Kayıtlar

İMAN - SEKÎNET - HÂL İLİŞKİSİ

İMAN – SEKÎNET – HÂL İLİŞKİSİ: KLASİK KELÂM VE TASAVVUF ARASINDA YENİ BİR OKUMA ----------------------------------------------------------------------- Giriş İslâm düşüncesinin en sancılı tartışma alanlarından biri, imanın mahiyeti ve amelle ilişkisi meselesidir. Tarihte Cemel ve Sıffîn gibi büyük iç çatışmaların altındaki teorik zeminin kırılgan oluşu, özellikle “kâfir-mümin” ayrımının siyasallaşarak kullanılması, günümüz açısından da yeniden gözden geçirilmesi gereken bir problem alanı açmaktadır. Bu çalışma, imanı “sekînet hâli” olarak ele alarak, klasik kelâmın soyut tanımlarını içsel hâl-merkezli bir yorumla buluşturmaya çalışacak; imanın artıp eksilmesi, vesvese, huzur-huzursuzluk, söz-hâl ayrımı ve günahın ontolojik etkisi üzerinden yeni bir çerçeve önerecektir. ----------------------------------------------------------------------- 1. İMAN: SÖZ MÜDÜR, HÂL MİDİR? Klasik tanımda iman, “kalp ile tasdik, dil ile ikrar” şeklinde tarif edilir. Bu tarif, iki önemli problemi içinde taş...

POZİTİVİST PARADİGMAYI KIRAN AÇILIM

Pozitivizmin Sessiz Varsayımı: “Gerçek olan, ölçülendir.” Pozitivizm, 19. yüzyıldan beri bilime şu görünmez öncülü dayattı: “Varlık = Ölçülebilir olana indirgenmiş varlıktır.” Bu cümle asla kanıtlanmış değildir; sadece bir varsayımdır. Bu varsayımı kabul ettiğiniz anda: Bilinç yok olur (çünkü ölçülemez), Anlam (= meaning) yok olur (çünkü niceliğe indirgenemez), 1. Amaç yok olur, 2. Değer yok olur, 3. Özgürlük yok olur. Yani pozitivizm evreni değil, evrenin içinden kesilmiş bir gölgeyi tarif eder. Evrende Ölçülemeyen En Büyük Şey: Bilincin Kendisi. Bir bilim insanına sorun : “Bilinç nedir?!. Kütlesi var mı?!. Enerji formu nedir?!. Uzayda hacmi nedir?!.” Cevap yok. Ama bilimsel bilginin tümü, bilinç denen bu “ölçülemez fenomenin” içinde gerçekleşir. Dolayısıyla modern bilimin mantığı şudur: Ölçülemeyeni referans alarak yalnızca ölçülebileni dikkate alıp ölçülemeyeni görmezden gelmek çok ciddi bir çelişkidir. Bu yüzden bugün bilimin en büyük kriz noktası zor problemdir = ‘hard probl...

SÖZ ve KELİME

Logos ve Kelâm. Kavl ve “Sözcük”!. Sözler (kavller), kelimelere ihtiyaç duyar; kelime, sözlere ihtiyaç duymaz. Sözler “sözcüklerden” oluşur; “sözcükler”!, sözlerin nüvesi, kelimelerin elbisesidir. “Sözcükler”!, sözler ile kelimeler arasındaki köprülerdir. Sözcükler”! ve sözler değişir, kelimeler değişmez. = “lâ tebdîle likelimâtillah.” (5/35 ve 115. 10/64. 30/30.) Sözcükler”! ve sözler semantik; kelimeler otantiktir. Allah-u Alem, bu sebepten Kur’ân’a Kelamullah = Allah’ın Kelimeleri, deniyor; Kavlullah = Allah’ın Sözleri, denmiyor. Allah-u A'lem dememin sebebi : Kitâb’ın bazı yerlerde Kâlellahu = ( قَالَ اللّٰه) kalıbını da kullanması. (Bknz. 5/115.) Bana göre bu kullanım/kalıp, bizimle diyaloğun (= sözlü konuşmanın) bir ürünü.  Hristiyan teolojisindeki “Başlangıçta Söz (= Logos) vardı. Söz Tanrı’yla birlikteydi. Ve Söz Tanrı’ydı” ifadesindeki Sözden kasıt İsâ’dır. İsâ, Kur’an’a göre Tanrı’nın (= Allah’ın) Kelimesidir, Tanrı değil. (Bknz. 4/171.)

KİTÂB BAĞLAMINDA ANLAMA

Ben, genelde anlamayı kelimelerin etimolojik köklerine dayandırma eğilimindeyim. Ama son zamanlarda bunun yeterli olmadığını da anladım. Neredeyse yazının hiç olmadığı (kullanılmadığı) bir kültürde (toplumda) Kitâb kelimesi, ne anlama gelir?!. Bu soru kafamı kurcaladı. Kitâb, KTB (كتب)’nin bir formu. KTB (كتب)’yi biz bugün yazı yazma olarak, kitabı da yazı formu olarak kullanıyoruz. O gün (610-632) bu kelime (= KTB) ne anlamda kullanılıyordu?!. Henüz ortada yazılı bir Kitâb yoktu. Dolayısıyla, Kitâb kelimesini anlamak için etimoloji de yetersiz.  Pekiî ne yapmalıyız?!. O günün sosyal/toplumsal bağlamına (= kültürel paradigmasına) baş vurmalıyız. Neydi o günün sosyal/toplumsal bağlamı (= kültürel paradigması)?!. = Onlar, Kitâb deyince neyi anlıyorlardı?!. Bütüncül (= derlenip toparlanmış, bir araya getirilmiş) yargıyı = hükmü, temel yasaları, ilkeleri; yazılı bir metni değil. Bu bize neyi gösterir = öğretir?!. Anlamanın salt kelimede/kelimelerde değil, yaşanan hayatın (kültürün) içi...

SINIFLANDIRMA

Arapçası tasnif, ingilizcesi classification. Bi çook şey sınıflanır. Meselâ, Kütüphanecilikte bilgi sınıflanır. DOD ve LC sınıflama sistemleridir. İnsanlar da cinsiyetlerine, mesleklerine, ırklarına (renklerine), gelir ve eğitim durumlarına göre sınıflanır. Bu yazı, insanları inançlarına göre sınıflayacak. Bu sınıflama genelden özele doğru olacak : Tanrı’nın (ve Tanrıların) varlığına inananlar var, inanmayanlar var. Tanrı’nın varlığına inanma ile Tanrı’ya inanma aynı (şey) değil. Tanrı’nın varlığına inananlar, Tanrı’ya inanmayabilirler; bunlar, Tanrı vardır derler ama O’nu kâle almayabilirler. Nitekim (bence) Teistlerin bir kısmı, belki de çoğunluğu, Deistler ve Agnostikler böyledirler. Politeistler, Henoteistler bir çok Tanrı’ya inanırlar. Teistler, bir tek Tanrı’ya inanırlar, ama (genelde) Tanrı’nın emirleri (= dini) söz konusu olunca gevşek davranırlar. Deistlerin inandığı Tanrı, pasif Tanrıdır, âlemi yaratmış, dinlenmeye çekilmiştir. Henoteistler, bir çook Tanrıya inanırlar, birini...

EUREKA!...

Bu sözün Arşimet’e ait olduğu söylenir. Arşimet, hamamda yıkanırken suyun kaldırma kuvvetini bulmuş, “buldum! = eureka!” diyerek küvetten fırlamış!. Ben Arşimet gibi “hadsizlik” yapmayacağım. Dün, öğleden sonradan gece yarısına kadar Âdiyât Sûresi üzerinde düşündüm. Yatarken de aklımdan çıkmadı. 23:30 gibi yattım, tahminen 24:30 civarında uyudum. Gece 03:30 gibi tekrar uyandım, aklımda yine Âdiyât Sûresi vardı. Uyudum-uyandım dediğime bakmayın. Bu iki eylem de benim irademle olmadı. (Bknz. 39/42.) İtiraf edeyim, aklıma Müzzemmil Sûresi de geldi. Gece boyunca, tâbiri caizse Âdiyât Sûresinin “röntgenini” çektim. Âyetlerin ilk kelimeleri (وَالْعَـادِيَاتِ فَالْمُغ۪يرَاتِ فَالْمُـورِيَات     ile ikinci kelimeleri (ضَبْـحاً ۙ, قَـدْحاًۙ, صُبْحاًۙ); sesler (= ses uyumu), seslerin şiddeti (نَقْعاًۙ,جَمْعاًۙ, لَشَه۪يدٌۚ, لَشَد۪يدٌۜ ), siyak-sibak, psikolojik mod (= ruh hâli), “kenûd” olan insanın Rabbi ile sorunlu ilişkisindeki tavrını “gösteriyordu”!. Bütün bunları “bütünleyici ...

YARDIM ÇAĞRISI

Bu çağrı, 100. Sûre : Âdiyât ile ilgili. Anlamakta en çok zorlandığım sûrelerden biri Âdiyât. Anlaşılması zor/güç beş yeminden sonra, insan, Rabbine karşı çok nankördür, denir. Nankör diye çevrilen kelime : lekenûd. Kelimenin kökü, le te’kid le’si de kenûd mü, yoksa lekenûd mü bilemedim, çözemedim. Âdiyât, adüv ( عدو) veya adâvet’den geliyorsa, ilk yemin, “azgın (kızgın) düşmanlara.” Mûriyât, verâ (وراء)’dan geliyorsa, ikinci yemin, “kalleşçe (sinsice) çarpışanlara = arkadan vuranlara.” Müğîrât, ğayr (غير)’dan geliyorsa, üçüncü yemin, “sabah vakti baskın yapanlara.” Dördüncü yemin, “ortalığı toza-dumana katanlara.” = فَاَثَرْنَ بِه۪ نَقْعاًۙ Beşinci yemin, (körü körüne) “düşman topluluğunun içine dalanlara.” = فَوَسَطْنَ بِه۪ جَمْعًا Sonra da “insan, Rabbine karşı çok nankör; buna kendi de şahit.” (6 ve 7. âyetler) Niye?!. “Çünkü o nankör insan, servet hırsına kapılmış, Rabbini unutmuştur.” = وَاِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَد۪يدٌۜ  (Buradaki hayr, Allah-u A’lem, hem servet, hem de ...

PASAPORT

Pasaport : Bir ülkeden başka bir ülkeye geçerken (= yurt dışı seyahatlerde) “sınırda” gösterilmesi gereken belge. Bu yazı “sınır” kavramını (= fikrini), toplumsal ve siyasal boyutları ile ele alacak. Sınırın içi, bizi; sınırın dışı, ötekini/ötekileri ifâde eder. Pekiî, sınırın içinden memnun değilsek, ne yapacağız; yurt dışına mı gideceğiz?!. Yurt dışı da “aynı” ise; oralar da, “üç aşağı beş yukarı” sınırın içine benziyorsa?!. Nitekim, benzer ülkeler için pasaport şartı aranmıyor. Neredeyse tüm küre (= tüm dünya), artık aynı şekilde yönetiliyor.  Mevcut yönetimlerden memnun değilsek, ve “haksızlığın, adâletsizliğin olmadığı ideal bir dünya” arıyorsak, bu ideal dünya ile reel dünya arasına da bir sınır koymak durumunda kalmayacak mıyız?!. Kendimize böyle bir sınır koymazsak, “sistem” bizi de yutar, yutmasa da kendine benzetir.  Bugün, “Lâ ilâhe illâ-l Allah” tam da böyle bir sınır koyma, ve bu sınırda “nöbet tutma, tetikte durma” hâli; içeri girmek tehlikeli; dışarda durmak çöz...

MÎ'RAC

Kelime, merdiven anlamında. Dinde mirac, esasında isrâ, Efendimizin “semâya yükselmesi, çıkması”! ve Rabbi ile “görüşmesi”!. İsrâ, gece yürüyüşü.  Sizce, yukarıda da gece var mı?!. Bence gece, ay-altı dünya için var; atmosferi çıkınca gece yok. (Emin değilim.) Efendimizin mi’racının mâhiyetini (= nasıllığını) bilmiyoruz; ama şunu biliyoruz : Efendimiz bize : “Namaz (= salât), sizin mi’racınız, = الصلاة معارج المؤمن ” demiş. Bu söz, hadis kitaplarında (= Kütüb-ü Sitte’de) yok ama mütevâtir (haber).  Namaz (= salât), nasıl mi’rac olur?!. Hakkı ile edâ edilirse = zâyii edilmezse.  “Sonraki nesiller, salâtı zâyii ettiler ve şehvetlerine uydular. Yakında kötülükleri kendilerine dönecektir.” (19/59.) فَخَلَفَ مِنْ بَعْدِهِمْ خَلْفٌ اَضَاعُوا الصَّلٰوةَ وَاتَّبَعُوا الشَّهَوَاتِ فَسَوْفَ يَلْقَوْنَ غَياًّۙ Namaz zâyii olursa, mi’rac gerçekleşmez. Namaz nasıl zâyii (= اَضَاعُوا) olur?!. Namazda kimin huzurunda durulduğu, ne söylenildiği, niçin namaz kılındığı, namaz erkânının (rü...

DÖNEK ya da KAYPAK

İki kelime de sözünde durmayanlar için söylenir. Sizce, ben dönek miyim?!. Çünkü ben de sözümde durmuyorum; artık yazmayacağım = bu son yazı, diyorum ama (sözümde) duramıyorum.  Bu yazı, bu “dönekliğimin” (kaypaklığımın) gerekçeleri üzerine yazılıyor. ... Ezberimdeki sûreleri her gün okurum. Bunlardan ikisi : Âlâ ve Duhâ. Âlâ’nın 6. ilâ 19. âyetleri arasını; Duhâ’ın tamamını vereceğim. “Biz Sana öğreteceğiz ve (Sen de öğrendiklerinden hiçbirini) unutmayacaksın, سَنُقْرِئُكَ فَلَا تَنْسٰىۙ Allah’ın (unutmanı) diledikleri hariç; çünkü, (yalnız) O’dur (insanın) kavrayışına açık olanı da olmayanı da bilen. اِلَّا مَا شَٓاءَ اللّٰهُۜ اِنَّهُ يَعْلَمُ الْجَهْرَ وَمَا يَخْفٰىۜ Biz, Sana kolay olanı (= nihâi huzura ve rahatlığa giden yolu) Senin için kolaylaştıracağız. وَنُيَسِّرُكَ لِلْيُسْرٰىۚ O halde, (hakikati başkalarına) HATIRLAT, bu HATIRLATMA ister fayda versin ister vermesin. فَذَكِّرْ اِنْ نَفَعَتِ الذِّكْرٰىۜ (Allah’tan) korkan, düşünüp ondan öğüt/ders alır, سَيَذَّكَّرُ مَنْ يَ...

İYİ/LİK ve KÖTÜ/LÜK NEREDE?!.

İyiliğin ve kötülüğün “dışarıda” bir varlığı var mı?!. İyilik yaptım, ama “içimde” (= niyetimde) bir iyilik yoktu; kötülük yaptım, ama “niyetimde” (= içimde) bir kötülük yoktu; dediğimizde ne demiş oluruz; bu, iyiliğin ve kötülüğün “dışarıda” somut bir varlığının olmadığı anlamına gelmez mi?!. Kin ve nefretle vurulan bir tokatla, sevgiden kaynaklı vurulan bir tokat aynı mıdır; yoksa, tokat bizâtihî kötü müdür?!. Ya da, kötü niyetle birine verdiğimiz bir para (= yaptığımız yardım) ile, iyi niyetle verdiğimiz para (= yaptığımız yardım) aynı mıdır = aynı sonucu mu verir?!. “Sizin hoşlandığınız (= hayr = iyi bildiğiniz) şeylerde şer (= kötü); şer (= kötü) bildiklerinizde hayr (= iyi) olabilir; Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (2/216.) Bu âyet bize şunu söylemez mi?!. Siz, iyiliği ve kötülüğü “dışarıda” (somut bişeymiş gibi) arıyorsunuz; iyilik de kötülük de sizin içinizde = niyetinizde; iyiliğin ve kötülüğün “dışarıda” bir ölçüsü yok; siz bunun ve kendinizin farkında değilsiniz!. Çoğunuzun n...

RABBİN FARKINA VARMAK!.

Fecr Sûresi, bütünlüğüne ve bağlamına dikkat edilerek, ince ve derin bir okumaya tâbî tutulduğunda, “sanki” bir ‘kinâye veya ironi’ (doğru kelimeyi bulamadım!) kokusu da sezilir. Denilmek istenir ki, ‘Ey insan, sen şimdiye kadar Rabbini aklına (kalbine = hayatına) getirmedin, O’nu fark etmedin!; ama şimdi Rabbin ve melekler (zorunlu olarak tüm benliğine) “geldi”! (= وجاء ربك والملك = şimdi gerçeği/hakikati gördün/anladın); sen O’nu önceden hiç fark etmemiştin, (hakikat diye bir derdin yoktu), oysa O hep yanındaydı ve seninleydi. Benim bu “sezişim/sezgim veya çıkarımım” (= okumam), Kitâb’ın (= Kur’ân’ın = dinin = İslâm’ın) “anafikrine” aykırı mı, bilmiyorum; ama zannetmiyorum!. Bu âyeti, şu âyetlerle beraber okursak : “Bu insanlar, Allah’ın (= bizzat Kendisinin/Zâtının) bulutların gölgeleri arasında meleklerle birlikte gelmesini mi (= olanlara Kendini bizzat göstermesini mi) bekliyorlar?!. Ama (o zaman) her şeye karar verilmiş ve her şey Allah’a döndürülmüş olur.” (2/210.) هَلْ يَنْظُرُ...

HİKMET

#Hikmet, bilmeyi, anlamayı ve amel etmeyi (= yaşamayı) içinde barındıran bir “kelime”!. “Kime hikmet verilmişse, ona çook büyük bir hayr verilmiştir.” (2/269.) Hikmet, iyiyi-kötüyü, güzeli-çirkini, doğruyu-yanlışı bilmek, onların maksadını anlamak = kavramak; hayr, onları yapmak veya yapmamaktır. Bu, bir ölçüde Aristo’nun #phronesis (= pratik bilgelik) dediği şeye karşılık gelir. Âlimler, bilgin; filozoflar, bilgedir; ama ortada amel/eylem yoksa, ne âlimler ne de filozoflar hakîmdir, bilgedir, eylem/amel yoksa, aslâ hikmet sahibi = #bilge olunamaz. Kur’ân’ın en başat sıfatı da hakîmdir. “Yâ-Sîn, vel Kur’ân’il Hakîm.” (36/1-2.) Kur’ân, muhataplarına doğru, iyi ve güzel bilgi/yi verdiği kadar; sâlih amel/i  de (= pratik yapmalarını da) öğütler. Dar anlamıyla namaz, geniş anlamıyla salât da bu hikmeti, bilgi (= #kıraat) ve amel (= #rükû’-secde) olarak bünyesinde barındıran, hem fikrî hem bedenî (= fiilî/amelî) bir ibâdettir. #Namaz, nasıl Allah içinse, fikir/bilgi ve amel/eylem de All...

BİLMEK, BİLİNDİĞİNİ BİLMEKTİR.

Blogun adı : # bilmekisteyenlericin.blogspot.com Her şeyi bilmemiz mümkün değil, bizler ilâh değiliz. Ayrıca, tüm bilgilerimiz “kesin de” değil. Bizden istenen, dinin zarûrât-ı diniyye dediği bilgiler. Nedir bunlar?!. İçinde bizlerin de olduğu varlığı yaratan Bir’inin olduğu. O’nun varlıkta bir düzen (= din/sistem) kurduğu. O’nun, bu düzene uyanları ödüllendireceği; uymayanları cezalandırılacağı ve her şeyimizi (her ânımızı) bildiği; eninde-sonunda O’nun Huzuruna varacağımız ve hesaba çekileceğimiz... Blogun son yazısını, bilmeye sınır koyan; ve bilmeyi, bilinme olarak gören bir yazı ile bitirmek istedim. ... Din (ilâhiyat ve ahlâk) eğitimimiz, Allah’ı bilmeye (= ma’rifetullaha ) yönelik. Allah (c.c.), bizim tarafımızdan aslâ “tam olarak bilinebilen”! bir Varlık değil. Onun için din eğitimi, O’nun dinini (= dînî kurallarını = emirlerini) bilmeye, ona göre yaşamaya ve dâimî olarak O’nun tarafından bilindiğimizi bilmeye yönelik olmalı. Tekrar ediyorum, insanın, Allah gibi her şeyi bilm...

İMANIN HAYRINI GÖRMEK VEYA GÖRMEMEK

İman nedir?!. İçerden bakınca, iç huzur; dışardan bakınca, (inanılana) güvendir. İnanılan, mükemmel biriyse, inanana (= mü’mine ) güven verir. Bu güven de içerde huzura yol açar. Böyle biri, artık inandığının her dediğini yapar; onun kendisi için yanlış bi şeyi emredeceğini aklına dâhi getirmez. İnanılana, “öylesine” (= millet inandığı için) inanılmışsa, onun kim/nasıl biri olduğu bilinmiyor, dediği yapılmıyor; yapılmadığı için de ortalık “ana-baba gününe”! dönmüş ise, böyle bir imandan zaten hayır çıkmaz = hayır gelmez. ... Kulluk (= ubûdiyet ) nedir?!. İnandığımız (= güvendiğimiz) “kişiye” itâat. Allah’a inanıyorsak, Allah’a itâat; Allah dışındaki (= min dûnillah ) başka varlıklara (= tağutlara , putlara ) inanıyor/güveniyorsak, onlara itâat.  Allah’a inananlar da Allah’ın emir ve yasaklarını hayata geçirmedikleri sürece, imanlarının hayrını göremezler. İman, insanın hayatından kopuk “ sihirli bir değnek veya soyut bir hap ” değildir. İnandım demekle iş tamam olmuyor/bitmiyor; o...

ATEŞ DE TEMİZLER

Hatta ateş, sudan daha iyi temizler; ama kimi?!. Bu dünyadan temiz olmadan/temizlenmeden (pis) gidenleri. Bunlar, inanmayan kâfirler , şirk koşan müşrikler ve ‘ imanlı oldukları hâlde ’!, imanlarının hayrını göremeyen Müslümanlardır.  “Onlar, kendilerine meleklerin gelmesini , Rabbinin gelmesini veya Rabbinin bazı âyetlerinin gelmesini mi bekliyorlar?!. Rabbinin âyetlerinden biri geldiği gün, daha önce iman etmemiş veya imanında bir hayır kazanmamış kimseye, imanı fayda sağlamaz . De ki : Bekleyin, kuşkusuz Biz de beklemekteyiz.” (6/158.) هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ تَأْتِيَهُمُ الْمَلٰٓئِكَةُ اَوْ يَأْتِيَ رَبُّكَ اَوْ يَأْتِيَ بَعْضُ اٰيَاتِ رَبِّكَۜ يَوْمَ يَأْت۪ي بَعْضُ اٰيَاتِ رَبِّكَ لَا يَنْفَعُ نَفْساً ا۪يمَانُهَا لَمْ تَكُنْ اٰمَنَتْ مِنْ قَبْلُ اَوْ كَسَبَتْ ف۪ٓي ا۪يمَانِهَا خَيْراًۜ قُلِ انْتَظِرُٓوا اِنَّا مُنْتَظِرُونَ İnanmayan kâfirler ve şirk koşan müşrikleri ateş bile temizleyemeyecek; ve onlar artık kimseye zarar veremesinler diye ebedî olarak ateşte (= cehen...

HELÂLLER & HARAMLAR

Temizler - Pisler . Önce kelimeler : Temizler önde, pisler sonda. Tayyib / Tayyibât - Habis / Habisât . Hasenât - Seyyiât . Tâhir /Temiz - Necis / Rics /Pis. Nezih - Kerih . Hüsn - Kubuh = Güzel/ Sâlih - Çirkin/ Kabih . Mü’min / Müslim - Müşrik / Kâfir / Fâsık / Fâsıd . Mısmıl / Mismil - Murdar / Cünüb /Pis. Ma’ruf – Münker . Bu kavramların bazıları somut/maddî temiz ve pise; bazıları da soyut/manevî temiz ve pise gönderme/atıf yapar. Meselâ, Tevbe 28. âyet ,  “müşrikler kesinlikle pistir/pisliktir...” = اِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ   ve 95. âyet, اِنَّهُمْ رِجْس der. Necesin çoğulu necâset ; bizler necâseti maddî (görünür) pislik olarak öğrendik. = necâsetten taharet . Oysa buradaki necâset, manevî (görünmez) pisliktir. “Müşrikler pistir/pisliktir. (= necistir.) Öyleyse bu yıldan sonra Mescid-i Haram ’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, Allah dilerse sizi kendi lütfu ile yakında zengin yapar.” Rics, necis (pis) olanlar  :  İçki, kumar ,...

TEYEMMÜM

Teyemmüm : Suyun olmadığı ve zehirli veya kirli olduğu durumlarda temiz toprakla yapılan temizlik . Fıkıh kitaplarının ilk bahsi (bâbı) taharettir , dolayısıyla da sudur . Taharetle (suyla), görünürde maddî; niyetle de manevî pislik temizlenir. Kişi, abdest alırken veya guslederken , bedenindeki pislikler kadar, duygu ve düşüncesindeki pislikleri de temizlemeli. Su bulunmasa veya bulunan su, kullanılmayacak kadar zehirli ve kirli/pis olsa bile, temizlik şarttır, imdada teyemmüm (= temiz toprak ) yetişir. Pekiî temiz toprak da (= teyemmüm de) su gibi temizler mi?!. Temizler. Çünkü kasıt/niyet, temizlenmedir. Teyemmeme (=  تيمم), kastetme, temizliğe/temizlenmeye niyet etme demektir. Niyet (= amaç/kasıt) temizlenmekse, ama temizlenmek için su bulunamıyor veya bulunan su kullanılamıyorsa, toprak, kişiyi suyla temizlenmiş gibi pak (= tertemiz) yapar. Teyemmüm yapan kişi, her ibâdetini çok rahat bir şekilde (gönül rahatlığıyla) yapabilir. ... Teyemmeme (=  تيمم) fiili, Kitâb’t...

GUSÜL ABDESTİ

Gusül , ĞSL (غسل)’den; abdest , Farsça; Arapçası vudû’ (وضوء). Kitâb’ta gasl geçer, ama vudû’ geçmez.  5/6, abdest âyetidir; oradaki fiiller (emir fiilleri), eller ve yüz için ĞSL = feğsilû; baş ve ayaklar için MSH = vemsuhû; cünüplük için (= cünüpseniz) THR = fettahterû; temizlenecek su bulamadıysanız teyemmüm edin = feteyemmemû. “Temizlenmeden”! namaza (= salâta ) durmayın!. Namaz (salât) ‘kirli bir şekilde’ edâ edilmez. Kirlilik iki türlüdür : Maddî ve manevî. Maddî olanına necâset ; manevî olanına hades diyoruz. Hadese, hükmî (görünmez); necâsete, maddî (görünen) pislik/kirlilik de deniyor. Hadesten ve necâsetten tahâret namazın farzlarından = olmazsa olmazlarından. Eski Mısır ve Hint dinlerinde de maddî-manevî kirlilik ayrımı var. Gusül abdesti , iki tür pisliği de temizler mi?!. Madden (görünürde) temizler. Ya abdest (vudû’)?!. Gusül, hades-i ekberi; abdest (vudû’), hades-i asgarı temizler;  gusül, taharet-i ekber; abdest (vudû’), taharet-i asgardır diyenler d...

KENDİNİ BİLMEK

Kendini bilmekteki amaç, Rabbi bilmektir. Rabbi bilmek  de, Rabbin emrine (= zikrine) göre bir hayat sürmektir. Dünya ve âhiret mutluluğu , ancak ve ancak böyle kazanılır. Kişi kendini nasıl bilir?!. Rabbini “bilince”; buradaki bilme, “tam bir bilme”! değil, belki hissetme!. Bu yargıya nasıl vardım?!. Zümer Sûresinin 22. ve 23. âyetlerinden . “Allah’ın, göğsünü İslâm’a açtığı kimse, Rabbinden bir ışık (= nûr) üzerinde olmaz mı?!. Öyleyse Allah’ın öğütlerine (= zikrine) karşı kalpleri katılaşmış ( kâsiyeti kulûbühüm ) olanlara yazıklar olsun!. İşte onlar, apaçık bir sapkınlık içindedirler.” (39/22.) “Allah, hadisin (sözün) en güzelini (= ahsenel hadìs); muteşabih ve ikişerli bir kitap halinde indirdi. Ondan, Rablerine karşı içtenlikli saygısı olanların tüyleri (= ciltleri/derileri) ürperir. (= tekşairru minhu cülûd’üllezine yeahşevne rabbehüm.) Ardından da benlikleri ve kalpleri Allah'ın öğüdü = zikri ile huzura kavuşur. (sümme telînu cülûdühüm ve kulûbühüm ilâ zikrillah. ) İşte...

SORMAK

Sormak : Soru sorarak bilgi istemek. Sorumlu ve bilgili olmak. Bu (iş), benden sorulur.  Emmek. Emmenin hem olumlu hem de olumsuz anlamı var. Şeker veya sormuk soruyor. Kanını soruyor = sömürüyor. Sormadan bilgilenemeyiz; çünkü her şeyi bilemeyiz. “Bilmiyorsanız, zikir ehline sorun!.” (16/43.) Niye bilenlere (= âlimlere) değil de zikir ehline?!. Bu sorunun cevabı, bi sonraki yazıda. Bilme, kendini bilmedir; kendini bilme de Rabbini bilme. = "men arefe nefsehû fekad arefe rabbehû." ( Hadis ) Sorma, (bilmenin yanında) aynı zamanda bilineni sindirmedir. Önce, sorarak bilgi edinilir; sonra da bu bilgi sindirilir. Sindirilmezse, “karın = kafa ve gönül ağrısı” yapar. Bu yüzden “sindirebileceğimiz” soruları sormalı; sorularımızın düzeyini kendi (bilgi) düzeyimize göre iyi (doğru) ayarlamalıyız; bileni, “sömürmek = sormak” için soru sormamalıyız. Kendine ve başkalarına hiç soru sormayan adam, müstağnî (= ihtiyaçsız, tok!) adamdır. Oysa TEK TOK (= SAMED) olan Varlık, ALLAH’tır . Bu ...

TADIM KAÇTI.

Neredeyse hiçbir şeyin tadını alamıyorum. Önce damak tadından başlayayım. Damak tadımın kaçmasının iki sebebi var : 1. Ağzımda takma diş ( protez damak ) var; eee ne de olsa 60’ı devirdik; hiçbir dişim çürük değilken diş eti çekilmesinden bi çok dişimi kaybettim. 2. Yediğim her şey fabrikasyon = el değmeden, makineler tarafından hazırlanıyor. Ev (tencere) yemeklerinin bile yüzde kaçı, el (ev) yapımı veya doğal?!. Her hâlde bu yüzden, nimetin kadrü-kıymetini bilmemek, şükretmemek. Makinalara (tekniğe, teknolojiye, fabrikalara) mı şükredelim?!. Edenler, tekniğe, teknolojiye, modern bilime övgüler düzenler var. Kimler bunlar?!. Makina gibi duygusuz 'insanlar'!.  İşte bu duygusuzlar yüzünden zaman zaman tadım kaçıyor ve artık kimseyle bi şey paylaşmayayım diyorum ama duramıyorum. Böyle olunca da “ağız tadıyla” doğru dürüst bişey yazamıyorum.

SORGU-LAMA

Sorgulama : Sorguya çekme, soru sorma. Sorgulama neden yapılır?!. Sorgulama (soru), suçlulara, en azından suç şüphesi olanlar için yapılır (soru bunlara sorulur) değil mi?!. Bence, yaşarken kendi kendine sorular sormamış = kendi kendini sorguya çekmemiş, yaşam amacını sorgulamamış kişiler, sorguya çekilecek; yaşam amacını bulmuş ve ona göre yaşamış insanlar için sorgu (soru) olmayacak, çünkü onlara “suçlu/şüpheli gözüyle” bakılmayacak.  ' Münker-Nekir (sorgu melekleri) hakkında hiç yazı yazmadın?!.', diye soruyor bir dostum. Bu yazı bu soru üzerine kaleme alındı. Münker -Nekir, kişi ölünce, kişiyi sorguya çekecek olan melekler. Niye iki, tek (bir) bir melek yetmez mi, sorguya ne gerek var, her işimiz (söz ve davranışımız) zaten kayıtlı değil mi, kayıtlarda bir “şüphe” mi var...?!. Yook. Münker-Nekir’in Kitabî bir dayanağı da yok, ya da ben rastlamadım. Muakkıbât , âkıbet (son), ukbâ ve ıkâb (ceza) da aynı kök (عقب); akabe, yokuş. (99/11-12.) Kitâb, cezâyı ödül anlamında da ku...

FARZIMUHAL

Farzımuhal : Olması mümkün değil ama farz edelim. Neyi?!. Efendimizin bugün (bu asırda) yaşadığını. Farzımuhal Onun 1971’de doğduğunu 2032’de vefat edeceğini... Ona sahip çıkan, bu asrın Abdulmuttalip’leri , Ebû Tâlip’leri kim/ler olurdu?!. 40 yaşına geldiğinde (2011’e denk geliyor), kim/ler Ona inanırdı?!. = Hz. Hatice , Hz. Ali , Hz. Ebû Bekir , Hz. Bilâl , Sümeyye , Amr , Ebû Zer 'ler.. kimler olurdu?!. Şu soruyu sormadan geçemeyeceğim. Tebliğini (= görevini) uzaktan (= sosyal medya, radyo-tv, gazete-dergi gibi araçlarla) mı, yoksa yüz yüze mi yapardı?!. Ebû Cehil (= Amr b. Hişam ), Ebû Süfyan (= Ümeyye b. Halef), Ebû Leheb (= Abduluzza b. Abdülmuttalip )'ler  kim/kimler olurdu?!. Bugün Dâr’un Nedve ’nin karşılığı ne olurdu?!. Dâr’un Nedve, o günün  Mekke Parlamentosu  idi. Farazî bir çok soru var aklımda ama sormayacağım. Niyetim (= yazılarımdaki amacım), dünü (= dünkü = 610-632 arasında yaşanan İslâm’ı) bugüne (çağa) taşımak; bir de bunu “bu şekilde”! (= farazî ...

İLİŞKİLER AĞI

Bi şeyin her şeyle; her şeyin bi şeyle ilişkisi. Her ânın her ânla = şu ânın geçmişle ve gelecekle ilişkisi. Dünün, bugünle; bugünün yarınla ilişkisi... Herkesin herkesi, az ya da çok etkilemesi; ama en son (belirleyici) kararı, insanın kendisinin vermesi. Ve bu kararıyla da “büyük sistemde” yerini alması. Ve herkesin (ilk insandan son insana kadar) bu sistemde “oyuncu = aktör”! olması. Aristo veya Sokrates hâlâ beni ve benim gibi bi çok kişiyi etkiliyor, ama son kararı yine ben veriyorum. Verdiğim kararları konuşuyor-yazıyor, davranışa dönüştürüyorum; ve bunlar da birilerini etkiliyor... Hz. Nuh , Hz. İbrâhim , Hz. Mûsâ, Hz. İsâ ve Hz. Muhammed (aleyhimüs selâmlar) da öyle.  Şeytan (= şeytanlaşmış insanlar) da. Şu ân yazdığım yazı (veya davranışım), hangi etkilenmelerin sonucu, bunu ben bile bilemiyorum. Amel defterimize kaydedilen her ânı, uzak-yakın geçmişiyle ilişkilendirsek, o ânda kimden etkilendim de, o sözü söyledim, o davranışı yaptım?!. Ve o sözüm, o davranışım kimi n...

BEDEN-RUH MESELESİ

Ruh (diye bi şey) var mı; beden , ruhtan ayrı mı veya ruh bedenin neresinde?!. Ruh olmasa, bedenin; beden olmasa ruhun ne anlamı olabilir?!. Ruhsuz beden , et ve kemik yığınıdır. Bedensiz ruhu ise bizler “fark edemeyiz, bilemeyiz!”. Beden, ruhun, maddeye, cisme (= ete-kemiğe) bürünmüş somut (= kesîf) hâli. Ruhsuz beden, hareket edemez; ölüm, budur. Ruh ise bedenin soyut (= manevî, lâtîf) hâli. Bedenen (bedenle) yaptığımız her amel (= söz, davranış), ruhumuza yükleniyor. = Ruhumuz, her amelimizi (= sözümüzü, davranışımızı) kaydediyor; ve ona göre “şekilleniyor”; ötede de “bu şekle uygun bir bedene” kavuşacak. Bi başka deyişle, iyi ameller ruha iyi gelir ve onu teskîn (iyi) ederken; kötü ameller ona acı verecek hâle gelir. Cennete ve cehenneme buradan da (böyle de) bakılabilir. Bizler, acıyı ve sevinci (neşeyi) bedensiz algılayamıyoruz, ama acı (üzüntü) ve sevinç (neşe), esasında ruhun bir fonksiyonu = işi. Ölüler (= ruhu, bedenini terk edenler) için acı (üzüntü) ve sevinç (neşe) yoktu...