Kayıtlar

2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

PEKİŞTİRME

Pekiştirmek, pek hâle getirmek. Pek ne?!. Sağlam. Dilbilgisinde pekiştirme harfleri var : m, p, r, s. Kıpkırmızı, tertemiz, sapsarı, bembeyaz, vb. Kıpkırmızı, kırmızın kesinliğini (sağlamlığını) ifâde eder... Pekiî, bilgilerimizin sağlamlığını (= pekişmesini) nasıl sağlarız?!. Doğruluğuna inandığımız bilgileri sürekli tekrar ederek, hatırlayarak (= zikr). “ya eyyühellezîne àmenû-zkürû Allah’e zikran kesîrâ. Ve sebbihûHü bükraten ve asîlâ.” (33/41-42.) Ey iman edenler!, Allah’ı çook zikredin. O’nu sabah-akşam tesbih edin. Ki, sizde “Allah bilinci” pekişsin.  ... Beyin (= hafıza), uzun süre hatırladığımız = tekrar ettiğimiz şeyleri unutmaz, unutmuyor; ara-sıra (Cuma’dan Cuma’ya, bayramdan bayrama, vs.) hatırladığımız şeyleri ise çok çabuk unutuyor. Bu, bilimsel olarak kanıtlanmış bi şey. Ramazan’dan Ramazan’a Kitâb’ın yüzünü açarsak da öyle. “Bükraten ve asîlâ”nın = sabah-akşamın Kitâb’taki bir başka karşılığı da “leylen tavılâ” = gece-gündüzdür. Yâni, her zaman O’nu hatırlayın = O’n...

İMGE-LEM

İmge, simgedir; simge ise, göstergedir. İmge/lem, hayal (= tahayyül) ile olur. Hayal (= tahayyül), bişeyin zihinde/ki canlandırılması, bilinmesi, dış dünyanın zihne (= bilince?!) taşınmasıdır.  Asıl olan, iç ve dışın “bir” olmasıdır. Aslında, iç, dıştan; dış, içten ayrı değildir; içsiz dış; dışsız iç olmaz. İkisini de görebilelim (ikisini de duyabilelim, tutabilelim, ikisine de ulaşabilelim) diye, bize iki göz, iki kulak, iki el, iki ayak verilmiştir. Bu, “görünüşte ikilik; hakikatte tekliktir”!. ... İmge, neyi gösterir?!. Dış dünyadaki simgeyi/âyeti, simgeleri/âyetleri. İmgelem-e, tasarlama, hayal/tahayyül etme ve düşünmedir. ‘Bu söylediğin şey akla hayale sığmıyor.’; sözü, düşünceye, tasavvura gelmiyor, demektir. Hayal ile düşünce (= bilme) ve tasavvur arasında çook sıkı ve çook yakın bir ilişki vardır, kuruludur. İnsandaki tüm kapasiteler veya yetiler organik bir bütünlük arz ederler. İnsandaki imgenin bir ucu kuruntuya; öbür ucu gerçekliğe gider. Hayal görmek, halüsinasyon görm...

EL

El, bedenimizin bir organı/parçası. Arapçası yed. İki elimiz var.  El, gücün sembolüdür. “yedullahi fevka eydihim” = Allah’ın Eli, onların ellerinin üzerindedir. (48/10) Her iş olduğu gibi, biat/bey’at da elle yapılır. Biat/bey’at, bir kimsenin gücünü (= hâkimiyetini) tanımak, ona evet demek. ... El, bedenlenmenin de (= bedenî bir güce sahip olmanın da) işaretidir.  El öpmek, güce hürmet etmektir. ... Bir de yabancı anlamındaki el var. ... Bir de harf-i tarif olan el (= ال) var; bunun İngilizcedeki karşılığı The. The’nın sağ yanına o (= hu/ هو) koyarsak, Theo olur; Theo, Tanrı; teoloji/theoloji, Tanrıbilim demektir. Bunun bizim dilimizdeki karşılığı ilâhiyat = elâhiyat; el'in elifi kesra ile okunuyor.  İlâh’ın başına da el (= ال) koyduğunuzda, Allah = الله olur. Allah, “belirli”! İlâh’tır. “Başka ilâhlar”!, belirsizdir. Hoş, başka ilâh da yoktur. = “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” İlâh’ın ilk iki harfi de el; son harf, He/Hû. İki el, bir He/Hû. İki el de He/Hû’yu (= He/Hû’ya) işa...

TEMSİL

Gösteri. Fenomen. Görüngü. Görüntü. Gösterge. Âyet. Simge. Misal. Mesel.  Dış dünyadaki her şey, bir temsil. Temsil, Bir’i adına olur; temsilci, Bir’ini temsil eder. ... Dışarıdaki ağaç, benim zihnimde a, ğ, a ve ç harfleri ile temsil edilir; dil de bir temsildir. Ağacın kendisi de kâinattaki her şey de bir temsildir; her şey "kendi çapında"! Yaratan’ı temsil eder/ler. ... Ben ağacı, zihnimde harflerle temsil edebiliyorum. Dışarıda ağaç olmasaydı, bende ağacın temsili de olmazdı ve ben ağacı bilemezdim.  Bilme, temsilîdir; “gerçek”! değildir.  GERÇEK, sadece HAKK’tır. HAKK, temsiller yoluyla bilinmek istemiştir. Temsillerden O’na varamayanlar, O’nu bulamayanlar, “varlıklarıyla”! O’nu “temsil”! edemeyenler, yok hükmündedirler. “... küllü şey’in hélikün illâ Veche...” (28/88.)

ÖLEMEMEK!.

Doğumla, bu hayata (= dünyaya) geliyor; ölümle, bu hayatı terk ediyor ve yeni bir hayatla (= âhiret hayatı ile) tanışıyoruz.  Bu hayatı güzel yaşayanlar, güzel bir ölümle; kötü (= berbat) yaşayanlar da kötü bir ölümle ölüyorlar. Güzel bir ölümle ölenlerin ötedeki hayatı da güzel olacak. Kötü (= berbat) ölümle ölenlerin ötedeki hayatı da kötü (= berbat) olacak.  Artık ötede kimseye ölüm gelmeyecek. Ama, kötü (= berbat) ölümle bu hayatı terk edenler (= ölenler) için o hayat öyle sıkıntılı, öyle acılı, öyle ızdıraplı/ıstıraplı olacak ki, onlar hemen ölmeyi, ölüp de kurtulmayı isteyecekler, onlara her yönden/yandan ölüm (= acı, ızdırap/ıstırap, keder) gelecek ama ÖLEMEYECEKLER, ölüm onları ÖLDÜRMEYECEK!.  “... onlara irinli su içirilecek. O suyu içemeyecekler; o su, onların boğazlarından geçmeyecek. Ölüm onlara gelecek ama ÖLEMEYECEKLER. Ardından çook daha çetin (= çook daha zor) azaplarla (= eziyetlerle) tanışacaklar.” (14/16-17.) “Onlar orada, ne ÖLEBİLECEKLER ne de YAŞAYAB...

UYANIKLIK

Bilinçli, müteyakkız (= uykuda değilken uyanık) olmaktan söz ediyorum, normal uykudan uyanmaktan değil. Böyle bir uyanıklıkta ne olur?!. Bilinç “açık”! olur; kafada “yüksek voltajlı ışıklar”! sürekli yanar; şimşekler gibi yanıp-sönmez. Alkol ve anestezi aldığımızda, bu “ışıklar”! zayıflıyor veya sönüyor. Uykuda da bu “ışıklar” sönük, veya kafamızın içinde düşük voltajlı “gece lambası” yanık. Düşünme, sönük olan bu ışıkları yakmadır.  Günlük (gündelik), sıradan, olağan hayat, 40-50 voltluk ışıklarla sürer/sürdürülür. “Sıra dışı” (= olağanüstü) bir hayat için bu “ışıkların”! 60-70-80 ve daha yukarısına çıkması (= çıkarılması) gerekiyor. Dâhiler, “yüksek ışıkla” çalışırlar. Gönül aydınlanması (= hidâyet) de, böyle bişey olmalı!. 40-50 voltluk ışıklarla bizi “karanlığa” mahkûm ediyorlar. Alışılmış hayatı terk etmeyince, “yüksek ışıklı” bir hayat mümkün değilmiş. Sakın hâ!, neon ışıkları ile ışıklandırılmış gece (= eğlence) hayatları aklınıza gelmesin; çok başka bişeyden, “gerçek aydınl...

Z RAPORU

Geçmişte bi dönem esnaflık yaptım; günün sonunda yazar kasadan günün hasılat = z raporu alırdık, şimdi alınıyor mu bilmiyorum; ben bu yazıda, günlük, aylık, yıllık ve ömürlük z raporları almamız gerektiğine dair üç-beş kelâm edeceğim. Günün sonunda, kendi kendimize : günüm nasıl geçti, bugün ne yaptım?! diye sormamız, bize iyi gelir. Hz. Ali (r. anh.), her gün bu sorunun daha ileri bir versiyonunu kendine sorarmış : “Bugün Allah için ne yaptın?!.” Bu soruyu sorabilmek için, epey bi tekne “ekmek”! yememiz gerekiyor.  ... Bugün kimin için çalıştım?!. Bugün günüm nasıl geçti?!. Her zamanki gibi, sıradan ve monoton muydu?!... İşe gittim, çalıştım, yoğun trafiğe alıştım, eve döndüm, yedim-içtim- televizyon seyrettim-yattım, kalktım ve tekrar işe gittim... Kimin için?!. Çoluk-çocuğum için. Sana ne var?!. Onların sorumluluğunu üstlenmek, onların karınlarını doyurmak, onlara sıcak bir yuva sağlamak, vs. Hepsi bu mu?!. Buysa, “Ey iman edenler! Mallarınız ve çocuklarınız, sizi, Allah’ı zikir...

SEÇİCİ OKUMA

Yayınlanmış o kadar çok kitap ve makale (dergi) var ki, hepsini okuyabilmek mümkün değil; yayın patlaması yaşanıyor. Ne yapmak gerekiyor?!. Seçici okuma yapmak gerekiyor.  Nasıl?!. Mümkün olduğu ölçüde, düşen (veya düşmeyi, düşebileceğini düşünen) düşünürlerin kitaplarını veya makalelerini okumak gerekiyor.  Düşünürlerin çoğu, sırça köşklerinden konuşuyor; halkın (ahâlinin) yaşadığı gibi bir hayat yaşamıyor. Bu yüzden, bir kitabı ya da makaleyi okumaya başlamadan önce, yazarının hayatına bakmalı/araştırmalıyız; bu adam nasıl yaşıyor ve ne söylüyor diye. Söyledikleri ile yaşadıkları arasında bir tutarlılık varsa, veya söyledikleri ile yaşadıkları arasında kıvranıyorsa, onu, okunmaya değer biri olarak görebiliriz; yoksa atın gitsin!. “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyi niçin söylüyorsunuz?!.” (61/2.) veya yazıyorsunuz?!. Anlaşılan siz, bu işten bişeyler (= para, itibar, vs.) kazanıyorsunuz. Sizler, kazandırmaya değil, kazanmaya teşnesiniz. (Teşne : arzulu, istekli, hevesli.) O...

HAVF ve RECÂ

Havf, korku; recâ, ümit/umut.  Kimden korkarız?!. Güçten, güçlüden. Aynı zamanda o güçten veya güçlüden ‘bazı şeyleri’ de ümit/umut ederiz. Korkudan umuda (= recâya) geçmek için “birazcık da” olsa, rızâ veya iknâ gereklidir. Öyle bir güç düşünün ki kahhâr ama aynı ânda/zamanda âdil. Siz o gücün kahhâr ve âdil olduğuna inanıyorsunuz; kahhâr olduğu için korkuyor; âdil olduğu için ümit/umut besliyorsunuz. Bir güçte bu iki özellik yoksa (= veya dengeli değilse), o güce kimse “gönüllü”! itaat etmez. Âdil olmadığına ama kahhâr olduğuna inanılan bir gücün iktidarına zoraki itaat edilir; buna zorbalık denir; kahhâr olmadığına ama âdil olduğuna inanılan bir güç de, zâlimler üzerinde adâleti ve düzeni sağlayamaz. Dolayısıyla, bir düzen (= din, sistem) kuran ve o düzeni/sistemi sürdürmek isteyen bir güç, hem kahhâr hem âdil olmalıdır ki o güce itaat edenlerin (= boyun eğenlerin) hâli havf (= korku) ve recâ (= ümit/umut) arasında olsun = o güçten hem korksunlar hem de ümitvâr olsunlar. ... İsl...

İNANCI/İMANI TEST ETMEK!.

İnanç, BÜYÜK ÖLÇÜDE duygu ve kanaattir. Bu duyguyu yaklaşık %50 ölçüsünde bilgilerimiz ile, %50 ölçüsünde de eylemlerimiz ile test edebilmeliyiz. Bilgi + eylem (= amel) = bilinç. İnanç, bilgi ve amelle (= bilinçle) test edilmezse, sanrı olabilir. Sanrı nedir?!. Bi tür zandır. Kanıtlanamamış patolojik bilgidir. İnanç, kesin bilgi ve faydası görülmüş amellerle test edilmezse, inanan kişi aldanabilir. Böyle bir durumda kişi, bilinç kaybına uğramış hastalar gibi bir hastadır. Buna tıpta, a-gnozi hastalığı denir; a, yokluk; gnozi, bilgi/bilinç; a-gnozi, bilinç yokluğu. Bu hastalığın biçook türü var : A-noso-gnozi = hastanın hastalığını bilememesi; a-somato-gnozi = hastanın bedenindeki organları tanıyamaması, vb. A-noso-gnozide, adamın kolu kırık ya da kopuktur ama bunu fark etmez. A-somato-gnozide, kolu yoktur ama var zanneder. Bazı hastalar, en yakınlarını, hatta aynaya baktıklarında kendilerini dahi tanıyamazlar, ... bunlar, birer sanrıdır. Bilinçsiz (= bilgi ve amelle test edilmemiş) ina...

SEVK ve İDARE

Yönetim. Sevk, bir yöne yönlendirme; idare, bu sevki çekip-çevirme veya yönetme. İşin, işletmelerin, ekonomik, siyasî, vb. kurumların sevk ve idaresinden söz etmeyeceğim; bunları bizzat yöneten insanın sevk ve idaresinden söz edeceğim. Kişinin sevk ve idaresi üç şekilde olur : 1) Onu bi başkası sevk ve idare eder. 2) Kişi, kendini sevk ve idare eder. 3) Kişiyi Rabbi sevk ve idare eder. İlki, kölelik;  ikincisi, özgürlük; üçüncüsü, kulluktur. Size ikincisi cazip geldi; kölelik ve kulluk, itici ve negatif göründü, değil mi?!. Bana göre en zoru, birincisi; sonra, ikincisi; üçüncüsü ise, en kolay olanı. Üçüncüsünde güven (= emn, iman) esas. Böyle bir güven (= emn, iman), tam teslimiyeti (= islâmiyeti) ve samimiyeti de (= ihlâsı da) gerektirir. Kişide, böyle bir güven (= emn, iman), teslimiyet (= islâmiyet) ve samimiyet (= ihlâs) olunca, kişiyi güvendiği ve teslimiyet gösterdiği Rabbi sevk ve idare eder. Öteki iki hâlde (1. ve 2.) kişi, hep huzursuzdur, hep tedirgindir. Çünkü, 1. hâldek...

KELİME ANALİZİ

Bu kelime, din. (Denne veya dünne = دن, anlamı vızıldamak.) Dîn veya deyn (= دين), borç/lu olmak; borcu/muzu ödemek. Dînî (= دينى), dinle ilgili. Denî veya denâ (= دنى), alçak/lık. Diyânet (= ديانة), dindarlık. Denâyet veya dinâyet (= دناية),  aşağılık, alçaklık. Dikkat etti iseniz, din kelimesinde üç harf var : D (= dal), Y (= ye/ya) ve N (= nun); son iki harfin yeri değişirse, dindarlık, alçaklığa (aşağılığa); alçaklık (aşağılık) da dindarlığa dönüşüyor.

KELLİM KELLİM LÂ YENFÂ

Anlamı, konuş konuş (istediğin kadar yaz) boşuna, faydasız, etkisiz. Etki (= tesir), kalp meselesi, bilgi meselesi değil. Bilgiden bilince geçilemediği sürece konuşmanın da yazmanın da bi faydası yok. Bilgiden bilince nasıl geçilir?!. Bilgi, sistemli hâle getirilir, sindirilir ve o bilgi ile de kalp iknâ edilirse = olursa. İknâ, kanaattir. Kapitalist kültürde (= iklimde) yetişen kalbin iknâ edilmesi ve kanaat etmesi çook zordur; o kalp, bilgi de dahil hiçbir şeyle doymaz; bildikçe bilmek, yedikçe yemek ister, doymak bilmez; doysa bile ileride aç ve açık kalacağından korkar, biriktirir. İknâ, rızadır. Veren’den razı olunmadıkça, verilenden razı olunmaz. Bilgi, verilendir.  Verilen bilinmedikçe, bilgiden bilince geçilemez; ve, mal (= para, servet) biriktirir gibi sürekli bilgi biriktirilir. Böyle adamların gözü doymaz, onlara bilgi (= uyarı) tesir etmez; onlar servet avcıları gibidirler. Kalp, Veren’i bulmadıkça doymaz; o, ancak ve ancak Veren’le doyar = mutmain olur.  “... elâ ...

ZOR ÂYET & ZOR SORUN

Zor âyet, Nur Sûresinin 35. âyeti. Bu âyetle bilinç felsefesinin zor sorunu arasında çok yakın bir bağlantı (= ilişki) var. Önce zor âyet, sonra zor sorun. “Allah, göklerin ve yeryüzünün, Nûrudur, aydınlığıdır. O’nun aydınlığı, içinde ışık bulunan kandil yuvası gibidir. O kandil, bir fanus içindedir. O fanus, inciden bir yıldız gibidir. Doğuya da batıya da ait olmayan mübarek bir ağacın yağından yakılır. Onun yağı neredeyse kendisine ateş dokunmasa bile ışık verir. Aydınlık üstüne aydınlık = Nûr üstüne Nûrdur. Allah, hak eden kimseyi aydınlığına (= nûra) iletir. Allah, insanlara örnekler verir. Allah, her şeyi bütün ayrıntılarıyla bilendir.” Şimdi de zor sorun : Bilgiden bilince geçişi anlamak (= kavramak, bilmek) mümkün değil. Bilgisayarlar, (bilinçli) insanlar gibi (bilinçli) değildir. Bilinç için, bilginin neden, niçin (= ne amaçla) kullanıldığını da bilmek ve o bilgiyi “hissetmek”! gerekir. Bunun için de, “öz/iç farkındalık” (= qualia, nitelce) şarttır; bilinçli insan bir zombi gib...

ALLAH'IN YARDIMI

Nasrullah.  “metâ nasrullah?!. = Allah’ın yardımı ne zaman?!.” demişlerdi Sahabeler; Allah da “yakın” demişti. (2/214.) Bence!, Allah’ın yardımı, sadece Allah’a kulluk yapılınca “yakın”!. “İyyeKe ne’abudu ve iyyaKe nesteîn.” (1/5.) Bu, bu âyetin bizden taraftan okunması (= söylenmesi). Muhtemelen (= Allah-u A'lem), bu âyetin Rabbimiz tarafından okunması (= söylenmesi), şöyle olurdu : Yalnız Bana ibâdet ederseniz, yalnız Ben’den yardım görürsünüz. Sizler, yalnız Bana ibâdet ederseniz, Ben, size Bana gönülden inanan (= güvenen) kullarımı gönderirim, onlar da, siz onlardan bişey istemeden size yardım ederler; onlar, “ücretlerini = ecirlerini” Ben’im vereceğimi bilirler, bu yüzden sizden zerre kadar bir ücret iste(ye)mezler.  Siz/ler, yalnız Bana ibâdet etmediğiniz için, yardımı da Ben’den başkalarından istiyorsunuz. İsterseniz, Bana güveninizi (= imanınızı) tekrar bi gözden geçirin!.

AMNEZİ

Hafıza kaybı. Bu kayıp, geçmişe doğru olursa, retrograde amnesia; geleceğe doğru olursa, anterograde amnesia adını alır. Amnezi hastaları, şimdide = ânda yaşarlar; geçmişlerini hatırla(ya)mazlar, geleceklerine dair de hiçbir çabanın içine giremezler.  Dün neydim, yarın ne olacağım?! diye düşünemeyen herkes, aslında bir amnezi hastasıdır.  Dün neydim, ne demek; dün nasıl düşünülür?!. Geriye doğru giderek. Bu geri, hiç olmazsa, çocukluk dönemine kadar gitmeli. Kitâb, bu geriyi bir damla atılmış değersiz su (= meni) idiniz, şeklinde bize hatırlatır. Meselâ dün, her birimiz ana-babalarımıza muhtaçtık; bugün, kendimizi kimseye muhtaç olarak görmüyoruz... Yarın ne olacağım?! sorusu, çok daha önemli. Bu soruyu soramayanların ve bu soru için hazırlanmayanların âqıbeti harab. Eğer ciddî bir hafıza kaybı (= amnezi durumu) yaşamıyorsak, neydik, ne olduk, ne olacağız?! sorularını her gün, her ân kendimize sormalı ve ona göre bir hayat yaşamalıyız. Bu sorular, bizi bilgili değil, bilinçli ...

KESİN HESAP

2002’de ortalama emekli maaşı, asgarî ücretin %50 üstündeydi. O zamanki asgarî ücret 185 TL, emekli maaşı da 275 TL idi. Bugün (2025’te), asgarî ücret 22.104 TL oldu; ortalama emekli maaşı da 12.500 TL. 25 yıllık “kalkınmayı”! hiç hesaba katmıyorum; 2002 seviyesini yakalamamız için ortalama emekli maaşının da 33.000 TL olması gerekiyor. Not : Mevcut asgarî ücreti de yeterli bulmuyorum.

DİNLE KANDIRMAK

Normalde dinle kandırma olmaz; ama dindarlar cahil olunca (= dindarlar dinlerini bilmeyince) dinle kandırmak çok kolay hâle gelir. İlk dönem dindarları (= sahabeler), dinlerini iyi biliyorlardı; Efendimiz onlara dinlerini iyi ve doğru öğretmişti.  Ne zaman, din öğretiminde = dinin ana omurgasını anlamada bir “gevşeklik, bir sapma” oluştu, işte o zaman, insanları dinle kandırmak çok kolay hâle geldi. Kandırılanlar, samimî dindarlar; onların hiçbir suçu-günahı yok; tüm günah, dini (ekonomik ve siyasî) çıkarlarına âlet edenlerde. ... Mevcut iktidarı (= ittifakı) da büyük ölçüde bu (cahil) dindarlar destekliyor. Bu dindarlara (= insanlara) gerçek din anlatılsa idi, bu iktidarın bu kadar uzun süre iktidarda kalması mümkün değildi. Bu, ateistlerle (= dinsizlerle) ve laiklerle aynı siyasî çizgide buluşmak anlamına gelmiyor; başka bişeyden söz ediyorum. Bu dindarlar (= bu insanlar), eğer dinlerini doğru bilselerdi (= anlasalardı), ülkedeki iktidar bambaşka bir iktidar olurdu ve 25 yılda, ö...

NOEL & CHRİSTMAS

No, new (= yeni); ël, Hel (= Güneş); Noel, yeni Güneş anlamındaki yeni Tanrı’yı işaret eder. Deis natalis = Tanrı’nın (buradaki Tanrı, İsâ) doğum günü. Yunanca Teogoni, İtalyanca, cristes maesse, İngilizce christmas = yağla meshedilmiş (= yağlanmış) Mesih.  “Eski Tanrılar öldü, yeni bir Tanrı doğdu; haydin Onun doğumunu (= doğum gününü) kutlayalım!; O, bizi kurtaracak, O, kurtarıcı bir Mesih.”!!. ... Onun tam ne zaman doğduğunu da bilmiyoruz ama (tahminen) Aralık’ın 25’i ile Ocak’ın 5’i/6’sı arasında bi günde. ... Doğan Tanrı’lar, ölen Tanrı’lardır. Gerçek Tanrı, doğmaz, dolayısıyla da ölmez. = “lem yelid ve lem yûled.” (112/3.) Sizin Tanrı’nız da doğmuşsa, doğum gününü kutlayın!; her ne kadar Onun ne zaman doğduğunu bilmeseniz de. Yok!, doğmamışsa, o zaman bu tür kepâzeliklere âlet olmayın.

YARIŞ/MA

Rekâbet. Müsâbaka. Kitâb’ta müsâbaka, emir formu (sébikû = müsâbaka edin, yarışın) ile teşvik edilir; kelime, Kitâb’ta 37 kez kullanılır. Yarışma, (ödül) kazanma için yapılır. Yarışın sonunda bir kazanç (= kazanma) yoksa, öylesine, iş olsun diye yarışılır. Öylesine, iş olsun diye yarışanları, ya ödül tatmin etmez ya da yarışma onlar için bir eğlencedir. Bu yarışa/yarışmaya girenler ve kazananlar için EN BÜYÜK ÖDÜLÜ de koysak, onlar için hiçbişey fark etmez.  Yarışa/yarışmaya girenlere ve kazanacaklara verilecek olan EN BÜYÜK ÖDÜL ne, bu yarışma ne yarışması?!. En güzel ameli seçme yarışması = ahsen-ü amelâ; ölüm ve hayat, bu yüzden yaratılmıştır. (Bknz. 67/2.) Bu yarışmada sadece bir tane ödül yok; bi çook ödül var... cennet. Orada, herkesin ameline göre hazırlanmış güzel köşkler, yumuşak döşekler, harika bahçeler, tertemiz akan sular, çeşit çeşit sebze ve meyveler var, ama EN BÜYÜK ÖDÜL bu değil. EN BÜYÜK ÖDÜL, Allah Katında!. (Bknz. 9/22. 57/7, 11 ve 18. 64/15. 67/12.) “...ve rıd...

GİBİ

Gibi, birini birine, bişeyi bişeye “BENZETME”!. Dünkü “Ölü” yazıma “güzel” tepkiler aldım, bu sayede gözümden kaçan bazı hususları fark ettim; bu yazı, onlarla ilgili olacak ve bu farkındalıkla o yazıda kullandığım “gassalın elinde ölü gibi olmak” sözünü, mürîd-mürşîd ilişkisi bağlamında şerh etmeyi deneyeceğim. Mürşîd, rüşde “ermiş”, irşada lâyık kişidir. Bu rüşd, bizim bildiğimiz GİBİ bir rüşd değil, bunun yaşla uzaktan-yakından bir ilgisi-alâkası yok. Hz. İsâ (a.s.)’a çocukken (daha bebekken) rüşd verilmişti. “Allah, hem meleklerinden hem de insanlardan dilediğini ELÇİ olarak SEÇER.” (22/75.) Seçim, rastgele olmaz; hele de bu seçim, Allah’ın bir seçimi (= seçmesi) ise. Mürşîdin seçimi (seçmesi) de aynen bunun GİBİ’dir, buna BENZER. (= Allah’ın ahlâkı ile ahlâklanmak!.) O yazıya gelen tepkilerin birinde, MİT’e (= Millî İstihbarât Teşkilâtına) adam seçerken bile özenli davranılır, mürşîd de, “en azından” MİT’e adam seçer GİBİ seçici olmalı, herkesi seçmemeli, deniyor. Herkesi seçmek, ...

KÖPÜK

Köpük : İşlem hâlindeki katıların ve sıvıların üzerlerinde oluşan hava (gaz) kabarcıkları. Arapçası, zebed. Kelime, Kitâb’ta sadece Râd Sûresi 17. âyette üç kez geçer; ilk ikisi nekra, üçüncüsü ma’rifedir. Köpüğün faydasız ve kaybolucu (yok olucu) bişey olduğu söylenir. Gerçek sandığımız amellerimiz de köpük, köpük gibi olmasın!. Konuşurken ağzımızda oluşan köpükler gibi, yaptığımız her amelin de üzerinde köpükler oluşur. Niyetimiz hâlis değilse, amellerimiz de, o köpükler (baloncuklar) gibi yok olur gider. Amelleri hâlis yapan nedir?!. Karşılığını sadece Allah’tan beklemek = Allah (rızası) için iş yapmaktır. “ve lâ tedu’ meallahi ilâhen âhar, küllü şeyin hélikün illâ Veche.” Allah’tan başka birine yalvarma (dua etme, ve lâ tedu’), O’nun Vechi dışında her şey (ve herkes) yok olucudur. (28/88.) Allah’tan başka her şey (ve herkes), aslında bir köpüktür. Allah’ın o köpükleri birer cevhere (= değere) çevirmesi, bizim iyi (= hâlis) niyetimize bağlıdır.  Amelde niyetimizin hâlis olması, ...

ÖLÜ

Kendi ölümümüzü (= ölümü) kendimiz henüz test etmedik ama “ölü gibi olmayı veya ölü gibi görmeyi” test edebiliriz; bugün ben test ettim; ölü gibi durmayı -- gibiyi atıyorum -- bizzat gördüm. Tasavvufta meşhur bir söz vardır. “Gassal elinde ölü gibi olmak.” Bu cümlede iki kişi var : Gassal ve ölü. Gassal kim?!. Mürşid veya ölü yıkayıcı. Ölü kim?!. Mürîd, “canlı”! olan, kendimizi canlı gören biz. Bu söz kime söyleniyor, sadece mürîde = bize mi?!. Hayır. Mürşîde de (= gassala da). Mürîde deniyor ki : mürşidine (= gassalına) “ölü gibi”! teslim ol. Mürşîde de : mürîdini “ölü gibi”! gör, ondan şahsın (menfaatin) için bişey isteme, onun “yeniden canlanması” (= doğru yolu, hidayeti bulması) için elinden gelen tüm gayretini göster. Yukarıdaki sözü tek taraflı ele alır veya anlarsak, mürşîdi yüceltir; mürîdi yerin dibine geçiririz. Bu şekilde ele alış, tasavvufun özüne de terstir. Tasavvufta mürşîd, “olağan-üstü”! bir adam değil, mütevàzî, alçakgönüllü (= ‘alçakta’! olanları yukarıya çıkarmaya ç...

SORGULAMA

“Sorgulanmamış hayat, yaşanmaya değmez.” der, Sokrates. Sorgulama, yaptığımız işi, ne için (= niçin) yapıyorum, bu hayatı ne için, kimin için yaşıyorum?!, demektir. Herkes, yaptığı işi bişey için yapar; kimi, kendi için (para için, konforlu bir hayat yaşamak için); kimi, tanıdığı-tanımadığı kişiler (başkaları) için yapar. Meselâ, ana-baba olmak, evlâtlar için yaşamak, evlâtların sorumluluğunu almaktır. Demek ki sorgulamanın, sorumluluk alma ile çok yakın bir ilişkisi var. Kendi için yaşayan, (sadece) kendinin sorumluluğunu alır; buna, bencil (= egoist, hodgam) insan denir. Tanıdığı-tanımadığı kişiler (= başkaları), hatta canlı-cansız tüm varlıklar için yaşayana, onların sorumluluğunu alana da diğerkâm (= diğergam, özgeci) insan denir. Neye, kime değer verirsek, onun için yaşarız. Sadece kendine değer veren, kendi için; her şeye ve herkese değer veren, herkes ve her şey için yaşar. Bunun bir diğer adı da Allah için yaşamak, iş yapmaktır. Çünkü Allah, âlemi (= kâinatı, evreni), Kendi içi...

İLİM ENDÜSTRİSİ

Kapitalizm, ilmi de filme çevirdi. Filmi, filmi endüstrisini biliyorsunuz. Filim, görüntü ile mesaj vermek. Filim çevirmek, argoda, gönül eğlendirmek. Bu işi yapmak için de “iyi senaryo ve iyi görüntü” şart. Filimler, daha çok seyirci çekmek, dolayısı ile daha çok para kazanmak (= gişe hasılatı elde etmek) için çekiliyor.  İlim de filim gibi oldu. İlim de daha çok para kazanmak için elde edilir hâle geldi. Avukat (doktor, profesör, mühendis, vs.), daha çok para kazanmak için avukat (doktor, profesör, mühendis, vs.) oluyor. Oysa ilim, hakikati (= hidâyeti) elde etmek ve insanları hakikatle (= hidâyetle) tanıştırmak için elde edilir. Dînî ilimler dâhil bütün ilim dallarında ilim, filme çevrildi. Artık herkes ilmi, paraya tahvil ediyor; istisnâlar hariç hiç kimse, ilmin hakkını vermiyor. Kapitalizmden etkilenmeyen alan kalmadı. Şeytanî kapitalizm, Müslümanları da tepeden tırnağa etkiledi, peşinden sürükledi!. Özellikle Müslüman ilim adamlarının Eûzü-Besmele çekerken, bu duruma da dikk...

LÂF EĞLENCESİ

Veya söz, dil oyunu. Tamlama, Lokman Sûresi 6. âyette "lehve-l hadîs" olarak geçer.  Wittgenstein da dil oyunu kavramını kullanır. Dilin de, oyun gibi kuralları vardır; dil, bu kurallara uygun kullanılmalıdır. Sûredeki âyet, bu kurallara uymayanları kast eder. Onlar, hem kelimelerin anlamları (= yuharrifûne-l kelime ân mevâdııhî 4/46. 5/13.) ile, hem de dilin kuralları ile oynarlar. Amaçları, insanları “doğru yoldan” saptırmak veya doğru yolu alay konusu (= hüzüvâ) edinmektir.  Dilin kurallarını kim koyar?!.  Varlığı var Eden. İnsana tüm isimleri öğreten. Çünkü dil, varlığı “temsil” eder, resmeder. Bu yüzden, dilin varlıkla ilişkisi doğru kurulmalıdır. Yâni, ontoloji ile filoloji uyumlu olmalıdır; aksi hâlde, dilin varlıkla ilişkisi doğru kurulmaz, dil sırıtır. Wittgenstein’da dil, toplumsal bir âlettir; o, dili, usta-çırak ilişkisinde ustanın çırağına öğrettiği kültürel bişeye benzetir; usta, her alete bir isim (= işaret) vermiş, ve bunu çırağına öğretmiş, üstelik her âl...

DİN, DÜZENDİR.

Din, özneyi (öznelliği, seni, beni) düzenler; özne de dışarıyı. Aslında dışarı düzenlidir, dışardaki her şey, O’na boyun eğmiştir; bozuk özne ise, dışarıyı bozar. “İnsanların kendi yaptıklarından dolayı karada ve denizde fesat ortaya çıktı, düzen bozuldu. Belki akıllarını başlarına alırlar diye yaptıklarının bir kısmı onlara tattırıldı.” (30/41.) Bilim, dışarısı ile ilgilenir. Psikoloji bilimi de “içeriyi” (= psişeyi) terk (ihmâl) etmiştir; o şimdilerde dışarının bozduğu içerinin tamiri ile ilgilenmekte (psikanaliz), ama bozulmamış içeriyi (= fıtratı) bilmediği için, içerinin nasıl düzelteceğini de bilememektedir.  “elâ ye’alemü men Halaq?!...” (67/14.) Din, içeri ile dışarının uyumu için vardır; içerde uyum olmazsa, dışarda da olmaz.  Bilim, içeriyi ihmâl ettiği sürece, dışarıda düzen sağlayamaz. Meseleye böyle bakarsak, bilimin nesnelliği, kocaman bir “çocuk masalı ve kandırmacadır”!. Pozitivist bilim, bizim hiçbir derdimize çare olamaz; dünyamızı da mahveder  âhiretimi...

FARKINDALIK

Farkındalık (uyanıklık da diyebiliriz), iki şekilde mümkün : • Kişinin kendinin kendine farkındalığı = Kendine farkındalık. • Kendi dışındakilerin farkındalığı = Dışardakilere farkındalık. İlkine, öznellik; ikincisine, nesnellik diyebiliriz; ama öznellik olmadan nesnelliğin olmadığını da bilelim. Yani, ben yoksam, (benim için) hiçbişey de yoktur; dışarıdakileri de bilen (onların da farkında olan) benim. Bilimin “açmazı”!, beni gereği gibi hesaba kat(a)maması; mutlak nesnellik iddiasında bulunması, ‘beni’ yok saymasıdır.  Aslında farkındalık, büyük ölçüde öznelliktir; gördüğümüz, duyduğumuz, dokunduğumuz, tattığımız, bildiğimiz, ... şeylerin içimizdeki (= bizdeki) etkisidir, duygusudur. Dinin, bilimden “ayrıldığı yer”! burasıdır. Aslında bir ayrılık yok, eksiklik vardır; eksik olan bilimdir; din, bilimi tamamlar. ... Dışarıdaki Güneş beni ısıtmıyorsa, “önümü, etrafımı” aydınlatmıyorsa, bana ne o Güneşten!. Dışardaki ekmek, (bi çook şey) beni doyurmuyorsa, o ekmeğin tadını alamıy...

ÖZ ve BİÇİM

Töz ve şekil. Ma’na ve madde. Fizik ve metafizik. ... Bunlar, ikicilik (= düalizm) “gibi”! gözüküyor, oysa tekçilik (= monizm). Tek (= her iki) taraftan bakarsak, böyle; “yukardan”! bakarsak, farklı. İkiciler, ya töz ya da şekil (ma’na ve madde, fizik ve metafizik) tarafından bakıyorlar; ilkine idealistler; ikincilere materyalistler deniyor. Anlamamız için, Kitâb da meseleye ikincilerin baktığı yerden bakar, ama işi orada bırakmaz. "Biz, insanı topraktan (= balçıktan, kurumuş/sertleşmiş çamurdan) yarattık, ona belli bir şekil (= sûret) verdik, ve sonra ruhumuzdan üfledik." der. (Bknz. 6/22. 55/14. 15/26. 15/28. 15/29. 15/33. 23/12. 32/9. 38/72.)  Ruh, öz; beden, biçimdir, şekildir. Her ruhun biçimi (= bedeni, şekli, sûreti) farklıdır. Beden, kabuktur; ruh, özdür. Burada beden, ruhla iç-içedir ve yapışıktır. Ruhun, buradaki yaşamı bitince, o kabuk soyulur; yeni bir kabuk (= şekil) giydirilir. Giyilecek o yeni kabuk (= şekil), buradaki yapıp-etmelerimize (= amellerimize, eyleml...

BEDEN = BODY = VÜCUD

Başlığa, bedenin Türkçe, İngilizce ve Arapça karşılıklarını yazdım; beden, Arapçada hem vücud hem beden; kelime bize Arapçadan geçme. Bedenlenmeden önce de vardık!; ama burada bu bedenle (bu bedenimizle) varız. Buradan giderken bu bedeni burada bırakarak gidiyoruz. Bedenimiz, bizim âletimiz; burada onu kullanıyoruz. Beden âletimizse, onu kullanan kim?!. Biziz. Benim.  Biz kimiz, ben kimim?!.  Bu sorunun cevabı nesnel değil, öznel. Öznel olan şeyler, dile gelmez. Kimse, kimseye öznel deneyimlerini aktaramaz. Öznel deneyimler bilimin alanına da girmez. Öznel deneyimler, özel yaşantılardır; onları, yaşayanlar ve Allah bilir. ... Bedenimiz, görünen (= fiziksel) yanımız; ona dokunabiliyor, ‘onunla’ görebiliyoruz; onun bir kısmı yaralandığında acı (veya ağrı) hissedebiliyoruz. Acı (veya ağrı) hissi, bedenin bir bölgesinde (sözgelimi dişte) ise, tüm bedenimiz bu acıdan etkileniyor. Pekiî, rüyada, fiziksel bedenimiz yatakta iken, ne ile geziniyor, görüyor, duyuyor, dokunuyor veya kokl...

UNUTMA

GERÇEKTEN (= HAKİKATEN) ihtiyacımız olan “bişeyi”! hiç unutmaz, onun için (onu elde etmek için, ona ulaşmak için) çalışırız. ... Belki günde bikaç kere İhlâs Sûresini okuyoruz ve orada, Allah’ın Samed olduğunu söylüyoruz. Nedir Samed?!. Her şey O’na muhtaç, O hiçbir şeye muhtaç değil. ... Ama, sanki O’na “ihtiyacımız yokmuş gibi”!!, O’nu çoğu zaman unutuyoruz; O’nu hatırlayanlarımız da günde beş vakit (= namazlarında) hatırlıyor. Bütün ihtiyaçlarımızı O’nun karşıladığını (= O’nun yarattığını) bilsek, O’nu hiç unutmayız. “nesullahe feensâhüm enfüsehüm” (59/19. Ayrıca bknz. 9/67.)

İSBAT = İSPAT

İsbat : Bişeyin (bifikrin) doğruluğunu veya bir kimsenin “bişey”! olduğunu delilleri ile ortaya koyma. Fikrin doğruluğu, akıl yürütme ve uygulama/amel ile; bir kimsenin “bişey”! olduğu “belge, kimlik vb.” ile ispatlanır. Normal zamanlarda, 'ben polisim veya doktorum' diyen birine, kimliğini göster, deriz. Anormal zamanlarda (kavga, kaza, yaralanma vb.) onlar, 'ben polisim veya doktorum' diyorlarsa, onlara inanırız, değil mi?!. ... Pekiî ‘ben Allah’ın elçisiyim (= rasûlüyüm)” diyen, birine nasıl inanacağız veya o bize kendini nasıl ispat edecek?!. Bu soruyu, 1) Miladî 7. yüzyılda yaşadığımızı varsayarak, ve 2) Şimdi, -- çünkü kendini rasül (peygamber değil) ilân edenler var; -- cevaplamamız gerekiyor. Miladî 7. yüzyılda yaşamıyoruz, dolayısıyla ilk şık, devre dışı; demeyin!. Oradan alacağımız “ip uçları, deliller veya kanıtlar” bize, bugün 'ben rasülüm' diyenleri tanımamız, onlara inanıp-inanmamız konusunda yardım edecektir. Hz. Bilâl veya Hz. Ömer (= tüm sahabel...

SADECE SÖYLEME YETMEZ!.

Sınanma, söylemeyle bitmez!. 29/Ankebût 2. âyet buna delil. Âyet şöyle : “İnsanlar, inandık demekle (= inandıklarını söylemekle) sınanmadan bırakılacaklarını mı sanıyorlar?!.” اَحَسِبَ النَّاسُ اَنْ يُتْرَكُٓوا اَنْ يَقُولُٓوا اٰمَنَّا وَهُمْ لَا يُفْتَنُونَ Söz, ispat gerektirir. Sözün ispatı, ameldir. Eğer, (sadece) sözle (= söyleme ve yazmayla) kurtulacağımızı sanıyorsak (= hesap ediyorsak = hasibû), yanılıyoruz. İmanı, sadece söze indirgemek, büyük hatadır. İmam Azam imanı, dil ile ikrar, kalp ile tasdik, âzâ (= organlar) ile amel şeklinde tarif etmiştir. Söz (= söyleme veya yazma), olsa olsa imanın 1/3’i (= üçte biri) olur; bu iş, sadece sözde kalırsa, imanın diğer 2/3’si (= üçte ikisi) eksik olur. 3. âyet, “sizden öncekileri de sınadık; onlardan kimi yalancı, kimi de sözüne sâdıktı.” der. Demek ki, sözün doğruluğu ve yanlışlığı, amel ile (= yaşanan hayat) test edilir, sınanırmış!. Adam : “lâ ilâhe illâ-l Allah = Allah’tan başka ilâh yok.” diyor; ama dünyevî çıkarı için Allah’ın e...

YAĞMUR

Dışarıda yağmur yağıyordu. Penceremden yağmuru seyrettim. Gökyüzündeki (= bulutlardaki) dev barajları hayal ettim. Bu barajların, yağmuru damla damla indirişini (= yağmurun rahmetle, merhametle inişini) düşündüm, Rabbime şükrettim. Eğer Rabbim, o barajların kapaklarını birden açsaydı (= patlatsaydı) hâlimiz nice olurdu!.

VESÎLE

Vesîle : Sebep. Araç. Vasıta. Bu sözcüğü “ve’si ile” şeklinde okumak da mümkün. Ben, bu notta, Mûsâ ve genç arkadaşının Hızır’la buluşmalarına vesîle olan balıktan söz edeceğim. Mûsâ : Yorulduk ve acıktık; getir şu kahvaltımızı (= ğadâmızı, gıdamızı) da karnımızı doyuralım; bu arada da biraz dinlenmiş oluruz, dedi, genç arkadaşına/yoldaşına.  Kahvaltıları olan balık, daha önce dinlendikleri yerde unutulmuş ve “canlanarak”! denize (= asıl vatanına) kaçmıştı!. Arkadaşı Mûsâ’ya : onu bana şeytan unutturdu. = “ve mâ ensânîhu ille-ş şeytanu en ezkürahu...”, dedi. (18/63.) Şeytanın unutturması, onların Hızır’la buluşmalarına (= aradıklarını bulmalarına) sebep (= vesîle) oldu!. Demek ki şeytan da!, bizim iç yüzünü kavrayamadığımız “bazı şeylere” vesîle olabiliyormuş!. Mûsâ, bunu anladı ve “işte aradığımız bu!” = “zélike mâ künnâ nebgı” dedi ve izleri üzerine geri giderek Hızır’ı buldular. (18/64.) Bizlerin neyin, neye vesîle olduğunu bilmemiz çok zor. Başımıza gelen “kötü şeylerde” de bir...

MÛSÂ DA ANLAYAMAMIŞTI.

Mûsâ da “olup-biteni” anlamak için genç arkadaşı (= fetâsı) ile yola çıkmıştı. Yiyecekleri balığın denize kaçtığı yerde, kendisine ilim ve hikmet verilen bir kulla (= Hızır ile) karşılaşmışlardı. O kula  : - “Sana öğretilen ilim ve hikmetten Bana da öğretmen için Sana tâbî olabilir miyim, demişti. (Bknz. 18/60-66) - O kul : “Sen, Bana sabredemezsin. İç yüzünü (= hubrunu, hakikatini) kavrayamadığın şeylere nasıl katlanacaksın?!.” diye karşılık vermişti. (18/67) - İnşallah sabredeceğim. Sana hiçbir konuda muhalefet etmeyeceğim. (18/68) - Sabredeceksen, Bana, Ben Sana meselelerin iç yüzünü (= künhünü) açıklayana kadar, Bana hiçbir soru sormayacaksın. (Tamam. Anlaştık.) Yürüdüler, epey yol aldılar. Bir limana vardır. Kul, limandaki bir gemiyi deldi. Mûsâ : - Bunu niye yaptın; geminin içindekileri boğmak için mi?!. dedi. - Sabredeceğini söylemiştin. - Özür dilerim, unuttum, Beni affet, Bana güçlük çıkarma!. Yollarına devam ettiler. Kul, (muhtemelen yolda oynayan küçük) bir...

ZAMANLA ANLAYACAĞIZ.

Şimdi anlayamıyoruz, inşallah zamanla anlayacağız; o zaman da çok uzun bi zaman değil, çok kısa bir zaman; sakın! acelemiz yok, demeyelim.  Keşke zamanı çabuklaştıra/hızlandırabilsek!. Ama, kimileri için de zamanın çok çabuk/çok hızlı geçmemesi, onlar için büyük avantaj.  ... Anlayamadığımız o kadar çok şey var ki, meselâ : Ana-baba olmadan, ana-babalarımızı anlayamıyoruz. Hastalanmadan hastayı; fakirleşmeden fakiri; ihtiyarlamadan ihtiyarları ve ihtiyarlığı, ... Bilmeden cahilleri ve cahilliği. Ölmeden hayatı... Bilince, cahillere kızmamak gerekiyor. Bilmek, cahillere tahammül etmek; bir zamanlar sen de bilmiyordun, demektir. Hâlâ bi çook şeyi bilmiyorsun; bilsen, çook daha rahat olursun, demektir. Neye kızılır?!. Başımıza gelen felâketlere (= kötülüklere). O felâketler, doğrudan Allah tarafından gelmişse (= deprem, kaza, hastalık gibi), yapacak hiç bişey yok!; ama o felâkete bir kul (= insan) sebep olmuşsa, o kula/insana kızarız, kızıyoruz; onu ya câhillikle ya da hâinlikle ...

İLHAK (= الحاق)

Kelimenin kökü, LHQ (= لحق). İlhak, katma, (katılma); bir ülkenin başka bir ülkeyi ilhak etmesi, o ülkenin toparlaklarını kendi toparlaklarına katması. Ama ben, bu tür bir siyasî ilhaktan söz etmeyeceğim; 26/Şuarâ, 83. âyetten söz edeceğim. LHQ (= لحق), Kitâb’ta altı (6) yerde geçer. 26/Şuarâ, 83. âyette : “Rabbi heblî hukmen ve elhıqnî bis-sâlihîn. = Rabbim Bana hukm ver ve Beni sâlihler arasına kat!.” denir. Pasajda, 69 ilâ 104. âyetler arasında Hz. İbrâhim’in Rabbine yakarışına (duâsına) şâhit olacaksınız. Hüküm/hukm, doğru, isabetli karar, hâkimiyet, güç ve kudret demek. LHQ (= لحق), burada/bu âyette elhıqnî (= beni kat!) formunda geçiyor.  “Beni sâlihler arasına kat!.” Bu duâ, sadece Hz. İbrâhim’in duâsı mı?!. Rabbimiz bize öğrettiklerini Onların (= Elçilerinin) dilinden öğretmez mi?!. Duhâ Sûresini de bu gözle okusak, okumayı denesek, “İki yemin. (Kuşluk vaktine ve geceye. (93/1-2) Rabbin Seni bırakmadı (= mâ veddeake), Sana darılmadı (ve mâ kalâ); kâle’den (= قال) küsmedi. (...

BİTLERE KIZIP, ...

Öyle “alengirli” insanlardan öyle “alengirli” tepkiler alıyorum ki, bazen, yazmayı bırakayım bile diyorum. Ama (kendini dev zanneden) bitlere kızıp da yorganımı yakmayacağım; bu bitleri temizleyemesem de, hele de bu “kış” gününde “yorgansız” kalır, “üşürüm”!. Bu insanlara kızar da “yorganımı”! yakarsam, Rabbimi “küstürür”!; öte dünyada da kendim yanarım. Rabbim ömür, sağlık ve sıhhat verdiği sürece, devam.

KORU/N/MA

Koruma, birine; korunma, kendimize yöneliktir. Çocuklarımızı koruruz. Doğayı koruruz!.  Sağlığımızı koruruz.  Bi çook şeyden (?!) korunuruz. Ateşten (= cehennemden) de korur ve korunur muyuz?!. Korumak ve korunmak için sığınmak gerekiyor!. Kime, neye, nereye?!. Allah’a.  Allah’a sığınma, nasıl bir sığınma veya korunmadır?!. Ma’nevî zırhla zırhlamadır.  Bunun nasıl olacağını bize, Allah’ın Kitâb’ı söylesin. “Cahilliğinizden Allah’a sığınırım.” (2/67) “Onu (= Meryemi) ve Onun soyunu Sana, Senin korumana bırakıyorum.” (= eûzü-hâ. 3/36) “Şeytan sana bir nezğ atarsa, hemen Allah’a sığın.” (7/200) “Bilmediğim şeyi Sen’den istemekten Sana (= Allah’a) sığınırım.” (11/47) “Yusuf, kadının o teklifi karşında Allah’a sığınırım, dedi.” (= meâze Allah.) 12/23) “Başkasına haksızlık yapmaktan Allah’a sığınırım.” (12/79) “Kur’ân okuyacağın zaman kovulmuş (= taşlanmış) şeytandan Allah’a sığın.” (16/98) (Meryem :) “Muttaqî biri isen, senden Rahmân’a ssığınırım.” dedi. (19/18) “Şeytanın...

GEMİ

Bildiğimiz veya Nuh’un Gemisi gibi bir gemiden değil; dünyaya, hatta tüm feleklere (= kainata) karşılık olarak kullandığım metaforik veya sembolik bir gemiden söz edeceğim. Bildiğimiz gemi/ler suda yüzer/ler; bu gemi de havada (uzay boşluğunda) yüzüyor. Yüzmenin Arapça karşılığı sebh; tesbih de aynı kök. Düz (= bilimsel veya biçimsel) bir mantıkla bakarsak yüzme, geminin (yüzücünün) hareketi ve suyun kaldırma kuvveti iledir. Bir adım “geri” gider de şu soruyu sorarsak, gemideki (yüzücüdeki) bu hareket ve sudaki bu kuvvet, nereden geliyor?! desek; ve sorular birbirini kovalasa, sonunda, ya teselsüle (=çıkmaza) düşeriz ya da mükemmel bir Tanrı’da karar kılarız. Teselsüle düşenler, her şeyden şüphe etmeye (= sürekli araştırma yapmaya) devam ediyorlar (bilim, şüphe ile ilerler); bi karar verenler de tesbih etmeyi (boncuk çekmeyi değil) yeğliyorlar. ... Gemi, dünyadır; dedim. Öyleyse, hepimiz bu gemideyiz. Kimimiz, bu geminin sağ-sâlim (= kazasız-belâsız) limana ulaşmasını istiyor; kimimiz ...

MUHÂTAP = MUHÂTAB

Muhatap : Konuşmada karşımızda olan ikinci tekil şahıs (= sen ve siz); yazmada ise “hayal ettiğimiz”! ikinci ve üçüncü çoğul şahıslar (=  siz ve onlar). Konuşmayı, yazmadan ayıran şey, muhatabın karşımızda olması; onları yakın kılan şey de, ikinci çoğul şahıs veya hayâli karşıdır.  Sözlü veya yazılı bir hitap (= konuşma = tekellüm ve yazma) varsa, muhatap da vardır. Muhataplar genelde düzeyli veya hiyerarşiktir.  Muhataplar, aynı seviyede de olabilir; (Buradaki seviye, bilgi seviyesidir.) onların seviyeleri farklı da olabilir. Seviyeler farklıysa, konuşmalar veya yazmalar : ya seviyeyi düşürmek ya da seviyeyi yükseltmek için yapılır. Biraz açayım. Konuşmayı veya yazmayı, düşük seviyeli biri başlatmışsa, yüksek seviyeli birini yanına çekmek (= muhatabını düşürmek) için başlatmıştır. Tersi de geçerlidir. Konuşmayı veya yazmayı, yüksek seviyeli biri başlatmışsa, düşük seviyeli birini yanına çekmek (= yükseltmek) için başlatmıştır. Bu seviyeleri alçaktan yükseğe doğru sıralar...

BAGAJ

Bagaj : “Yolculuk” esnasında taşıyan “yük”.  Hayat, bir yolculuk; ve bu yolculuğumuzda tarihî ve kültürel olarak da “bi ton” yük taşımak zorunda bırakılıyoruz. Bu yükü, kendimiz gönüllü yüklendiğimizi sanıyoruz; oysa bu yükün çoğunu bize eğitim sistemi yüklüyor. ‘Yüksüz yola çıkılmaz; yolda aç kalırız.’ diyebilirsiniz; haklısınız, ama gereksiz, (= fazla) yük, gerçekten yüktür. ... “Sahne değişti, ...” yazıma gelen tepkilerin çoğu, bu yükün etkisi ile yazılmış. Bana, 'nesin, kimsin?!. (= İran yanlısı bir şiî misin?!); kimliğini açık et!," diyenler bile var. Benim bagajım dolu değil. Ben tarihi ve kültürü, ibret almak için okuyorum, bagajımda taşımak (= yük) için değil. Bi tarihim yok mu?!. Elbette var. Bu tarihi oluşturan ve kalıcı kılan, değerler; ırk (= kan), vatan (= toprak) vb. şeyler değil. Irk ve vatan değişebilir ama değerler değişmez. ‘Hocam, değerler de değişiyor.’ diyebilirsiniz; evet, insanların koyduğu değerler de (= toplumsal ahlâk da) değişiyor ama Allah’ın koyduğ...

SAHNE AYNI, ...

Sanırım, sadece oyun değişti!. Siyasî konularda yazmak istemiyorum; Suriye meselesi sorulduğu için kısaca değinmek istiyorum.  Özelde Suriye’deki, genelde de Ortadoğu’daki gelişmelerde, kanımca, eski oyun iptal, yeni oyun sahnede. Sahne aynı, oyun değişti; ama oyundaki oyuncular değişti mi emin değilim; sadece Beşşar Esad oyundan çıktı. Yeni oyunun “Türkiye Yüzyılına” entegre edildiği kuvvetle muhtemel. Bu oyunda senarist ya da senaristlerin kim olduğu da net değil. ABD ve Rusya gibi büyük aktörlerin (= oyuncuların) devre dışı tutulması da hayra alâmet değil. Biraz izleyelim, oyunun sonunu görelim; belki!, bu oyunu kimin yazdığını veya irticâlen oynanıp-oynanmadığını da o zaman görebiliriz, diye düşünüyorum. Bi karar vermek için henüz çok erken, biraz sabır. Kâhin değilim, geleceği (= senaryonun sonunu) bilemem.

TAQVÂ NEDİR?!.

Kelime, Kitâb’ın temel-anahtar kelime-kavramlarından biri; türevleri (= véqâ, qû!, vâq, ittiqâ, mütteqî) ile birlikte Kitâb’ta 258 yerde geçer; bu kelimeye-kavrama mealler ve tefsirler çok farklı anlamlar verirler : Korkmak. Sakınmak. Korunmak. Sorumluluk duymak (= Sorumluluk bilinci). Samimiyet = İhlâs. Titremek. Son üç anlam, haşyet (= huşû) ile akrabadır.  Taqvâ, bir “duygudur”!; duyguların ifadesi (= dile gelmesi/getirilmesi) zordur. Duygu, hem içe bakış hem de içten bakıştır. Bilinç felsefesindeki qualia neyse, taqvâ da “biraz”! ona karşılık olarak kullanılır. Bu kelime (= qualia), Türkçeye nitelce olarak çevrilir; bi tür öznelliği, subjektiviteyi; birinci tekil şahıs (= ben) bakışını ifâde eder. Bu bakış, bilimin bakışı değildir; bilim, olgu ve olaylara üçüncü tekil şahıs bakış açısı ile “nesnel” (= objektif) bakar. Taqvâ, “subjektiftir”; onu, kişinin kendisi ve Allah dışında üçüncü kişiler bilemez; en iyi, en mükemmel olarak da Allah bilir; kişi de “yaklaşık bir tahminde”! b...

HAZIRLIK

Hazırlık, geleceğedir; gelecekte olacak (= başımıza gelecek) olanadır.  Geleceğe gönderdiğimiz şeyleri, “gelecekte” karşımıza çıkacağına (= onlarla buluşacağımıza) inandığımız için göndeririz. Bu, “geleceğe” (= âhirete) inanmak mıdır?!. Gelecek, âhirettir. = Âhiret, gelecektir. Âhiret gelecektir. Âhirete (= geleceğe), bu günden = şimdi/den hazırlık yapılır. Geleceğe (= âhirete) inanmayanlar, geleceğe (= âhirete) bişeyler gönderme gereği/ni de duymazlar. Onlar, her şeyi, şimdi için yaparlar. = Şimdi işe yaramayan hiçbir şeyi yapmazlar. Gelecek (= âhiret) gelince de “dımdızlak” kalakalırlar.  Gelecek için hazırlanma, burada ve şimdi, bir karşılık (= para, prestij, makam, onur, vb.) beklemeden, Allah için iş yapma demektir. Gelecekte (= âhirette) Allah, yapılan o işlerdeki “samimiyete, ihlâsa, iyi niyete (= taqvâya) bakacak”! ve ona göre bize bir değer (= not) verecektir. Bu durum, aslâ bir “beklentisizlik veya belirsizlik” değildir; bütün beklentiyi, gönderdiklerimize değil, All...

NE YAPACAĞIZ?!.

Ne yapacağız?! sorusunda, ne yapmalıyız?! sorusu da gizli. Madem, “büyük hakikatin çook küçük bir aralığında” iş yapıyor veya yaşıyoruz; öyleyse nasıl yaşayacağız?!. = ne yapacağız?!. Büyük hakikati Bilen’e (= Bildiren’e) güveneceğiz = inanacağız. O, bize, bu büyük hakikatin “öncesini ve sonrasını” (= mebdeini ve meâdını = başlangıcını ve sonunu/sonucunu) Kitâb’ında bildiriyor. Bizim işimiz (= görevimiz), O’nun bildirdiği istikâmette yürümek (= sırat-ı müsteqîm), iş yapmak. Bu yolu yürümezsek, eninde sonunda acıdan (?!); yürürsek, sevinçten (?!) “çıldıracağız”!. Allah-u A’lem, bu “çıldırmanın”! dozu/dozajı (= yoğunluğu), herkese göre değişir, değişecek!.

ARALIK

İçinde bulunduğumuz aydan (Aralık ayından) söz etmeyeceğim; sizlere “kendimce”! bir “model” sunacağım. Bu aralığı, her yöne (= bütün yönlere) hareket edebilen, ister bir nokta gibi, ister bir küre gibi, ama kesinlikle “küçük/küçücük bişey”! olarak düşünün. Bu küçücük aralıkta, “bizim bildiğimiz somut-soyut, maddî-ma’nevî, tüm kâinat = her şey” var. “Bize göre”, devâsâ boyutlara ulaşan bilgi yığını/mız, tüm açıklamalar/ımız, özgür irademiz dahil, hepsi bu aralığın içinde. Her yöne yönelebilen bu aralığın iki ucu, “uçsuz-bucaksız ve sonsuz”!.  İşte bizler, burada, bu kısacık aralıkta iş yapıyor ve hayat sürüyor, yaşıyoruz. Tüm bilimsel çalışmalarımızı (= açıklamalarımızı) ve tüm kararlarımızı da kısacık bu aralığın içinde/n yapıyoruz, alıyoruz. Bu aralığın içinde “özgürüz”!. (Özgür olduğumuzu sanıyoruz mu demeliydim, bilemedim; aslında = gerçekte, bu aralığın iki yanında alınan kararlara tâbiiyiz.) “ve mâ teşâûne illâ en yeşâ-Allah...”  Allah dilemedikçe, siz dinleyemezsiniz. (7...

DİNAMİK OKUMA

Kelimeler de insanlar gibidir. İnsanları, yüzlerinden (= görüntülerinden) ve seslerinden tanıdığımız gibi, kelimeleri de yüzlerinden (= görüntülerinden) ve seslerinden tanırız.  Önceden bir kez gördüğümüz veya sesini duyduğumuz insanı, sonradan (yıllar sonra bile) görünce nasıl tanıyorsak, kelimeleri de öyle tanırız.  En çok gördüğümüz insanı (sözgelimi eşimizi, çocuğumuzu, vb.) ve kelimeleri de en çok (daha çok) tanırız. Pekiî, insanlar değişiyor; kelimeler değişmez mi?!. Kelimeler de en az insanların değiştiği kadar değişirler. Ama insanlarda da kelimelerde de “değişmeyen yanlar” hep olur. 10 yaşımdaki ben ile 60 yaşımdaki ben, hem aynı ben, hem değişmiş ben; ama ben, değişmiş beni değil, aynı beni kullanıyorum. Siz de öyle. Değişim, “özde” (= bâtında) değil; “görüntüde” (= zâhirde)!. “Öz” (= bâtın) ile “görüntüyü” (= zâhiri) birbirinden koparırsak, ya zâhirîliğe (= selefîliğe, lafızcılığa, maddeciliğe, materyalizme) ya da bâtınîliğe (= modernizme, agnostizme, idealizme) sav...

ZAMAN

Zaman, Arapçada çok farklı kelimelerle ifâde edilir : Zaman. Vakit. Dehr. Hîyn. Ecel. Sa’at. Mîâd. Ân. Tarih. Asr. Bergson’da zaman, 1) Ölçülebilen zaman (= vakit) ve 2) Duyumsanan (hissedilen) zaman (= süre) diye ikiye ayrılır. Duyumsanan (hissedilen) zaman (= süre), biyolojik (= canlı, vital), beynin -- pardon bilincin -- algıladığı zamandır. Kolumuzdaki saat, vakti gösterir ama vakti algılamaz. Çoğumuz, zaman konusunda saat gibiyiz. Oysa zaman, bize verilmiş bir süredir; bu sürenin farkında olmalıyız. Zaman geçiyor. Zamanın bu geçişi, bizde bazı etkiler bırakıyor. İhtiyarlıyoruz; bize verilen süre (= ecel) dolunca da ölüyoruz. Üstelik, bu sürenin ne kadar olduğunu da bilmiyoruz. ... Öyle ya da böyle geçiyor işte; yapacak bişey yok, nasıl olsa geçen zamanı durduramıyoruz, mu diyeceğiz; yoksa geçen zamanın farkında olarak onu değerlendirmenin yollarını mı öğreneceğiz?!. Zaman, bize verilmiş en değerli hazinedir, ilâç gibidir. Bu ilâcı doğru dozlarda kullanırsak (çar-çur etmezsek), şif...

KALİTELİ OKUMA = TERTİL

Kaliteli okuma varsa, kalitesiz okuma da vardır. Kalitesiz okunmaya, göz gezdirme diyebiliriz. Bu (= kalitesiz) okumada, okunan, gözden beyne, beyinden kalbe taşınmaz. Kaliteli okumada ise, göz, beyin ve kalp aktiftir. = Okunanı, göz görür, beyin (= akıl) düşünür, kalp hisseder, tartar, değerlendirir = kabul eder veya reddeder. Kaliteli bir okuma için, çok sık okuma alıştırmaları yapılmalıdır. Okunan, gözden beyne, beyinden kalbe taşınmalı = göz (= duyu), beyin (= düşünce) ve kalp (= duygu) “aynı ânda” çalıştırılmalıdır.  Kur’ân, çook okunan (Kitâb) demektir. Kur’ân okumada da göz (= duyu), beyin (= düşünce) ve kalp (= duygu) “aynı ânda” çalıştırılmalı ki, kaliteli bir okuma = tertil ve anlama yapılabilsin. Çoğumuz Kur’an’ı gözüyle okuyor; bu okumalar beyne (= akla) dokunmuyor, kalbe zaten hiç inmiyor. Kur’an’ı, gözden akla; akıldan kalbe; kalpten fiile (= eyleme, amele, davranışa, yaşama) dönüştürmediğimiz sürece, “kaliteli bir okuma” yapamayız ve Onu anlayamayız; dolayısıyla da “...

GENÇLERDEN SORGULAYICI SORULAR

Zamane gençlerinden “ilginç”! sorular (= sorgulamalar) geliyor. Bunlardan biri de, Allah (= Tanrı) bizi (= kâinatı) neden yaratmış; aslında, neden yaratmaya ihtiyaç duymuş; böyle bir ihtiyacı mı varmış?!. Hani, Tanrı’nın hiçbir şeye ihtiyacı yoktu?!. Bizi (= kâinatı) yaratmasaydı, kötülük de (= kötü insanlar da) olmazdı. Bu soru, hiçbir şey yapmayan (= yaratmayan), pasif ve güçsüz bir Tanrı’yı imler. Böyle bir Tanrı, Tanrı olamaz. Bu soru, mevcut realiteyi (= gerçekliği) yok sayar. Bu realite (= gerçeklik) olmasaydı (= yaratılmasaydı), bu gençler de böyle (bu tür) bir soruyu soramazlardı. Tanrı’nın bizi (= kâinatı) yaratması, O’nun ihtiyacı/ndan değil, kudreti/ndendir. Kudretini göstermek istemesi de bir “ihtiyaç”! değil midir, diye de sorulabilir. Yaratma olmasaydı, biz de olmazdık, Tanrı’yı bilemez veya Tanrı’yı sorgulayamazdık. Yaratılmamız ve Tanrı’yı bilmemiz gerekiyor muydu?!. Yaratılmasaydık, elbet bilemezdik. Madem yaratıldık, bilmemiz gerekiyor. Bu bilme, aynı zamanda O'nu...

ÂYET SONLARI

Bazı âyetlerin sonları, • “lâ ye'alemûn” • “lâ ye’aqılûn” • “lâ yeş’urûn” • “lâ yesmeûn” • “lâ yubsırûn” şeklinde biter. Âdetâ, denilmek istenir ki, ‘Ben, anlatıyorum (ama) siz anlamıyor; gösteriyorum, görmüyor; söylüyorum, duymuyor; aklınızı çalıştırmıyor, kullanmıyorsunuz.’ ... Buradaki muhataplar, inançsızlar; biz değiliz, diyebiliriz. Pekiî, bizim durumumuz ne?!. En “uyanık”! olduğumuz ânlarda bile, “bağlantı” kopmuyor mu?!. Şahsen ben, belki yüz, belki bin kere okuduğum ve çok iyi ezberlediğim bir âyeti, ‘namazda okurken’ unutuyorum. Gůya namaz, bu “bağlantının” en yoğun olduğu zaman (dilimi). Böyle durumlar, “sehv secdesi” gerektirir, değil mi?!. Nedir sehv secdesi?!. Unutma secdesi mi, özür secdesi mi, yeniden bağ/lantı kurma secdesi mi?!. Bir de, her zaman bu bağlantının koptuğunu hayal edelim!. Ve kopmadığı, az da olsa (sözgelimi 10 Mbps!) bağlantı kurabildiğimiz için şükredelim!. Elhamdülillah.

BİLİNÇ ve BİLİNÇDIŞI

Bilinçdışı, ben’im bilincimin “dışında”! olandır. Nerededir o/O?!. Her yerde. Hem benim hem de herkesin bilincinde; her yerde. Bilinç, bilinçdışına göre hiçbir şeydir. Bilinç, bilinçdışına “bağlanamazsa” (‘oradan’! taqviye güç alamazsa), hiçbir şeyi doğru-dürüst anlayamaz, kavrayamaz.  Not : Buradaki bilinçdışının Freud’un anladığı anlamdaki bilinçdışı ile uzaktan-yakından bir alâkası yoktur.

BEN

Bilinçlilik, ben’de ortaya çıkar; bencillikte değil. Elbet, bencillik de bir tür bilinçliliktir ama bu bilinçliliğin kaynağı ben’dir. Kaynağı ben olan bilinçlilik, birbiri ile çatışan çoklu bilinçlilik, çoklu benlik/kişiliktir. Ben buna şirk diyorum. Kaynağı “tek ve bir” olan bilinçliliğe ise iman diyorum. Bu bilinçlilikte çatışma olmaz, kemâl olur. Kaynağı ben (= kendi/si) olan bilinçler, birbirleri ile rekâbet hâlindedirler. En iyi, en güçlü, 'ben' olayım diye yarışırlar. Kaynağını kendinde (= ben’de) değil de “MÜKEMMEL BİR BEN’de” gören bilinçler, O’NDAN takviye/taqviye (= taqvâ) almak için yarışırlar. O da, Kendine BEN demiştir. (Bknz. 20/11-14.) Bendeki (= bizdeki) bilinçler, “O’ndaki Bilinçten”! beslenmedikleri sürece, (eninde-sonunda) “ölüme”! mahkûmdurlar. Beni ben (= bizi biz) yapan, O’dur. Sakat bilinç, kendini kendi yapmaya çalışan, bunu yaparken de herkesle ve her şeyle çatışan bilinçtir. Ben olmadan, bilinç olmaz. Bilinç aşılınca da benlik (= bencillik) ortadan kal...