Kayıtlar

Bilmek isteyenlere etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

CAN

İnsanın yaşamasını sağlayan, ölümle ondan ayrılan “ruh veya hayat”!. Canı veren de alan da Allah. Ama O, o canı alırken verdiği gibi almıyor. Çoğu zaman ateşli silahlarla, bıçaklarla, ölümcül tuzaklarla, idamlarla birilerine aldırıyor. Normal ecelden sonra en büyük can alıcılar, devletler ve cellatlar. İnsanlar, devletleri için can alıyor, can veriyor = savaşıyorlar; devlete isyan edenlerin canlarını da devletleri cellatları ile alıyor, onları idam ediyor/ettiriyor. Babil kralı Nemrud da, Hz. İbrâhim’e “ben de diriltir ve öldürürüm” demişti. (2/258); bütün krallar böyle. ... Can verme = Ölme İdeal can verme = ideal ölüm, Allah için = Allah yolunda can verme/ölmedir, canı bize emânet olarak Veren’e o canı iradî olarak teslim etmedir (= şehitliktir). O canı, iradî olarak O’na teslim etmezsek O, öyle ya da böyle o canı alıyor, alacak; alınca da bakacak : verdiğim o canı kimin için kullanmış, kime vermiş = o ömrü nerede harcamış?!. “Ben, insanları ve cinleri (sadece) Bana kulluk etsinler d

NAMAZI HAYATA TAŞIMAK

Beş vakit kıldığımız namazı, her vakte = hayata taşımaktan söz ediyorum. O beş vakitte kıldığımız namaz, bizi her vakit nasıl yaşayacağımızın eğitimi-öğretimi gibi!. Beş vakit kıldığımız namazı her gün kılmamız, unutmamamız (= zikretmemiz, zikr) için. Teşbihte hata olmaz, beş vakit namazı meslek öğrenme gibi; hayata taşıdığımız namazı da o mesleği uygulama gibi görmek!. Uygulanmayan meslek, kimin işine yarar?!. = İnsana iyilik yaptırmayan ve kötülükten alıkoymayan namaz ne işe yarar?!. (Bknz. 29/Ankebut, 45.) Pragmatik takıldığımı düşünebilirsiniz; benimkisi sadece bir düşünce!.  Bu nasıl mı olacak?!. Herkes yaptığı işi (mesleği), ibâdet ediyormuş gibi yapacak. Her yaptığı işte Allah Rızasını gözetecek. Allah’ın emrine uymayan bir işi yapmayacak. Allah’ın emrine uymayan bir âmire (tapmayacak!) itaat etmeyecek... aksi hâl, namazda verilen sözü, hayatta bozmak, hâşâ Allah’la dalga geçmek olur.

BİR SORU ÜZERİNE...

İslâmîleşme : • Yukarıdan aşağıya iktidar (devlet) eliyle.  • Aşağıdan yukarıya Mü’min, ilmi ile âmil kullar (insanlar) eliyle olur.  İlki, resmî; ikincisi sivildir.  Türkiye’de 20 yılı aşkın bir süredir, İslâmîleşme, iktidar eliyle gerçekleştirilmek istendi; İmam-Hatipler açıldı, çeşitlendi; Diyanet yeniden yapılandırıldı; İlâhiyat Fakültelerinin sayısı artırıldı, vs... ama muktedirlerin kendi yaşamları, bu İslâmîleşmeyi tersine çevirdi; ben buna deislamizasyon (belki siz buna, İslâm’dan uzaklaştırma da diyebilirsiniz) diyorum. Birileri, bir zamanlar İslâm’ı mitolojiden arındırmak için demitolojizasyon kavramını icat etmişti; bunun gibi... Soruyorum size, son yirmi yılda islamîleşmede bir ilerleme mi var, gerileme mi?!. Bence çok açık bir gerileme var. Özellikle gençler, (uygulama olarak) İslâm (?!) buysa/bu olacaksa, ben böyle bir İslâm’a sıcak bakmıyorum, böyle bir İslâm’ın hâkim olduğu devlette yaşamak istemiyorum diyorlar... İnsanları (özellikle gençleri) İslâm’dan bu islâmcıl

İSLÂMÎLEŞMENİN SEKÜLERLEŞMESİ

İslâm’ın değil; İslâm ayrı, islâmîleşme ayrı. İslâm, orijinal Allah’ın dini; islâmîleşme, bizim o dinden anladıklarımız ve pratiğe (yaşama/hayata) geçirdiklerimiz.  İslâmîleşme, İslâm’ı bireysel, toplumsal ve siyasal bir düzen kılma, hayata aktarmadır.  Bu yazı, işte bu islâmîleşmenin sekülerleşmesine değinecek ve bunu bireysel, toplumsal ve siyasal düzlemde, özet olarak ele alacak. İslâm, bireyin hayatını da bireylerin ortak hayatlarını da (= sosyal/toplumsal, siyasal, kültürel olarak) düzenler. Bunu da belirleyici kurallar = yasalar koyarak yapar. İslâm dışı düzenlerde bu kuralları = yasaları Allah değil, insanlar koyar/lar. Allah, insan hayatına dair genel ahlâkî kuralları koyar; ayrıntıya dair kuralları, insanın kendi eline = iradesine verir; Allah’ın koyduğu kurallar, insanların koyduğu kuralların/yasaların ruhunu da belirler, belirlemelidir. Allah inancı olmayan (= içinde Allah’a iman = enm/emniyet olmayan) kişinin bireysel hayatı karmakarışıktır, onda iç çatışma vardır. O, kendi

VATAN

Vatan : Kişinin yaşamına mekân olan (küçük-büyük) ev. Kişinin mikro düzeyde evi (vatanı) bedeni; sonra anası; sonra ailesi; sonra ülkesi; sonra dünya; sonra da... Vatan korunmazsa, kişi yersiz-yurtsuz kalır. “Dünyada mekân, âhirette iman.” demişler; öyle ya da böyle kişiye burada da ötede de bir mekân lâzım; ötedeki mekân (vatan) imana veya imansızlığa bağlı. Vatansızlık, huzursuzluktur; vatanda huzur aranır. Vatandaki huzur, ya içerdeki ya da dışarıdaki saldırılarla bozulur. İçerde birlik-beraberlik olursa, dış saldırılar çok kolay bertaraf edilir. İç saldırı : Küçük ölçekte : şeytanî nefsin vesveseleri veya kışkırtmaları. Buna Efendimiz büyük cihat demişti. Orta ölçekte : ana-babaya isyan, ailede huzursuzluk. Büyük ölçekte de kurulu düzene isyan ve iç savaş şeklinde olur. İnsanın kendi bedeninin içi (= duygu ve düşünceleri) ile evi (= ailesi); ailedeki düzeni/dini ile toplumdaki düzeni/dini (devletin kurduğu düzen/din) uyuşuyorsa, o vatanda (evde, yurtta/ülkede) huzur olur; uyuşmuyor

NAMAZIN ŞARTLARI = FARZLARI

Namazın Şartları 12. 6’sı içinden, 6’sı dışından. İçinden olanlar : İftitah (Başlangıç) Tekbiri. Kıyam. Kıraat. Rukû’. Sücûd. Kâ’de-i Âhira. Dışından olanlar : Hadesten ve Necâsetten Taharet. Setr-i Avret. İstikbâl-i Kıble. Vakit. Niyet. Dış şartlar tam olmadan, iç şartlar tam olmaz. Dış şartların ilki iç ve dış temizlik. Bunlar, abdest (ve gusül) ile sağlanır; abdest alınan her uzvun zahirî ve batınî temizliğine dikkat edilir.  Üçüncüsü, avret yerlerini örtmek = setr-i avret. İnsan huzuruna ve Rabbin Huzuruna “çıplak”! çıkılmaz. İnsanı çıplak bırakan, şeytandır. (Bknz. 7/20) İstikbâl-i Kıble : Tek bir hedefe/amaca (= Kâbe’ye, Allah’ın Evine = Beytullah’a) yönelmek ve hayatın anlamını bilmek. Vakit : Beş (= sabah-akşam, öğle-ikindi, gece/yatsı = her) vakti Allah’a (= Allah’ın dinine) hasretmek. Niyet : Namazı (= her işi) Allah için kılmak (= yapmak); (gösteriş gibi) başka bir niyet = amaç  gözetmemek. Bunlara azamî dikkat ettikten sonra, içeri “gireriz”!. İçerinin şartları, dışarıyı; d

EÛZÜ-BESMELE

Bu yazıyı daha net, daha iyi anlamak için, elinize bir kâğıt-kalem alın; kağıdı uzunlamasına yatırın, ortasından aşağıya doğru bir çizgi ile bölün; sola Eûzü’yü; sağa Besmele’yi yazın. Eûzü’de (min ve be harf-i cerleri hariç) dört (4) kelime var. Besmele’de de (baştaki bi hariç) yine dört (4) kelime var. Bunları numaralandırın ve karşılıklı eşleştirin. Eûzü’ye Bism/Biİsm; Allah’a (Billaha) Allah; şeytana Rahman; racîme Rahîm gelecek şekilde. Sonra, bu yazıyı okumayı durdurun ve biraz düşünün. Düşündükten sonra ister okumaya devam edin, ister etmeyin; benim düşüncemi merak ederseniz, aşağıdaki satırları okuyabilirsiniz. ... Eûzü, Ben sığınırım. Â’zé, sığınma; e, ben. Karşılığı, Bi İsmi. İsm. Neye, kime, hangi İsm’e sığınırım?!. Allah’a, Allah İsm’ine. Karşılığı yine Allah. Başka “sığınak”! yok ki... Eûzü kısmındaki 3. kelime, şeytan; karşılığı Rahmân. Şeytandan Rahmân’a sığınırım. Şeytan ve Rahmân. Ses uyumuna ve kalıba dikkat edin. Şeytanın kökü ŞYT; Rahmân’ın kökü RHM. ŞYT, yanmak; RH

YAPICI ELEŞTİRİ

Eleştiriyi yapan dostumun bu eleştiriyi bir uyarı/ikaz olarak yapmadığından eminim ama ben onu bir uyarı/ikaz olarak da aldım. Eleştiri şu : Tüm yazıp-çizmelerin tuvaldeki koşan ata benziyor. Sen çiziyorsun (yazıyorsun), millet seyrediyor, yaptığın o resme bakıyor, o kadar. Resimdeki atlara binilemez, onlarla bi yere gidilemez, onlarla savaş filan yapılamaz. Dostum haklı. Yazma, yazı ile resim yapmadır; yazı zaten cansızdır; söz (= yüz yüze sohbet), yazıdan daha canlıdır. Yazar yazarken, kendindeki canı (düşünceyi), öldürerek yazıya (sayfaya) döker; okur, o ölü canı (düşünceyi) okuyarak canlandırır, içine çeker. Dostum, "herkes kendini 'rasul'!! sanıyor; kimse hidâyet aramıyor, herkes heybesindekinin (en) doğru olduğunu düşünüyor, kimse bir rasule/elçiye ihtiyaç doymuyor ki" de dedi. Ben, yine de bu rasulü/elçiyi âlim/bilmiş diye okudum. Dostum, “sağırlara konuşan, delirir; dikkat et.” de dedi. Bunları söylerken esas söylemek istediği şeyi, örtük olarak bana söylemek

SARHOŞ/LUK

Sarhoşun Arapçası sekr; sarhoşluğun ise sekârât. Sekr, aklın alkolle (uyuşturucu bişeyle/hapla) bağlanması (baştan gitmesi) ve iş göremez hâle gelmesi. Arapçada sekr, aynı zamanda şeker demek. Demek ki sekr (sekarât = sarhoşluk) hâli şeker gibi hoş/tatlı bişey!. Sarhoş, Farsçada serhoş; ser, baş; hoş, hoş; serhoş : başı hoş. Akıl, aklı kullanmak kişiye zor gelince = kişi zorluklar karşısındaki mücadelesinde zorlanınca aklını terk ederek = içerek bu zorluklardan kurtulacağını sanıyor. ... Ben, bu notta Nisa, 43. âyetin, “ey iman edenler, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza (salâta) yaklaşmayın!...” = “hattâ ya’lemü mâ tekûlûn = ne dediğinizi bilinceye kadar” kısmına dokunacağım. Sarhoşken akıl gider, bağlanır, içki ile kişi kendi kendine anestezi alır. İçmek, iradîdir. İrade, bir işte çook sık kullanılırsa (= burada çook içilirse) o iş kişide bağımlılık yapar. Çook namaz kılmak da böyledir. Âyet, “ne dediğinizi bilinceye kadar.” namaza yaklaşmayın, diyor. Soru şu : Sarhoş olm

MAĞARA ARKADAŞLARININ DUÂSI

“Rabbenâ âtinâ min ledünKe rahmeh, ve heyyi’ lenâ min emrinâ raşedâ. = Rabbimiz! Bize katından rahmet ver, bizi işimizde rüşde hazırla.” (18/10) O yedi gence de muhtemelen hayat zordu; onlar, Rablerinden rahmet ve rüşd (= reşitlik) umuyorlardı. (= Rablerinden umut kesmemişlerdi.) Rableri de onlara o zorluğu hiiç hissettirmedi, 309 yıl uyuttu!. Uykuda bişey hissedilmez; uyku, yarı ölümdür. (Bknz. 39/42.) Cehennem çook daha zordur, orada ne ölüm var ne de uyku. = “sümme lâ yemûtu fîhâ ve lâ yahyâ. = Orada ne ölecekler ne de yaşayacaklar.” (87/13.) “Onlar : Bizim Rabbimiz göklerin ve yerin Rabbidir, Biz O’ndan başkasına ilâh demeyiz (= len ned'û). (= Allah’tan başkasına ilâh diye tapmayız = sadece O’nun emrine uyarız.) Yoksa, saçma-sapan konuşmuş, saçma-sapan iş yapmış oluruz.” (18/14) “Şu bizim kavmimiz, ellerinde geçerli hiçbir delilleri olmadan, O’ndan başka ilâhlara tapıyorlar...” (18/15) “Madem ki onlardan (= o kavimden, o kavmin taptığı putlardan) ayrıldınız = uzaklaştınız (= mu

MAĞARA ARKADAŞLARI = ASHÂB-I KEHF

Mağara arkadaşlığı, zalim hükümdara itaat etmeyen yedi gencin (= Yemliha, Mekselina, Mislina, Mernus, Debernuş, Şazenuş ve Kefeştatayyu’un), köpekleri Kıtmir ile bir mağaraya sığındıkları ve orada 309 yıl beraber kaldıkları = uyudukları beraberlik (= arkadaşlık). Bu gençler bu mağaraya, kendi akıl ve iradelerini kullanarak sığınmışlardır. Platon’un mağarasındakilerin mağarada kalışları mecburîdir; o mağaranın duvarına yansıyan gölgelerin aslını merak edenler, mağaradan çıkmayı denerler. Bu mağarada zulüm yoktur. Mağaraların içi ile dışı aynı değil; dışardaki dünya kötü ve zalimin zulmünden korkuluyor ise, mağaralara sığınılabilir; dışarda bir tehlike (zulüm ve ölüm) yoksa, mağara yaşamı bir kaçıştır. Mağara, zindandır. Bazen de kul, Yusuf (a.s.) gibi zindana suçsuz olduğu hâlde atılabilir. Bu atılış, hem bir eğitim (Medrese-i Yusufiyye), hem de bir deneme/sınama olabilir. O yedi genç, o mağarada 309 yıl “kalarak”! zalim hükümdarın zulmünden kurtarıldılar.  Mağaralar, bazen (belki de ço

ASLA-ESASA DÖNÜŞ

İnsan Sûresi 1. âyet, insanın aslını-esasını açıklar. “İnsan, henüz anılmaya değer bir şey değilken, üzerinden dehrden bir hıyn/zaman gelip-geçmedi mi?!.” Anılmaya değer bişey değilken. = “lem yekün şey’en mezkûrâ” (76/1.) Sonra,  “Biz onu (insanı), imtihan etmek (= nebtelîhi) için karmakarışık bir nutfeden (= emşâc) yarattık (meşîc, üreme hücresi, gamet.) ki, onu  işitici ve görücü (= semîan basîrâ) yaptık.” (76/2) Sonra,  “Ona doğru yolu gösterdik; ister şükredici olur, ister nankör.” (76/3) Bu oluş, geçici, imtihan için; imtihan bitince insan, aslına dönecek!. Aslına dönünce de Allah-u Alem, yine ya anılmaya değer bişey olmayacak, ya da adı hep anılacak!. Anılmaya değer bişey olmamak, nasıl bişey?!. Değersiz bişey, çer-çöp gibi bişey olmak değil mi?!. O gün bu insan, “bari toprak olsaydım.” (78/40) diyecek. Eğer toprak, anılıyorsa; değerli bişey; ama o, toprak dahî olamayacak!. Anılmaya değer olmanın (= mezkûr/zikre konu olmanın) da dereceleri var. En çok anılan = zikredilen kim?!.

ŞER'Î DELİLLER = EDİLLE-İ ŞER'ÎYYE

Aslında edille, deliller demek değil; deliller, delâil; edille, delillerin en güçlüleri, demek. Nedir onlar?!. Kitap. Sünnet. İcmâ-i Ümmet. Kıyas-ı Fukahâ.  Kitap ve Sünnet, temel (asıl/esas) delil; İcmâ-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukahâ ise furû’ (yan, tamamlayıcı) deliller. İcmâ-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukahâ, temel (asıl/esas) delillere uygun olmak zorundalar. Kitâb, Allah’ın Sözü/Kelâmı. Sünnet, Allah’ın Sözünden/Kelâmından Efendimizin anladıkları ve yaşadıkları. İcmâ-i Ümmet ve Kıyas-ı Fukahâ da bizim anladıklarımız. Ben, bu yazıda kıyasa, kıyas-ı fukahâ’ya kısaca değineceğim. Kitâbın da, sünnetin de, icmâ-i ümmetin de, kıyas-ı fukahânın da doğrusu-yanlışı olur. Her kitap, her sünnet, her icmâ-i ümmet, her kıyas (kıyas-ı fukahâ) doğru olmaz. (Buradaki kitap, Kur'ân; sünnet, Sünnet değil.) ... Şeytan da kıyas yaptı: ‘beni ateşten, Onu (= Âdem’i) topraktan yarattın.’, dedi. Kıyasın (ve icmânın) doğru olması, Kitâb ve Sünnet’in doğru anlaşılmasına (ve yorumlanmasına) bağlı. ... ‘Ben, benim; S

ZAMİRLER

Zamir  (ضمير) : Dilbilgisinde ismin yerini tutan. Bu ismin daha önce adının geçmesi şart. Etimoloji ve semiyolojide iç, öz, derun. Gizli olan, görünmeyen ama görünene yön veren. Gönül. Yürek. Akıl anlamında.  Bu zamirler : Ben. Sen. O. Biz. Siz. Onlar. İlk üç tekil; son üç çoğul. Bu zamirlerin Kitâb’ta izini sürdüm. Size bilindik birkaç yeri = âyeti hatırlatacağım. “İnNâ e’tayNâKe el-kevser. Fesalli li RabbiKe venhar. İnne şânieKe Hüve-l ebter.” Büyük harfler zamir. Biz = N. Sen = K. O = H. Biz Sana Kevser’i verdik. Sen de Rabbin için salât et ve kurban kes!. (= bu yolda kendini kurban/fedâ et!) Senin şânına bu yakışır, o (onlar) ebter. Sen, o (onlar) gibi değilsin, olamazsın. Kevser ne?!. Bize verilen HER ŞEY. (Sağlık-sıhhat. Mal-mülk. Evlât. Akıl, ...) (Yahudi teolog Martin Buber, ‘Ben ve Sen’i yazmıştı.) Kitâb’ta bu meseleye işaret eden konunun (tüm zamirlerini içeren/içine alan) a’lâsı var, hem de karşılıklı. “İyyâKe Na’budu ve İyyaKe Nesteîn.” (1/5) K = Sen = Allah. N = Biz = Hepi

CEBRÂİL DE İSTİVÂ EDER!...

Cebrâil de istivâ eder, ama, arşa değil; Rabbinin kendisine verdiği göreve ve kişiye. Necm, 6. âyet, buna delâlet eder. Necm 15. âyete kadar pasaj, bir bütünlük içinde okunursa, orada Rabbin Cebrâil’e verdiği Hz. Muhammed’e Vahiy indirme/verme görevini “nasıl”! yaptığı anlatılır. “zů mirratin festevâ.” (53/6) Mirra, çook üstün güç = yetenek; zů, sahip. = çook üstün güce = yeteneğe sahip olan O Cebrâil, bu gücü = yeteneği öyle bir kullandı ki O ve “o kullanım” Hz. Muhammed’in kalbinde zerre şüpheye yol açmadı. = “mâ kezebe-l füâdü mâ reâ. = O (= Hz. Muhammed), gördüğünü yalanla(ya)madı.” (53/11) Çünkü, Cebrâil, Ona (= Hz. Muhammed’e) istivâ etti, çook yaklaştı/yakınlaştı; iki yay kadar, hatta daha da az. (53/9) Şimdi siz bu konuda (bu konuyu) tartışacak mısınız?!. Onu (= Cebrâil’i), O, daha önce de görmüştü. (53/12-13) ‘Muhtemelen’! O (= Cebrâil), Onu (= Hz. Muhammed’i) daha önce de istivâ etmişti. Sidret-ül Müntehâ’nın yanında; ki, Cennet-ül Me’vâ da onun yanındadır. (53/14-15) ... İşt

İSTİVÂ

İstivâ, seviy veya sivâ’dan. Seviy, seviyye/seviye, eşit, düz; sivâ, başka, gayri/gayr. İstivâ, alâ (على) ile kullanılırsa, kuşatma, bişeyin üzerine (ve içine!) yerleşme. Alâ (على), yüksek, ulu, yüce. “Er-Rahmân-u ale-l arş’i stivâ.” (20/5) Rahmân, arşı kuşatmıştır, arştan yücedir, arşın üstündedir. Sübhane Rabbi’yel A’lâ (اعلى). A’lâ, alâ (على)’nın ism-i tafdili, çook yüce, çook ulu, demek. Rab, arşa eşit, arşla aynı seviyede veya arşa ‘içkin’, arşın ‘içinde’ olsa, istivâ ile birlikte alâ (على) kullanılmaz, O’na a’lâ (اعلى) denmezdi.  İstivâ, ‘hem içerde hem dışarda = her yerde olma = bulunma’ demek; bu hâl, ancak arştan (ve arştakilerden) a’lâ (اعلى) olan, Allah için mümkün. Allah, Zât olarak ne arşın içinde ne de dışında = her “yer”de; Sıfat olarak hem içerde hem dışarda. O’na bir “yer” (ve zaman) izafe etmek mümkün değil; O, zamandan ve mekândan münezzehtir. Münezzeh, nezih, berî olma; yer ve zaman, nezih ve berî değil, kirli. Kirli akıl (= batı aklı ve bu akıldan beslenen akıllar)

YAPTIRIM

Yaptırım : İnsana doğru (iyi, güzel) veya kötü (yanlış, çirkin) bir davranışı yaptırmayı veya yaptırmamayı sağlayan içsel veya dışsal güç, müeyyide. İçsel müeyyide, ahlâk veya vicdan tarafından; dışsal müeyyide, toplum veya devlet tarafından uygulanır.  Pekiî, Allah (= Allah inancı) bu müeyyidenin (yaptırımın) neresindedir?!. Başka bir deyişle Allah’ın (= Allah inancının), insan üzerindeki müeyyidesi (yaptırımı), içsel midir, yoksa dışsal mıdır?!. Hem içseldir, hem de dışsaldır. İçsel olursa Allah, kişi ile kalbi arasına girer; dışsal olursa O, “dışardaki bir Güç’tür”!. Ama, Allah için “iç ve dış” olmaz; O, mekâna sığmaz, mekândan münezzehtir; O, bişeyin içine sığmaz, dışında da bulunmaz. İstivâ, dışta/dışarıda olma değil.  Bu durumu nasıl anlamalıyız?!. Bu, anlayışın (= aklın) değil, inanışın (= kalbin) alanına girer. Kalbi Allah inancı ile “mutmain” olan kişi için bu, en ufak bir sorun teşkil etmez. Kalbi Allah inancı ile “mutmain” olmayan = kalbine Allah inancı girmeyen kişi için Al

YARAMAZ ADAM!...

Kime yaramaz adam deriz?!. Diyene bağlı. Bize yaramaz adam diyenin kendisi yaramazsa, belki de biz düzgün (işe yarar) bir adam olmuş olabiliriz. Sözünde durmayan, emanete ihânet eden, aldatan, çalan-çırpan, yalan söyleyen, bir dediği bir dediğini tutmayan, ... adama; kısacası kendisine güvenilmeyen adama, yaramaz adam deriz/denir. Mü’min ise, kendisine güvenilen ve kendinden emîn olunan adamdır. Gerçekte (= realitede, hayatta, fiilîyatta) her Mü’min b/öyle midir?!? Hayır. Çoğu Mü’min, Rabbine namazda ‘Ya Rab! yalnız Sana kulluk edeceğim, yalnız Senden yardım dileneceğim, aldatmayacağım, haksızlık yapmayacağım, ...’ dediği hâlde, sözünde durmuyor. Bu adama El-Mü’min olan Allah, Mü’min der mi?!. Ya yaramaz adam derse!.

SÖZÜN TE'SİRİ

Sözün te'siri ya da te'sirli söz. Sözde bir te'sir veya güç varsa, bu te'sir/bu güç ona nereden gelir?!. Bu güç/te'sir, o sözü söyleyende mi, sözün kendisinde mi, yoksa o sözü dinleyende mi?!. Hepsinde, der gibisiniz. Haklısınız. Ben de size yeni bir soru sorayım.  Pekiî, en te'sirli Söz olan Kur'ân, niye herkeste aynı te'siri göstermiyor?!. O Kur'ân’ın Söyleyeni = Sahibi Allah; O Söz, Allah’ın Sözü = Kelâm’ı değil mi; Onun hem Söyleyeni Güçlü, hem de Sözün kendi/si Güçlü değil mi?!... ... Söze olan ihtiyaç da biyere kadar yemeye-içmeye olan ihtiyaç gibidir. Tok veya iştahsız olanlara dünyanın en güzel (= leziz) yemeklerini de getirseniz, yemezler; oburlar (ve obezler) hariç. Oburluk (ve obezlik), yenileni yakmama, enerjiyi depolamadır.  Kişinin söze ihtiyacı yoksa, veyahutta o kişi söz oburu (obezi) ise, o sözün onda bir te'siri olmaz ya da o söz, ondaki dış görünüşü değiştirir, onun kalbine/ruhuna inmez/işlemez. İş, bizde başlamasa da bizde bit

YETKİ DEVRİ

Hemen akla, devlet yönetiminde ve bürokraside üstün asta, belli sınırlar/sınırlılıklar çerçevesinde, elindeki yetkiyi vermesi/devretmesi gelir; oysa kavram (= yetki devri kavramı), hem aşağıdan yukarıya hem de yukarıdan aşağıya hiyerarşiktir. Oy verme, yetki verme, yetki devretmedir. Herkes yönetici olamayacağına göre, yöneticiler, oyla seçilir. Seçim (= ıstıfâ), seçilene, “seçilmişlik”! özelliği kazandırır. Allah da kullarından (meleklerden ve insanlardan) dilediğini seçer. (22/75) Seçtiğimiz kişilere verdiğimiz veya devrettiğimiz yetki, onlar tarafından kötüye kullanılmamalı. Bunun için, etkili bir denge-denetim mekanizması oluşturulmalı; buna dış denetim deniyor. İç denetim (= vicdan, ahlâk, ilâhî sorumluluk) olmayınca dış denetim etkili sonuçlar vermiyor. Herkesin başına polis dikemiyorsunuz; polisler de hırsız ve işbirlikçi olabiliyor. ... Yaratılan her insan, “seçilmiştir”!. Yaratan, her yarattığı varlığa belli oranlarda yetkilerini devrediyor; bu yüzden onlar : görüyor, işitiyor