YOKMUŞ GİBİ YAŞAMAK!.

Kim yokmuş gibi?!.

Sırayla gideceğim. Babamızdan veya anamızdan başlayalım. Babamız veya anamız ölmemişlerse, onlar yokmuş gibi yaşamak = onları hiç arayıp-sormamak bizi “hayırsız evlât” statüsüne sokar; ölmüşlerse bile, onların “hatırası” bizi terk etmez. Ana-babamızın değerini hiç bilmesek bile, selîm akıl, bir babamızın ve bir anamız olduğunu; onlar olmasaydı, bizim de var olamayacağımızı kabul eder; onlar yokmuş gibi yaşamayı “vicdansızlık ve akılsızlık” olarak görür.

Normal zamanlarda devlet yokmuş gibi yaşamanın insan için bir sakıncası yokmuş gibi görünür. Ama anormal zamanlarda (= başımıza bir iş geldiğinde), devlet kendini (polis ve hukuk yoluyla) gösterir. İyi-kötü bir devletin olmadığı bir yerde, asayiş (= düzen) de yoktur. Sürekli veya hiç devlet yokmuş gibi yaşamanın sonu, anarşidir, kaostur. Devlet kendini, “merhameti ve otoritesi” (= gücü) ile gösterir. Kimse, (devlet başkanı bile) “ben devletim” diyemez ve devletin kendisini gösteremez.

Kimse kimseye kendi aklını da (= aklın kendisini de) gösteremez; ama aklını, aklının eseri olan eylemleri (= aklî çıkarımları), konuşması ve kararları ile gösterebilir. Deli ile akıllı arasındaki fark, eylemlerde (= aklî çıkarımlarda), konuşmada ve kararlardadır. Biz, “aklı yokmuş gibi”! yaşayanlara ve önceden kendilerine verilen aklı kaybedenlere, deli/ler diyoruz. Pekiî, kendilerine verilen aklı kullanmayanlara ne diyoruz; onlar da akılları yokmuş gibi yaşamıyor veya davranmıyorlar mı?!.

Kullanılmayan ve bize hiçbir faydası dokunmayan şeyler (= el, araba, vb.) gibi, kullanılmayan akıl da “yokmuş gibi” değerlendirilemez mi?!.

Kullanılan “şeyler”, sadece birer âlet (veya araç) değil midir?!. Âlet, bir işi yapmaya yarayan araçtır.

Yüce veya ulvî bir amaç için kullanılan “her şey ve herkes” de nihayetinde birer âlettir. 

Her şey ve herkes, “En Mükemmel Olan’a”! hizmet ediyorsa buna, Tanrı diyoruz; Tanrı’yı = Tanrı’nın Kendisini de kimse gösteremez ve kullanamaz. Çünkü, O’ndan üst/üstün, hiçbir varlık yoktur.

Tanrı yokmuş gibi yaşanırsa, herkes herkesi kul-lanır; hiyerarşi ve uyum bozulur; buradan da haksızlık, adâletsizlik ve zulüm doğar. Bu yüzden Tanrı, kişilerin birbirlerini “kul-lanmalarını”!,  herkesin içine sinen bir adâlete ve uyumlu bir düzene (= dine) bağlamıştır; ve bu, Tanrı’ya kulluğun sosyal ve siyasal boyutudur.

Tanrı, Kendisine kulluk (= ibâdet) için, her şeyi ve herkesi kul-lanır; ama bu “kullanım”, O’nun Kendi ihtiyacından değil, varlıkların (kendilerine ve birbirlerine) ihtiyaçlarındadır. Tanrı, yarattığı ve bize görünen meratib-i vücud (= varlık mertebeleri) içinde, en üstteki yeri insana vermiştir. İnsan, Tanrı yokmuş gibi yaşarsa (veya Tanrı’yı yok sayarsa), âdil ve uyumlu bir düzen (= din) kuramaz; çünkü insan, görünen ve görünmeyen varlığın tümünü bilemez, kuşatamaz; bu yüzden de varlıkların aralarındaki ilişkiyi doğru (= âdil ve uyumlu) belirleyemez.

Tanrı yokmuş gibi yaşamak, kaosa, kargaşaya ve anarşiye (= haksızlığa, zulme, düzensizliğe = dinsizliğe) yol açar.

Yaşadığımız dünyada haksızlık, zulm ve adâletsizlik varsa = hâkimse bu, ya Tanrı yokmuş gibi yaşamamızdan ya da bir çook Tanrı’ya inanmamızdan = şirke düşmemizdendir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

NEREYE?!.

İMSAK ve İFTAR

İMAN - AMEL İLİŞKİSİ