DİN-DEVLET İLİŞKİSİ
Din-ü Devlet.
Bu ilişkiye iki şekilde bakılabilir :
1. Dinin devlete hâkimiyeti.
2. Devletin dine hâkimiyeti.
İlkine din devleti; ikinciye “lâik devlet” deniyor. Bi şekilde din, devleti; devlet de dini etkiliyor; yeryüzünde ‘dinden tamamen bağımsız’ bir devlet yok.
Devleti yönetenlerin dindarlığına ve lâikliğine (= dine olan mesafesine, dinsizliğine değil) göre, devlet şekil alıyor.
Devlete öncelik verenler, dini devlete göre; dine öncelik verenler, devleti dine göre şekillendiriyorlar.
Devlet, tek kişi eliyle yönetiliyorsa = devletin şekli monarşi ise veya saltanatsa (= sultanlıksa), monarkın veya sultanın din anlayışı devlete egemen oluyor; devletin şekli demokrasi ise, devlete ‘millet’! egemenlik kuruyor. (= Egemenlik, kayıtsız-şartsız milletindir.) Sözgelimi bu devletin adı Patagonya Cumhuriyeti ise, Patagonya’nın yöneticileri : Patagonların (= Patagon milletinin) dediği olur, diyorlar. Ama, Patagonya’da ve dünyada, sadece Patagonlar yaşamıyorlar ki!.
Devleti yönetenler de (o devlette) yönetilenler de (= halk da) : kimsenin dediği değil, Allah’ın dediği olur, diyorlarsa/derlerse (= devlet-millet uyumu), işin rengi değişir/değişiyor ve devlet, din devleti şeklini alır/alıyor.
Din devletinde herkes, “Allah-u Ekber = En Büyük Allah, Sübhâne Rabbi-yel Azîm ve Sübhâne Rabbi-yel A’lâ.”, der, ve herkes Rabbin (= Allah’ın) buyruklarına boyun eğer.
Pekiî, bu buyrukların ‘yorumunda’ herkes anlaşabilir mi?!.
Ortada, “Allah korkusundan başka bir korku kalmazsa”, anlaşır. Yâni, Allah’ın buyruklarını yorumlayan din âlimlerine devletin (ve şeytanın/şeytanî güçlerin) en ufak bir müdahalesi olmazsa, büyük ölçüde sorun çözülmüş olur.
Pekiî, tarihten şimdiye kadar (şimdi de) hep böyle mi olmuştur?!.
Çook kısa bir dönem hariç (622-632) hayır. Emevî saltanatında da Abbasî saltanatında da Selçûkîlerde de Osmanlılarda da Cumhuriyette de din âlimleri büyük oranda devletin yanında durmuştur, devlet tarafından beslenmiştir. Belli bir süre devletle/devlette çalışıp memnun olmayanlar, daha sonra inzivâya çekilmişlerdir. Meselâ Gazalî böyle biridir. Tasavvufun neşet ettiği yer de burasıdır; tasavvuf, bir kaçış, bir kurtuluş (= kaçarak kurtuluş) olarak doğmuştur; ama daha sonra devlet, tasavvufa da el atmıştır. Mutasavvıfların devlet işlerine karışmaması, devlet yöneticilerinin işine gelmiş, bir çok devlet yöneticisi de bir mutasavvıfa el vermiştir.
Cumhuriyetin Diyaneti de, Diyanetin Tefsir, Meal ve Tecrid-i Sarih projesi de buna benzer bir projedir. Bu proje ile, din “kontrol altına” alınmış, halk (= ahâli) nezdinde din-devlet barışı sağlanılmak istenmiştir.
Dinde yegâne otorite, Allah ve Rasûlü iken = Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ur Rasûlüllah; demokratik devlette (cumhuriyette) yegâne otorite, “millettir”!, milletin çoğunluğu/cumhurdur. Burada bir otorite çatışması vardır; ve bu çatışma, her zaman devletin lehine, dinin aleyhine yürümekte ve sonuçlanmaktadır.
Devlet dine müdahale etmese = resmî din projesi yürürlüğe konulmasa = din, sadece Allah’ın olsa, başta âlimler olmak üzere, “Allah-u Ekber = En Büyük Allah, Sübhâne Rabbi-yel Azîm ve Sübhâne Rabbi-yel A’lâ.”, diyen herkes, devleti öyle ya da böyle dindar hâle (hizaya) getirir; ama yine başta âlimler olmak üzere herkes, hem “Allah-u Ekber = En Büyük Allah, Sübhâne Rabbi-yel Azîm ve Sübhâne Rabbi-yel A’lâ.”, diyor hem de devleti dine önceleyerek devlet adamlarına boyun eğiyor.
İmam-ı Azam : “Sultanın sofrasına oturan âlimin fetvasına itibar edilmez.”, der. Böyleleri, ahbârlar (= Yahudi din adamları) ve ruhbânlar (= Hıristiyan din adamları) gibidirler.
“Ey İman Edenler!. Doğrusu, ahbâr ve ruhbânların çoğu, (insanları din adına kandırarak veya dini resmî kılarak) insanların mallarını haksız bir şekilde yerler ve insanları Allah’ın yolundan çevirirler. Altın ve gümüşü biriktirip de onları Allah yolunda harcamayanlar var ya! işte onları can yakıcı = elîm bir azapla müjdele.”
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُٓوا اِنَّ كَث۪يراً مِنَ الْاَحْبَارِ وَالرُّهْبَانِ لَيَأْكُلُونَ اَمْوَالَ النَّاسِ بِالْبَاطِلِ وَيَصُدُّونَ عَنْ سَب۪يلِ اللّٰهِۜ وَالَّذ۪ينَ يَكْنِزُونَ الذَّهَبَ وَالْفِضَّةَ وَلَا يُنْفِقُونَهَا ف۪ي سَب۪يلِ اللّٰهِۙ فَبَشِّرْهُمْ بِعَذَابٍ اَل۪يمٍۙ
(9/34.)
Allah’ın dinini kendilerine sermaye (ve meze) edenlere yazıklar olsun.
Yorumlar
Yorum Gönder