyum ben.” Bu dizeler, benim aklıma çamuru getirdi. İnsan, bir çamur. Onu çamurluktan kurtaran, ona üflenen ruh. O ruhta, akıl ve irade var; insan, bunları kullanarak insan olur. İnsan daha çamurken, Allah meleklerine bu çamura secde edin dememiş; ona ruhumdan üflediğimde secde edin, demiştir. Çamura secde edilmez, saygı duyulmaz. Bir başka halk ozanımız Veysel de toprağa âşıktı, “Benim sadık yârim kara topraktır.”, diyordu. Toprağa saplı/bağlı kaldığımız sürece, toprak bizim bedenimizi besler/doyurur; ruhumuzu aç bırakır. Ruhu aç/boş olanın elinde-avucunda da sadece çamur olur ve ona-buna çamur atar.

BELÂ = (بلاء)

İmhitan. Deneme. Sınav. Kelimenin fiil formu, ibtilâ, belâya tâbî tutulma; imtihan da aynı kalıp; iftiâl kalıbı. İctima’, iktidar, ihtiyar da aynı kalıp. Kişi, kendi kendini imtihan edemeyeceği (kendi kendini toplayamayacağı, kendi kendini yönetemeyeceği, kendi kendine yaşlanamayacağı) için, bu kalıp kullanılıyor. Bizi, sıkıntı, zorluk ve darlıkla (belâlarla) da, kolaylık ve bollukla da imtihan eden Rabbimizdir; biz, sadece sıkıntı, zorluk ve darlığı belâ olarak görüyoruz; oysa kolaylık, rahatlık ve bolluk da bir belâdır. İkisi karşısında da, ne yapmamız, nasıl davranmamız gerektiğini bilmemiz gerekiyor. Aksi hâlde, fakirlik (sağlık-hastalık, vb.) imtihanını da zenginlik imtihanını da kaybedebiliriz. Belâlar karşısında nasıl davranacağını, ne yapacağını bilenin imtihanı güzel geçer. Bu kişilerin imtihanına Rabbimiz, “belâen hasenâ = güzel belâ” der. (Bknz. 8/17) Belânın, belâ (bir imtihan sorusu) olduğunu bilirsek, belânın güzeli de olurmuş!. Hayat, bir imtihan. Herkes bu imtih

MÜSLÜMANLIĞIMIZI SORGULAMAK

“Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ür Rasûlüllah.” diyerek Müslüman oluyoruz, da, bu söze uygun yaşıyor muyuz?!. Bu yazı, bunu sorgulayacak. Bu sözü söylerken ne demek istiyoruz, Rabbimiz olan Allah’a nasıl bir söz veriyoruz?!. Yegâne ilâh Sen'sin, Sen'den başka ilâh yok; Muhammed (a.s.) Sen'in Elçin. İlâh, muhayyel bir “Güç” değil, hayata müdahale eden, hayatı (= kâinatı) düzene koyan, kural koyan, bu amaçla din va’zeden bir “Güç”. O’nun kurduğu düzende adâlet ve hakkâniyet olur. Pekiî, birer Müslüman olarak bizler, O’nun kurduğu düzene = adâlet ve hakkaniyete göre mi yaşıyoruz; yoksa, başka “ilâhların” kurduğu düzenlere göre mi?!. Soru bu. Yaşamımızın her aşamasında (kişisel, sosyal, siyasal ve ekonomik açıdan) mümkün mertebe haktan, adâlet ve hakkâniyetten ayrılmıyorsak, Allah’ı ilâh kabul etmişiz demektir; ama bozuk ve çarpık düzenlerin (= dinlerin) devamı için çalışıyorsak, ortada çook ciddî bir çelişkinin olduğu âşikârdır. Bu alanların her birini bir kaç cümle

ALLAH-İNSAN İLİŞKİSİ

B una, Allah-insan etkileşimi de diyebiliriz; ama, Allah’ı sadece etkileyen; insanı da etkilenen olarak “görürsek”!. Çünkü, Allah, hiçbir şeyden ve hiç kimseden etkilenmez. “Görürsek” kelimesine dikkat çekmek istiyorum. Gerçekten görüyor muyuz?!. Görüyorsak, gerçekten O’ndan etkilenmeli, O’nun dediklerini yapmalı, O’nu dinlemeliyiz. Pekiî, yapıyor, dinliyor muyuz?!. Herkes, bu sorunun cevabını, kendi (vicdanına) versin. Tabiat-Allah ilişkisinde, tabiat, kusursuz bir müslim. Allah-insan ilişkisinde ise, 8.5 milyar insanın çoğu, müslim (= Müslüman) değil. Müslim (= Müslüman) olanların da müslimliği (= Müslümanlığı) ortada!. Çoğumuz için, “Rabbim/iz Allah” demek, sözde/sözle!; eylemde/eylemle değil. Çoğumuz, Allah’ı dinlemiyor ve O’na : hâşâ “boş veer, O Kendi Kendine konuşsun-dursun!; biz yine bildiğimizi yapalım.” der gibiyiz.

SARHOŞLUK

Sarhoş veya serhoş : Aklı (alkol, uyuşturucu, vb. şeylerle) örtük kimse. Sarhoşluk : Sarhoş olma durumu. Kitâb’ta iki kelime var : Sekr ve Hamr. Sanki sarhoşluk hâline, sekr; bu hâli sağlayan şeye de hamr deniyor; ama yine de ben, iki kelime arasındaki farkı iyi ayırt edemedim. Hamrdan, mahmur türer; mahmur da bir tür sarhoşluk hâlidir, belki daha hafifidir. Kitâb sekri, 7 yerde kullanır. Sarhoşluğun bir çok türü var : Ölüm sarhoşluğu. (50/19) Ölüm gelince, ona : işte bu! senin her daim kaçtığın (= unuttuğun) şey (denir). Hakikate karşı sarhoşluk (= Körlük.) (15/15, 72) = Gözleriniz bağlandı. Kör oldunuz. Ne yaptığınızı bilmiyorsunuz. Maddî sarhoşluk. (16/67) Hurma ve üzümden şarap yapar; içer, sarhoş olursunuz. Kıyamet (= korku) “sarhoşluğu”. (22/2 iki kez) Onu (kıyameti) gördükleri gün, bütün emzikli kadınlar, çocuklarını unuturlar; gebe kadınlar, çocuklarını düşürürler. O gün, insanları sarhoş görürsün, fakat sarhoş değillerdir. “...sarhoşken namaza yaklaşmayın!...” (4