RABBİN FARKINA VARMAK!.
Fecr Sûresi, bütünlüğüne ve bağlamına dikkat edilerek, ince ve derin bir okumaya tâbî tutulduğunda, “sanki” bir ‘kinâye veya ironi’ (doğru kelimeyi bulamadım!) kokusu da sezilir. Denilmek istenir ki, ‘Ey insan, sen şimdiye kadar Rabbini aklına (kalbine = hayatına) getirmedin, O’nu fark etmedin!; ama şimdi Rabbin ve melekler (zorunlu olarak tüm benliğine) “geldi”! (= وجاء ربك والملك = şimdi gerçeği/hakikati gördün/anladın); sen O’nu önceden hiç fark etmemiştin, (hakikat diye bir derdin yoktu), oysa O hep yanındaydı ve seninleydi.
Benim bu “sezişim/sezgim veya çıkarımım” (= okumam), Kitâb’ın (= Kur’ân’ın = dinin = İslâm’ın) “anafikrine” aykırı mı, bilmiyorum; ama zannetmiyorum!.
Bu âyeti, şu âyetlerle beraber okursak :
“Bu insanlar, Allah’ın (= bizzat Kendisinin/Zâtının) bulutların gölgeleri arasında meleklerle birlikte gelmesini mi (= olanlara Kendini bizzat göstermesini mi) bekliyorlar?!. Ama (o zaman) her şeye karar verilmiş ve her şey Allah’a döndürülmüş olur.” (2/210.)
هَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّٓا اَنْ يَأْتِيَهُمُ اللّٰهُ ف۪ي ظُلَلٍ مِنَ الْغَمَامِ وَالْمَلٰٓئِكَةُ وَقُضِيَ الْاَمْرُۜ وَاِلَى اللّٰهِ تُرْجَعُ الْاُمُورُ۟
“Sen, bundan önce gaflet (= umursamazlık) içindeydin, ama şimdi Biz senin (gözündeki!) perdeyi kaldırdık, artık bakışın bugün çok daha keskindir.” (50/22.)
لَقَدْ كُنْتَ ف۪ي غَفْلَةٍ مِنْ هٰذَا فَـكَشَفْنَا عَنْكَ غِطَٓاءَكَ فَبَصَرُكَ الْيَوْمَ حَد۪يدٌ
Fecr’deki câe’nin 2/210’da etâ olduğunu fark edersek, - 2/210’daki etâ’ya, görünmek anlamı da veriliyor - câe’ye, gelmek = ortaya çıkmak; etâ’ya, görünmek anlamını veririz, ama bunlar yine de “fiziksel bir gelme ve görünme” değil, akla ve kalbe gelme, tüm benliği kuşatma gibi, gelmeler ve görünmelerdir. Çünkü, Allah (c.c.), her yerdedir, bi yerden bi yere gelmez, belirli bir mekânda görünmez, hiçbir mekâna sığmaz; bizler O’nu burada fiziksel = somut olarak fark edemeyiz.
Pekiî nasıl fark ederiz?!.
“Gözümüzdeki” (= aklımızdaki ve kalbimizdeki) perdeleri yırtarak!.
“Onlar (= o inkarcılar) gerçeğin sesini işitmeye tahammül edemedikleri (= katlanamadıkları) için gözlerine Beni hatırlatıcı şeylere karşı perde çekilmiştir.” (18/101.)
اَلَّذ۪ينَ كَانَتْ اَعْيُنُهُمْ ف۪ي غِطَٓاءٍ عَنْ ذِكْر۪ي وَكَانُوا لَا يَسْتَط۪يعُونَ سَمْعاً۟
Ğıtâe (غطاء) gibi ğışâe (غشاء) de perde. Bu perdeler neden/neyden oluşuyor?!. Paradan-puldan, maldan-mülkten, şandan-şöhretten, ilimden, hilimden, vs.... ara ara da olsa, bunları sıyırarak (= açarak = yırtarak) “arkadaki hakikate/gerçeğe”! bakmayı, gerçeğin ne olduğunu hatırlamayı alışkanlık haline getirmemiz gerekiyor; şeytan bizi bunlarla aldatıyor. Bu yırtma işlemini gerçekleştiremezsek, hakikate karşı gözümüzde “katarakt” oluşur/oluşuyor, ve kalbimiz katılaşır/katılaşıyor.
Kazanılanlardan, pardon verilenlerden, Allah için “verme” (= infâk, konfordan fedâkârlık), bunun içindir. Bu verme, hem buradaki bireysel ve toplumsal huzurun ve adâletin hem de ötedeki saadetin “biricik, yegâne” anahtarıdır. Bu (verme), aynı zamanda en çook kimi ve neyi sevdiğimizin de göstergesidir.
“Bazı insanlar, Allah’ın yanı sıra başka varlıkları O’na denk/eş tutarlar ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’ı sevmeleri ise her türlü sevgiden daha üstündür. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman kuvvetin bütünüyle Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu keşke daha önceden anlayabilselerdi!.” (2/165.)
وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَتَّخِذُ مِنْ دُونِ اللّٰهِ اَنْدَاداً يُحِبُّونَهُمْ كَحُبِّ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اَشَدُّ حُباًّ لِلّٰهِۜ وَلَوْ يَرَى الَّذ۪ينَ ظَلَمُٓوا اِذْ يَرَوْنَ الْعَذَابَۙ اَنَّ الْقُوَّةَ لِلّٰهِ جَم۪يعاًۙ وَاَنَّ اللّٰهَ شَد۪يدُ الْعَذَابِ
Yorumlar
Yorum Gönder