NEFES EKONOMİSİ
NEFES EKONOMİSİ
Giriş
İnsanın varoluş tecrübesi bir paradoks gibidir. Nefes alırken verdiğini, verirken de aldığını hisseder.
Hayatın temel ritmi bile “alma-verme” arasında salınan bir ikilik içerir.
Ekonomide de sürekli bir alma-verme (= alış-veriş) vardır.
Bu paradoksun gerçek çözümü tevhîdde ortaya çıkar.
Tevhîd, ikilikleri ortadan kaldırmak değil; ikiliğin ardındaki birliği göstermek demektir.
Nefesin Paradoksu
Nefesi sahiplenemezsin, ama taşırsın!.
Nefes, insana “verilen”dir; insan nefesi alarak yaşamaz, nefes ona akıtılır.
Nefes alırken de “Hû” dersin, verirken de.
Çünkü alan/aldıran da veren/verdiren de Hak’tır = Hû’dur.
Nefesi “ben alıyorum, ben veriyorum” diye sahiplenen kişi Kârun gibi, benlik/ego şişirmeye başlar.
“Param, ilmim, gücüm, konumum, makamım, başarım, ...” der.
Nefesinin sahibi olduğunu sanan insan, hayatın diğer alanlarını da sahiplenmeye yönelir; mülkiyet, statü, bilgi, iktidar…
Nefesin en masum ritmi, insanı benlik yanılgısına sürükleyebilir.
Oysa tevhîd der ki :
“Nefes senin değil. Sen sadece nefesin geçtiği bir kapısın.”
Kapitalizm ve Komünizm : İki Uç ve Aynı Yanılgı
Nefesi sahiplenen insan, mülkü de sahiplenir. Buradan kapitalizme giden yol açılır.
“Benim malım, benim gücüm, benim imkânım...”
Komünizm ise bu sahipliği bireyden alıp kolektife (= topluma veya devlete) devreder.
Ama ikisinin de ortak noktasında, mülkün gerçek sahibi yine insandır.
— ya birey,
— ya toplum,
— ya devlet.
İkisi de Tevhîde dayanmaz = şirke dayanırlar.
Tevhîd bize bambaşka bir ontolojik düzen verir, önerir.
Mülk Allah’ındır.
İnsan mülk/ün sahibi değil; mülke emanetçidir.
Bu bakış, hem kapitalizmin bireysel tekelini, hem komünizmin kolektif tekelini kırar.
Salih’in devesi bunun klasik örneğidir.
Deve topluma aittir ama “toplumun malı” değildir.
Hakikî sahip Allah’tır; toplum sadece emanetçidir.
Emanete ihanet edilemez, ve o emanet, tekele dönüştürülemez.
Mü’minin Benlikle İmtihanı
Mü’minin kendisi bile kendisinin sahibi değildir. “Onun ilmi, nefesi, bedeni, konumu, yeteneği, ...” hepsi ona emanettir.
Bu yüzden Mü’min kişi kendini “malik” değil, “müstahdem” (= kul = kul-lanılan) görür ve sahip olduklarını değil, kendisine yaptırılanı (verilen görevi) önemser.
“Ben yaptım” diyen kişi ise, Karunî bir konuma düşer.
“Bana yaptırıldı” diyen kişi ise Tevhîdin içine yerleşir.
Allah’ın Kulu Eliyle Vermesi
Vesilelik (yardım, şefaat?!) Tevhîdin sosyal boyutudur.
Allah çoğu şeyi doğrudan vermez; kullarının eliyle verir.
Bu, Sünnetullah'ın en büyük inceliğidir.
Rızkı çiftçi eliyle,
Şifayı hekim eliyle,
Merhameti anne eliyle,
Hidayeti bir dostun sözüyle,
İlmi bir hocanın diliyle,
Yardımı bir yabancının davranışıyla gönderir.
Burada asıl veren Allah’tır, fakat görünürde kuldur.
Kul, kendisinden görünen iyilikten dolayı şunu anlar :
“Ben yapan değilim; yapılanın taşıyıcısıyım.”
İşte bu yüzden gerçek Mü’min, Rabbinin kendini kullanmasından sevinç/haz duyar.
Rabbim beni kul-lanıyor sevinci
Bu, çook yüksek bir makamdır.
Kul, Allah tarafından bir işte kullanıldığını fark ettiğinde, bunu bir onur bilir.
Ben “seçildim”!; benim elimle bir iyilik/hayr yapıldı.
Bu sevinç, dünyevî başarı sevincinden çook farklıdır.
Kibri artırmaz, benliği büyütmez; bilakis nefsi terbiye eder.
Kul bilir ki :
Vesilelik, ödüldür.
Yaptırılmak, iltifattır.
Kullanılmak, şereftir.
Sonuç :
Tevhîd, hem paradoksları çözen büyük bir bütünlük hem de çook büyük bir lütuftur.
Hayatın paradoksları - nefesin ikiliği, mülkiyetin sahipliği ile emaneti arasındaki gerilimi, daha bi çook paradoks - Tevhîdde/Tevhîdle anlamlı hâle gelir.
Tevhîd der ki :
Nefes senin değil → o yüzden onu sahiplenemezsin.
Mülk senin değil → o yüzden tekele dönüştüremezsin.
İyilik senin değil → o yüzden yaptığın iyilikle böbürlenemez, kibirlenemezsin.
Sen kendinin bile sahibi değilsin → o yüzden benliğin sana yük değil, sen özgürsün!.
Böyle bir insan, hem varoluşun paradokslarını aşar, hem de Tevhîdin ülkesine yerleşir; ötekiler de paradoksların (ikilemlerin) içinde çebelleşir.
Yorumlar
Yorum Gönder