Kayıtlar

Haziran, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

EHL

Bu kelime Kitâb’ta 127 kez geçer; anlamı, âidiyet, mensûbiyettir. Kelimenin, Ehl-i Sünnet. Ehl-i Beyt. Ehl-i Kitâb. Ehl-i Kıble. Ehl-i Hâl. Ehl-i Kâl gibi kullanımları vardır. Ben, bu kısa notta Hûd Sûresi 46. âyeti ele alacağım. “Allah (c.c.), Nûh (a.s.)’a : Ey Nûh!, o Senin ehlinden (ailenden) değildir. (o, Nûh (a.s.)’ın oğludur.) Nûh (a.s.), onun biyolojik babasıdır ama Allah Ona/Nûh'a, o Senin ehlinden (ailenden) değildir; çünkü onun ameli gayr-i sâlihtir. = “innehû amelun gayr-u sâlihin”. Bilgin olmayan şeyi Benden isteme!, Sana cahillerden olmamanı öğütlüyorum.” demiştir. (11/46.) Nûh (a.s.), oğlunun babası olduğunu biliyor, onu O büyütmüş, ona merhametli davranmış, “gel bizimle; kâfirlerden olma!” demişti (11/42) ama o, Onu dinlememiş = Onun (= Nûh a.s.’ın) dinine girmemiş = Onun (= Nûh a.s.’ın) yaşadığı gibi bir hayatı yaşamamış ve gemiye binememişti = binmesine izin verilmemişti; o, “ben dağa sığınır, kurtulurum.” (11/43) demişti. Düz mantık, Nûh (a.s.)’ın oğlunun kendinin

KAZANMAK

Para kazanmak. Dost kazanmak. Rıza kazanmak... Kazanılan şeyler, ne için (= niçin) kazanılır?!. Kazandığımız şeyleri sadece bir amaç için veya o amaca ulaşmak için kullanamıyorsak, hayatımızda bir çooook amacımız olur; neyi, neden kazandığımızı bilemeyiz. Bu, çalışma veya bişey elde etme (= yapma) için de geçerlidir. ... Süper silahlar yapabiliriz, yapanları övebiliriz ama yaptığımız bu silahları nerede, niçin ve kime karşı kullanacağımızı bilemezsek! bu, para kazanmak (= biriktirmek) için para kazanmaya döner ya da kazandığımız parayı birilerini zengin etmeye veya keyfimizi/zevkimizi (kişisel arzularımızı) tatmin etmeye yarar. Para kazanıyoruz ama birileri bize, kazandığın parayı şuraya (= benim ürettiğim malları tüketmeye) harca diyor, biz de oraya (oralara) harcıyorsak; süper silahlar yapıyor ama yaptığımız bu silahları (da) “istediğimiz şekilde” (= zulmü önlemek için) kullanamıyorsak, bu (da), zenginin parası ile övünmesi gibi bişey olmaz mı?!. Elinde süper silahları olan birileri,

SEVMEK

Sevme/k, bilme/k ve tanıma/k gibi iki eylemin/durumun sonucunda gerçekleşir. Bilme/k, teoriktir, dışsaldır; kendimiz de bilebiliriz, birileri de bize bildirebilir. Tanıma/k, pratiktir; tanıdığımız kişi ile bizler bizzat ticaret, yolculuk ve komşuluk yapmışızdır. İşte böyle bir bilme ve tanımanın sonucunda sevme ya da zıttı nefret etme oluşur. Birini Allah için seven kişi, başta kendi doğrudur; sonra, sevdiğini doğru bilmiş, doğru tanımış ve onun yanlış yapmayacağına inanmıştır.  (Doğru anlaşabilmemiz için kelimelerin hakkını vererek içlerini doldurmamız gerekiyor.) Sevgi de hiyerarşiktik. Her sevgi, ‘bir ve aynı’ değildir; en çok neyi veya kimi seviyorsak, öteki sevgilerimiz ona göre şekillenir. Bazı insanlar, Allah dışındakileri (= parayı-pulu, eşi-dostu, dünyalığı) Allah’ı sever gibi severler. Bazılarının Allah sevgisi, çook şiddetli, en şiddetli (eşeddü hubben lillah) sevgidir. Bazıları da sevdikleri insanları, onlar Allah’ı seviyorlar (= Allah dostu, Allah ile dost) diye severler.

ÜLÜ-L AZM ELÇİLERİN HAYATINDAKİ KALİTE

Ülü-l Azm Elçiler : Nuh. İbrâhim. Mûsâ. İsâ ve Muhammed (aleyhimüs selâm). Ben, bu yazıda sadece Hz. Mûsâ’nın hayatındaki kalitenin Kur'ân’daki izini süreceğim. Hz. Mûsâ’nın ailesi (İmran âilesi) 400 küsür yıl Mısır Firavunları tarafından köleleştirilmiş; bu köleler zamanla çoğalmış, Firavunlar bunlardan korkmaya başlamıştır. Bunu nereden biliyoruz?!. Firavunun onların tüm erkek çocuklarını öldürme emri vermesinden. Mûsâ da bir erkek çocuk olduğu için, bir sandıkla Nil nehrine bırakılmıştır; Rabbimiz Mûsâ’nın anasına böyle vahy etmiştir.  Mûsâ 18-20 yaşına kadar Mısır’da bir “prens gibi” yaşadı ama bu sırada İsrailoğullarına (= İmran ailesine) yapılanları görüyordu. Tevrata göre İmran (Amram) Mûsâ ve Harun’un babasıdır; Mûsâ ve Harun’un bir de kız kardeşleri vardır, adı da Meryem (Miriam)’dir. Bu Meryem, Hz. İsâ’nın anası Meryem değil ama ikisi aynı soydur = İmran ailesi. Kur'ân, Hz. Meryem’e : "Ey Harun’un kız kardeşi", der. (19/28) İmran (Amram), Hz. Yakub’un oğludu

TEŞRÎQ TEKBİRLERİ

Teşrîq tekbirleri, teşrik (تشريك) değil; teşrik, şirk koşma demek; teşrîq (تشريق) ise aydınlanma veya doğma/doğuş!. Bu tekbirler, arefe günü sabah namazından Kurban Bayramının 4. günü ikindi namazının sonuna kadar getirdiğimiz tekbirlerdir. = “Allah-u Ekber Allah-u Ekber, Lâ ilâhe illâ-l Allah-Hüv-Allah-u Ekber Allah-u Ekber ve lillah-il Hamd.” = En büyük Allah’tır (= Allah en büyüktür...) Allah’tan başka ilah yoktur. Hamd, sadece O’na aittir. Ben bu tekbirlerin anlamına, duâ bağlamında bakacağım. ... Duâ, kulun Rabbini çağırmasıdır. Pekiî, Rabbin kulunu çağırması!.. Bu çağrıyı (= Rabbin kulunu çağırmasını) duymayanlar, boşluğa (boşa) duâ ederler ve Rabbin Sesini (çağırmasını) işitemezler. = Rabbin Sesini (çağırmasını, “duâsını”) işit(e)meyenleri Rabb de "işitmez"!!!; onlar Rabbe duâ ettiklerinde, Rab de onların duâlarını "duymaz"!!!. Pekiî, Rabbin kulunu çağırması nasıl olur?!. Bataklıktan çıkarması ile. = Kulun eski yaşadığı hayatı bataklık olarak görmesi ile. = E

YAŞAM KALİTESİ

Yaşamın bir kalitesi varsa bu, yaşanan acıların ve hazların birlikte ele alınmasına bağlı. Acısız ve hazsız yaşamın (= sırf acı ile dolu veya sırf haz ile dolu bir yaşamın) kalitesi tartışılır, bence böyle bir yaşam kaliteli de olmaz. Pekiî, hayatta ne kadar acı, ne kadar haz var?!. Bunu, Tanrı’dan başka hiç kimse bilemez. Biri, 50 birim acı yaşarken, öbürü 500 birim acı yaşar. Yine biri, 50 birim haz yaşarken, öbürü 500 birim haz yaşar... Dünya, hazların ve acıların toplamıdır; hazsız acı; acısız haz; hazzın da acının da hayatın da anlamını ortadan kaldırır. Buradaki yaşamımız, iki duyguyu da tatmak, hazzı yaşarken şımarmamak; acıyı yaşarken mahvolmamak = kendimizi mahvetmemektir. Haz yaşanırken de acı çekilirken de sabır ve şükür gereklidir. Kimi, yoğunluklu olarak hazla; kimi de yoğunluklu olarak acı ile imtihan olunur (denenir); kimi de neredeyse eşit miktarda haz ve acı ile... Meseleye böyle bakarsak, hiçbir insanın yaşam kalitesi eşit değildir, ama yine de bizler, birbirimizin çe

PATERNALİZM

Paternalizmin pater’i, aslında peder; peder, Farsça; anlamı da baba; İngilizce father’ın da peder ile ses uyumu var. Arapçada baba, ebb = vâlid; vâlide de ana; ana-babaya ebeveyn; ana-baba ve çocuklardan oluşan yapıya da âl = aile denir. Ailede “yönetici/kavvâm” (4/34) baba ise, ki dış/dışarı ile ilişkileri baba kurar ve sürdürür, o aile patriarkal = paternalist = babaerkildir; yönetici ana ise, o aile matriarkal = moderşâhî = anaerkildir. (matri ve moder, mother’den) ... Babada güç, anada merhamet baskındır. Bir ailede, ana-baba uyumlu ise o aile, ister patriarkal ister matriarkal olsun huzurludur; isimlendirme (nominalizm), hiç de önemli değildir. ... Devletin, hem ana hem baba olması (= Devlet Ana, Devlet Baba), uyumlu ve huzurlu aileyi model almasındandır. Toplumun temeli ailedir. Bazen, bu ailenin analarının; bazen de babalarının günü kutlanır ama önemli olan, ana/ların-baba/ların arasını ayırmamaktır. Bu günleri (= analar gününü, babalar gününü) ayrı ayrı kutlamak, aile bütünlüğü

BAYRAM SOFRASI

“Havariler, İsâ’ya bize gökten bir sofra indirebilir misin?! dediler. İsâ : Allah’tan korkun, Mü’minseniz (dedi). Havariler : O yemekten (sofradan) yiyelim ki, kalbimiz yatışsın (= tatmeinne kulûbünâ), bize hakikati söylediğine inanalım (= bilelim, ne’alemü) ve hakikate şahitlik yapalım (dediler). İsâ : Rabbim, bize gökten bir sofra indir de o, bize ve bizden sonrakilere bir âyet/işaret ve bayram olsun (= tekûnu lenâ îyden), bizi rızıklandır, Sen rızık verenlerin en hayırlısısın (dedi).” (5/112-114) Bayram (= îyd), Kitâb’ta sadece burada (114.  âyette) geçer.  Böyle bir sofra indi mi, bu sofrada ne vardı, havariler bu sofradan yedi mi...?!. Bayram yaptılarsa, indi ve yediler. Bu sofrada, mideyi besleyen çook leziz yiyecekler, içecekler inmişse, mide bayram etmiştir; yok, bu sofrada, kalbi (= aklı ve gönlü) besleyen çook leziz yiyecekler, içecekler inmişse, kalp bayram etmiştir; ikisi de inmiş olabilir.  Havarilerin, ‘o yemekten (sofradan) yiyelim ki, kalbimiz yatışsın (= tatmeinne kulû

İNNİYET

“Dilimin sınırları, dünyamın da (= düşüncemin de) sınırlarıdır.” der Wittgenstein. Ben de dünyamın (= düşüncemin) sınırlarına geldim. Bu yazı son yazım olacak; 2000 yazı yazmışım, bundan sonra yazacaklarım, büyük oranda tekrar olacak, o yüzden, bu son yazım. İnniyet, Arapça inne (إن)’den türemiş bir terim. İnne, tahkik, kesinlik bildirir, anlamı : muhakkak, kesinlikle, demektir. İnniyeti anlamak için hüviyeti; hüviyeti anlamak için mâhiyeti iyi anlamak gerekir. Tersten başlarsak, ki en sağlıklı yol budur, mâhiyet, varlığın nasıllığı; hüviyet, varlığın kimliği; inniyet, varlığın kesinliği, demektir. Mâhiyet bilinmeden hüviyet; hüviyet bilinmeden inniyet bilinemez. Mâhiyet, şeylere; hüviyet, kişilere; inniyet, Tanrı’ya dâirdir (= aittir). Tanrı’nın da elbet bir Hüviyeti vardır, O da Hû’dur ama O’nun Hüviyetini biz, Esmâsı (= Sıfatları ve Efâli) ile bilirken/bilebilirken, mâhiyetini aslâ bilemeyiz; mâhiyeti bilinmeyene de inniyet atfederiz. İnneKe (= muhakkak Sen). İnne-lAllah’e (= Kesinl

İNSAN BÜTÜNLÜĞÜ

İnsanı, bütünlüğü ile (= komple) “tanımak” dünyanın en zor işi. Onu (= insanı), nefs, akıl, kalp, duygu, düşünce, arzu, hayal varlığı olarak “bölüyoruz”; bölmeyince, tanıyamıyoruz. Hacc, 46. âyet, insan/lar/ı kastederek, “Yeryüzünde gezip dolaşıyor(lar) ama, orada olup-bitenleri kavrayacak bir kalbe (= lehüm qulûbun ya’qılûne bihâ); dinleyecek bir kulağa (= ézànün yesmeûne bihâ) sahip değiller!; ne var ki insan/lar/da kör olan gözler değil, gönüllerdeki (= sudurlardaki) kalplerdir.” (= “lâ ta’me-l ebsâr, velâkin ta’me-l qulûb-ulletî fi-r sudûr.”), der. Âyet, sanki (?!) insan bütünlüğünü kalbe tahsis eder. Sanki, anlamalar da (akletmeler de), görme-işitme, tatma, koklama, dokunma (tüm duyular) da, duygulanmalar da, arzulamalar da, hayal kurmalar da kalptedir. Efendimiz : ‘Vücutta bir et parçası vardır; o sâlih olursa bütün vücut sâlih olur, o bozulursa bütün vücut bozulur; o kalptir.’ buyurmuştur. (Buharî, İman, 39.) Başımız ağrısa, dişimiz ağrısa, elimize bir diken batsa, ... bütün vüc

KÖRLÜK

Elias Canetti’nin ‘Körleşme”; José Saramago’nun ‘Körlük’ kitaplarını okumuşsunuzdur. Saramoga, normal körlüğü; Canetti, bilimsel körlüğü (bilim adamının körlüğünü) anlatır. Oğuz Atay da ‘Tutunamayanlar’ adlı romanında benzer konudan söz eder. Ben, Canetti ve Atay’ın izinden gideceğim ve dinde körlüğün anlamını kısaca irdeleyeceğim. “ve men kâne fî hàzihî a’mâ, fehüve fil âhireti a’mâ... Kim bu dünyada kör ise, âhirette de kördür...” (17/72) A’mâ kelimesi, Kitâb’ta 33 yerde geçer; bu körlük, bizim bildiğimiz körlük değildir; bilgisizlik veya cahilliktir. Bu bilgisizlik veya cahillik, sadece körlükle de izah edilmez; sağırlık ve dilsizlik de buna dahildir. = “summun, bükmun, umyun...” (2/18.) Summ, kulağın hakikata (hakka) kapalı olması; bükm, dilin hakikati (hakkı) söylememesi; umy, (a’mâ/ عمى) gözün hakikati (hakkı) görmemesidir. “Körle/rle gören/ler, tıpkı inanıp iyi işler (sâlih ameller) yapanlarla, kötülük yapanların ‘bir ve aynı’ olmadığı gibi ‘bir ve aynı’ olmazlar.” (40/58) Çoğum

LÜBBÜ-L LÜBB

Lübb, özse; Lübb-ül Lübb de özün özüdür.  Bir çoook öz, (= her şeydeki öz = bu kadar çoook öz), özü "değersiz"! kılar. Herşeye özünü veren BİR ÖZ bulunmalı, en değerli ÖZ de O olmalı!. Bu ÖZ, bütün özleri yaratıyor, yaşatıyor ve kontrol/idare ediyor olmalı. Her şey ve her insan, kendi özünü fark edince (= bulunca), BU ÖZ’le irtibatını kurabilmeli; her şeyin ve her insanın özünde BU ÖZ bulunmalı, var; çünkü her şeyi ve her insanı O ÖZ yaratmıştır, kodlamıştır, her şeye yaradılışını (= fıtratını) O ÖZ vermiştir. Buradan (bu boyuttan) bakınca, biz bir çoook öz görürüz. -- özü göremeyen, kabuğu gören materyalistleri devre dışı tutuyorum -- ama boyut değiştirince!!! (= lübb boyutuna girince/geçince!!!) bütün özlerin TEK BİR ÖZ olduğunu görürüz, görmeliyiz; hatta bu özlerin öz bile olmadığını (?!) anlarız, anlamalıyız. TEK BİR ÖZ’e muhtaç olan özler, nasıl birer öz olabilirler?!. Görüntü dünyası (= fenomenal dünya) bizi aldatıyor; sanırım bunu sadece Ülü-l Elbâb olanlar anlıyor-bil

ÜLÜ-L ELBÂB

Ül, Kitâb’ta : Ülü-l Elbab. = Akıl Sahipleri. (2/269. 3/7. 3/190. 5/100. 12/111. 13/19. 14/52. 38/29. 38/43. 39/9. 39/18. 39/21. 40/54. 65/10.) 14 kez. Ülî Be’sin. = Güç Sahipleri. (17/5. 27/33. 48/16.) 3 kez. Ülî Quvvetin. = Kuvvet Sahipleri. (27/33. 28/76.) 2 kez. Ülî Ecnihatin. = Güçlü Kanatlara Sahip. (35/1.) Ülü-l Ebsar. Görüş Sahipleri. (3/13. 24/44. 38/45. 59/2.) 4 kez. Ülü-l Emr. = Emir Sahipleri. (4/59. 4/83.) 2 kez.  Üli-l Ilm. = İlim Sahipleri (3/18) Üli-d Darari. = Özür Sahipleri (4/95) Üli-l Qurbâ. = Yakın Akraba Olanlar. (4/8. 9/113. 24/22.) 3 kez. Üli-l Erhâm. =  Çook Yakın Akrabalar. = Aynı Rahmi Paylaşanlar. (8/75. 33/6) 2 kez. Üli-l Tavl. = Servet Sahibi Olanlar. (9/86.) Üli-l Baqıyye. = Fazilet Sahipleri. (11/116.) Üli-l Nühâ. = Akıl-İdrak Sahipleri. (20/54. 20/128.) 2 kez. Üli-l Fadl. = Fazilet Sahipleri. (24/22.) Üli-l İrbe. = İhtiyaç Sahipleri. (24/31.) Üli-l Azm. = Çook Güçlü İrade (Azim) Sahipleri. (46/35.) Üli-n Ni’me. = Nimet Sahipleri. (73/11.) olmak üzere to

ZİKİR

Zikir, hem hatırlama hem hatırlatmadır. veZkür! = Hem hatırla ve hatırlat! demektir. Unutmamak için hatırlanır; unutursak, unutuluruz. “nesullaha fenesiyehüm = onlar Allah’ı unuttu, Allah da onları!” (9/67.). “nesullaha feensâhüm enfüsehüm = Allah’ı unutanlara Allah, kendilerini unutturur.” (59/19.); ne yaptıklarını, kim olduklarını bilemezler. Zikri, sadece tesbih çekme zannedenler, (o kadar çok tesbih çekiyorlar ki!) ya hatırlamakta zorlanıyorlar ya da hatırlatma gereği duymayarak yarım iş yapıyorlar. Bu iki paragrafı, 5 Mart 2024’de yazmışım. Zikirden bu kadar az söz etmem, benim hatam. Zikir, Kitâb’ta çook önemli bir yer işgal eder, 275 kez geçer; zel ve kef, fetha (üstün) ile okunursa erkek anlamına gelir; bu şekildeki kullanım da 17 kez geçer. Zikir, Kur'ân’ın da adıdır. Tezkire, öğüt ve hatırlatıcı (yazılı) kitapçık (pusula); tezekkür, düşünme; müzekkir de hatırlatıcı demektir. A’lâ, 9. âyet, “Sen hatırlat (= öğüt ver), hatırlatma (öğüt) faydalı olacaksa, fayda verecekse!.”

OLMAK ve ÖLMEK

Beyefendi, bir oğlunuz oldu; baba oldunuz, gözünüz aydın, Allah analı-babalı büyütsün.  Oğlunuz, okudu  delikanlı oldu, “adam” oldu. (Adam : İş adamı. Bilim adamı. Devlet adamı. Zengin oldu. Dr. Doç. Prof. oldu. Müdür. Genel Müdür. Vali. Bakan... oldu anlamında. Adam olmak, genelde bunlardan biri olmak olarak anlaşılıyor.) Adam olmak için çalıştı, oldu da. Bu devirde herkes adam olamıyor, adam olmak o kadar zorlaştı ki, çook çalışmak, gerekirse torpil bulmak gerekiyor... Adam olanlar, adam beğenmiyor, öteki adamlara tepeden bakıyor, onları adam yerine koymuyor, adam saymıyor. Adam olanlar, adam kayırıyor, adam seçiyor. Adam olanlar, adam kullanıyor... Bütün bunlar neden oluyor?!. Adam yetiştiren eğitim politikamız yanlış da ondan. Babası oğluna : Oğlum, sen adam olmazsın, demiş. Oğlu okumuş, vali olmuş... babasını çağırtmış... bak baba, sen bana adam olmazsın, diyordun, ben vali oldum, demiş. Babası : vali olmuşsun ama adam olamamışsın, demiş. Adam olmak (adamlık) nasıl bişey?!. Adam o

KÜFRETME

Küfr ile küfretmek ayrı. Küfr, küfretmek, Arapçada örtmek, reddetmek, gizlemek, inkâr etmek; Türkçede sövmek. Sövmenin Arapçadaki karşılığı sebbe (سب). Sövme : Irza, namusa, kutsala kötü, çirkin, aşağılayıcı, ağza alınmayacak sözler söyleme. Kitâb’ta sövme Enam, 108. âyette iki kere geçer.  “Onların Allah’tan başka yalvarıp-yakardıklarına (taptıklarına = tedûne) sövmeyin; onlar da haddi aşarak (adven) bilmeksizin (biğayri ilm) Allah’a söverler. İşte böyle, biz her ümmete yaptıklarını süslü (çekici) gösterdik, sonra onların son varışları Rablerinedir. O, herkese yaptıklarını onlara haber verecektir.” (6/108) Sövme, aynı zamanda sövüleni hafife alma, sövüleni küçük görmedir. Elbet, kişinin kendi inandığı Tanrı büyüktür, kutsaldır, değerlidir; başka tanrılar küçüktür, puttur ve değersizdir ama bu, kişiye onları aşağılama hakkını vermez. Âyet (6/108), saygı duymadığınız, inanmadığınız tanrılara sövmeyin ki, onlara inananlar da sizin inandığınız Tanrı’ya sövmesin; sizin kendi Tanrı’nıza say

İSTESEYDİ...

“İsteseydi, ne biz ne de babalarımız O’na şirk = ortak koşmazdık...” (6/Enam, 148. 16/Nahl, 15.) Aynı/benzer argümanı bugünün müşrikleri de söylüyor.  O’nun ne istediğini onlar mı belirliyor; Tanrı onlar mı, Allah mı?!. Bu beyinsizler, kendi isteklerine (iradelerine) bi başkası müdahale edince hopluyorlar ama kendileri Allah’ ın isteğine (iradesine) müdahale edebiliyorlar. Allah, ne/yi isteyeceğini (irade edeceğini) size mi soracak?!. Bunların bu iddiaları (= argümanları) tutarsız, ama ben, 6/Enam, 107. âyeti ve buna benzer âyetlerin açıklamasını yapayım. “Allah dileseydi, onlar müşrik olmazlardı. Biz Seni onlara bekçi yapmadık; Sen onlara vekil de değilsin.” (6/107) Herkes, kendinden sorumlu; Sen vazifeni yap!. Ben, Seni onlara hakkı tebliğ et de hidâyet bulsunlar diye gönderdim; ama onlar hidâyeti değil, dalâleti tercih ediyorlar; Sen üzülme!... “Allah, kime hidâyet ederse, onu saptıracak yoktur; kimi de dalâlette (sapıklıkta) bırakırsa, onu da hidâyete ulaştıracak yoktur.” (Bknz. 17

ĞÂFİR, 23-30

Bu kısa not, Ğâfir, 23 ilâ 30 arasındaki konuşmaya/diyaloğa değinecek. Ğâfir, diğer adı ile Mü’min Sûresi. Bu sûre, Ğâfir adını 3. âyetin ilk kelimesinden; Mü’min adını da 28. âyetteki Mü’min kuldan alır. O kul, Firavunun bir Bakanıdır, önce imanını gizlemiş; Firavun, Mûsâ (a.s.)’ı öldürmeye karar verince, imanını açığa vurmuştur. Sûrenin 23 ilâ 30. âyetleri, bu duruma işaret eder. Firavunun malî, ilmî (akademik) ve ekonomik danışmanları = Hâman, Kârun (ve Belâm), Mûsâ (a.s.)’ya sihirbaz (madrabaz) ve yalancı derler. (24. âyet) Çünkü Mûsâ’nın dediği olur/gerçekleşirse, konumlarını koruyamayacaklarını bilirler. Ortak kararla, Ona (= O Mûsâ’ya) inananların erkek çocuklarını öldürelim, kadınlarını da sağ bırakalım (kullanalım!.) Biz Onun (= O Mûsâ’nın) bizim dinimizi değiştirmesinden ve ülkemizde “fesat çıkarmasından”!  korkuyoruz. (25-27) derler. Firavun ailesinden (= kabinesinden) olup da imanını gizleyen O adam : Bir adam sırf Rabbim Allah dediği için Onu öldürecek misiniz?!. Ya O doğr

İRADE ve IHTİYAR

İki kelime de aynı şekilde, seçme, seçim yapma = tercih yapma olarak çevriliyor. Yanlış. Arapça’da kelimelerin harfleri, özellikle de kökleri farklı ise, o kelimeler, aynı “anlam ailesinden” olur ama eş anlamlı olmazlar; anlamları farklı olur. Pekiî, bu fark nedir?!. İrade, bir şeyi istemek = arzulamak; ıhtiyar o şeyi yapmaya karar vermek, o şeyi seçmek, tercih etmek. İstenmeyen bişey elbette seçilmez ama her istenen de seçilmez; bazen istek o kadar “güçlü” olmaz ve o istekten vazgeçilebilir. İrade etmeyi, emir verme gibi düşünün; her emir yerine getirilmeyebilir. “ve mâ teşâůne illâ en yeşâéllah... Allah istemedikçe (murad/irade etmedikçe = şâe) siz isteyemezsiniz. Ancak, Allah dilerse, siz dileyebilirsiniz...” (76/30) deki irade/dilek/istek de böyledir. Allah, bizi imtihan etmek (bizi seçmek) için bizim iyilik veya kötülük yapmamızı istemiştir, bu amaçla bize akıl, irade, güç/kuvvet ve kudret vermiştir, ama bizim iyilik veya kötülük yapmamızı O seçmemiş = ıhtiyar etmemiştir; seçim bi

ŞİDDET

Şiddet : Yapılan bir işin/eylemin güçlülük derecesi, etkisi, momenti (?!). Bir eylem, (kendi) kendimize de başkalarına uygulanabilir. İrademin/arzumun şiddeti. Öyle çoook istedim ki Rabbim kısa zamanda nasip etti. Açlığımın şiddeti. Öyle çoook acıktım ki, yemekten başka bişey düşünemez hâle geldim. Öyle çook üzüldüm ki (üzüntümün şiddeti o kadar çook fazla idi ki) iki günde yıkıldım, saçlarım ağardı... Rüzgârın şiddeti. Sesin şiddeti. Çarpışmanın şiddeti... Aile içi şiddet. Fiziksel şiddet. Psikolojik şiddet. Sözel şiddet... Şiddette normal güç ve kapasitenin fazlası kullanılır veya uygulanır; işte bu fazla, kaba, orantısız, dengesiz, sert ve aşırı olarak nitelenir. Normal nedir?!. Norma uygun olan. Normu kim belirler?!. Toplum (insanlar) veya Allah. Ben, bu yazıda bizim kendimize uyguladığımız şiddetten söz edeceğim. Şiddet, şiddete maruz kalanın bedensel, duygusal ve aklî bütünlüğüne zarar verir. Kişi, kendi kendine şiddet uygular mı?!. Uygular. Her türlü aşırılık şiddettir. Çook yem

ŞEDDE

Şedde : Bir harfi iki kere okutan hareke. Rabbe. Cenne. Habbe. Şedde. Hacce. Zerre. Zanne. İnne. Sümme. Cedde/Cidde... gibi. Rabbe (İkinci harfte durursak, Rab) : Sahip. Efendi. Fiil hâli : Rabebe veya Rabbebe. Yetiştirmek. Terbiye etmek. Rubbe : Meyve özü. Cenne (sonuna müennes tésı koyarsak, cennet) : Gizli. İlk harfi esreli okursak, cin, ecinnî. Cinnet : Çıldırmak. Mecnûn : Çıldırmış, delirmiş. Habbe : Tohum. Hub : Sevgi; muhabbet de aynı kök. Hıb : Sevgili. Şedde : Şiddetli/kuvvetli olmak. Bişeyin (harfin) üstüne basmak; o harfi ikilemek (= iki kere okumak); o şeyi, o şeyle sıkıştırmak, bağlamak. Hacce (ikinci harfte durursak hac) : (Birini bir tartışmada) Yenmek. Hüccet : Delil. Zerre : Tane. Taneleri bişeyin üzerine serpme. Zanne : Zan. Sanı. Şüphe. Varsayım. Doksa. İnne : Muhakkak. Genelde fâil olan ismin başına gelir, fâilin yaptığı işe kesinlik verir = “inne-l Allah’e ye’muru bil adl... Allah, kesinlikle adâleti emreder.” gibi. Sümme : Sonra. Önceden söylenen bir sözün üstüne

HİÇ (هيج)

Varlığı ile yokluğu arasında herhangi bir fark olmayan; varsa bile, çook değersiz veya önemsiz olan. Hiç param kalmadı. Bir hiç yüzünden onunla atıştım, onun kalbini kırdım. Ona o kadar nasihat ettim ki, hiç faydası olmadı, o yine bildiğini okudu... Hiç, tasavvufta önemli bir kavramdır. Celâleddin Rûmî : “Bir hiç olmazsan, bütün bu belâlardan kurtulamazsın. (Allah’ı kastederek) Evvel de Sen’sin, Âhir de Sen’sin; bizse, bir hiçiz.” der. Filibeli Ahmet Hilmi’nin meşhur eseri ‘Âmâk-ı Hayâl’indeki yolculuğu, bir “hiçlik” yolculuğudur. ... Sizce, Rabbimiz bizi, “bir hiç olmak” için yaratmış olabilir mi?!. Sanmam. O’na kul olmak, hiç olmak değildir; ama O’na kul olmayanlar, bir hiçtir. Bu kesin. Çünkü, kişilere kimlik ve kişilik (= şahsiyet) veren, onları yaratan, O’dur; kişiler, O’nun mülkünde “bişeydirler”!. O’nun mülkünde, O’nu tanımadan, ben bişeyim (Kralım, Kârun’um, Allâmeyim/Prof’um, şuyum-buyum) demek, hiç bi şey ifâde etmez. Çünkü O, o şeylere (onlara) değer vermez. Bizi hiçlikten k

ĞÂFİL

Etrafında olup-bitenleri göremeyen, yaşananların, yaşadıklarının farkında olmakta zorlanan. Hepimiz, kademeli olarak gâfiliz; kimimiz, gafletinin farkında, kimimiz değil. Din (= İslâm), insanlardaki bu gafleti azaltmak (ve yok etmek) için var.  “Rabbini sabah akşam içten içe, boyun büküp yalvara yakara, derin bir ürpertiyle ve ancak kendin işitebileceğin bir sesle zikret!. Sakın gâfillerden olma!. Şüphesiz ki Rabbinin katındakiler, O’na (Allah’a) kulluk etmekten kibirlenmez; O’nu tesbih eder/yüceltirler ve yalnızca O’nun için = O’na secde ederler.” (7/205-206) Tenezzül Tenezzül de inzâl de, nezele (نزل)’dendir. Kur’an bize, Rabbimiz Allah tarafından inzâl edilmiş (= indirilmiş) bir Kitâb’tır. Rabbimiz, bize bir Kitâb indiriyorsa, bizi önemsiyordur. Ama biz Ona (= O’nun indirdiği Kitâb’a, dolayısıyla da O’na) tenezzül etmiyoruz!. Tenezzülde kibir olmaz. 7/A’raf, 206’da övülen insanlarda, istikbar (= büyüklenme, kibir) bulunmaz; onlar ibâdet ederken büyüklenmezler (= lâ yestekbirûne an ı

ZORUNLU MU?!.

Ne zorunlu mu?!. Biçoook şey. Ekmek. Su. Hava. Ev (Toprak). Elbise... Zorunlu : Olmazsa olmaz olan; olmayınca yaşayamayacağımız şey/ler. Zorunlu olan/lar/a bağlanırız; onunla/onlarla bağımızı (hepten/toptan) koparırsak, ölürüz. Bu kadar çoook şeye bağlı olan biri (= bizler), özgür (= bağımsız) olabilir mi(yiz)?!. Muhtaçlık, özgürlüğü ezer-geçer; muhtaç olan, muhtaç olduğu kişiye (ve şeye) boyun eğer. Gerçek Tanrı hariç, hiç kimse, “ben hiç kimseye ve hiçbir şeye muhtaç değilim’, diyemez.  Buradan/böyle bakınca, bizim için “mutlak özgürlük” hayaldir, ütopyadır. Pekiî, bir çoook şeye bağlı (bağımlı?!) olmak mı, tek bir “şeye”! bağlı (bağımlı) olmak mı iyidir?!. Şöyle de sorayım : Bu kadar çoook şey, bir kişinin emrinde olsa mı iyi, bir çook kişinin emrinde olsa mı iyi?!. Şirk, bu kadar çoook şeyi bir çook kişinin emrine vermek; Tevhîd, bu kadar çoook şeyi BİR TEK KİŞİ’NİN emrine vermektir. Neticede herkes, bilse de bilmese de, B/birine veya bir çook şeye, kişiye bağlı, bağımlıdır. Onu ve

HÜSN-KUBH MESELESİ

İyilik-kötülük (= teodise) meselesi. Bu mesele, çok insanın içinden çıkmakta zorlandığı felsefî-kelamî bir tartışmadır. Oysa mesele gayet açıktır. Nisâ Sûresi 78 ve 79. âyetler, bu meseleyi hâlleder. Önce bu âyetleri verelim, sonra da yorumlayalım. “Her nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş sağlam ve yüksek kaleler içinde bulunun, ölüm mutlaka gelip sizi yakalar. Onlar bir iyiliğe kavuşsalar,  ‘bu, Allah’tandır’ derler. Başlarına bir kötülük gelince de ‘bu, Senin yüzündendir’ derler. De ki : ‘Hepsi Allah’tandır.’ Onlara (= kavme) ne oluyor ki söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar!.” (78) “Sana isabet eden iyilik, Allah’tandır. Sana isabet eden kötülük de kendindendir. Biz, Seni, insanlara Rasul/Elçi olarak gönderdik. Şâhit/tanık olarak Allah kâfî/yeter.” (79) “Sorun”! olarak görülen yer, ‘hepsi Allah’tandır’ kısmı. Oysa burası, Kur'ân bütünlüğü dikkate alınırsa, aslâ bir sorun teşkil etmez. Kur'ân, insanın yeryüzüne imtihan (seçim) için gönderildiğini söyler. İmtihan var

KİM ATTI?!.

Bu yazı, Enfal Sûresi 17. âyet üzerine yapılan (kelâmî?!) bir tartışmaya dayanıyor. Muhatabımın adını veremiyorum; çünkü etik olmaz ama muhatabım bir kelâmcı; bu yazı onun değil, benim kanaatimi (= yorumumu) ifâde ediyor.  Âyet :  “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman, sen (siz) atmadın(ız), Allah attı. Bu, siz Müminleri sınamak için güzel bir imtihan idi (= belâ idi). Allah, işitendir, bilendir.” (8/17) Bu imtihan Bedir’dir; Bedir, Müslümanların müşriklerle ilk savaşıdır. Bedir savaşı kazanılıyor, sonrasında ganimet paylaşımında “sorunlar” yaşanıyor; savaşa katılan Müslümanlardan (Mü’minlerden) bazıları, Efendimizin, elde edilen ganimeti paylaştırmasına itiraz ediyorlar ve Onu üzüyorlar. Allah da onlara : “Onları siz öldürmediniz, Ben öldürdüm; o okları siz atmadınız, Ben attım diyor.” (= ne hakla fazla pay iddiasında bulunuyorsunuz, diyor!!!.) ... Öyle mi gerçekten?!. Öldürme öyle, orada herhangi bir “sorun” yok ama ya ok atma!!. Her atılan ok, adam öldürmeyebilir. A

HÛD, 113 ve 117

“Zâlimlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur. Allah’tan başka bir dostunuz (dostlarınız = evliyâ) olmadığı için (kimseden) yardım göremezsiniz.” Meyletmeyin, diye çevrilen kelime, rükn (ve lâ terkenû). Rükn, direk, destek, dayanak, sütun demek. Meyl ise eğilim, meyelân. Zâlimlere meyletmeyin değil de destek ve dayanak olmayın diye çevrilmeli. Bütün mealler meyletmeyin diye çevirmiş. Rüknün çoğulu erkân; devlet erkânı = devleti yöneten ileri gelenler = sivil-asker bürokrasi. Rükn, aynı sûrenin 80. âyetinde de geçer. Lût (a.s.), kavminin Ona yaptıklarına karşı keşke size karşı güçlü bir dayanağım (= “ilâ ruknin şedîd”) olsa da ona sığınabilseydim, der. Fıkıhta dinin temel hükümlerine erkân-üd dîn denir. Kâbe’nin köşelerine de rükn denir. Rükn-ü yemânî (Yemen tarafını gösteren köşe); rükn-ü ırâkî (Irak tarafını gösteren köşe); rükn-ü garbî (Batı tarafını gösteren köşe); rükn-ü hacer-ül esved (Hacer-ül Esved köşesi) gibi. Kâbe’de (zannımca) direk yok ama köşeler direk vazifesi görüyor.

KELİMELERİN DÜNYASI

Kelimelerin dünyası, dilin dünyasıdır; bu dünya, ‘insanların dünyası’ gibidir. (Exupery’in kitabından esinlenildi) Her dilin, kelime yapısı (grameri) ve kelimelere yüklediği anlam farklıdır. Biz, su deriz; Araplar mâe der, Persler âb der; İngilizler water, der... Bazı dillerin kelimeleri önden ulamalı (eklemeli); bazılarınınki sondan ulamalıdır; bazı dillerde, -- Arapçada olduğu gibi --, sesli harf bulunmaz, onlara sesi (= hareketi) harekeler verir; bizde (Türkçede) ise, 8 sesli (ünlü) harf vardır; sessiz (ünsüz) harflere onlar ses (ün) verir... Bazı dillerde eş-anlamlı kelimeler vardır, bazılarında yoktur, eş-anlamlı gibi görülen kelimeler, aslında yakın (= benzer!) anlamlıdır. Eşlik = eş olmaklık, benzerlik = benzer olmaklık, hele hele de aynılık = aynı olmaklık demek değildir. Anlam benzerliği olan kelimeler, aynı ailedendir ama ailenin her üyesi aynı değildir... İlâh, hele de Allah, kelimesi, hiçbir kelimeye benzemez; O’nun hiçbir kelime (= şey) ile benzerliği yoktur. = “leyse kemi

KUR'AN'I ANLAMA

Anlama, bişeyi anlamadır. Anlaşılacak olan o şey olmadan, anlama gerçekleşmez; bu da, anlayan kişi (= anlayan) ile mümkün. Anlayan kişiye, fâil = anlayan; anlaşılan şeye de (= anlaşılacak olana da) mef’ûl denir; ikisinin kökü de feale (فعل)’dir. Anlamak kelimesi Arapçada : Derake’den idrak etmek; fekaha’den fıkh etmek; alime’den bilmek; arife’den marifet kesbetmek gibi anlamlara da gelir; nazara’dan (= bakmaktan!) nazar etmek; semia’dan işitmek de bi tür anlamaktır. (“Biz, insanı “semîan basîrâ” kıldık.” 76/2) "Onlar, işitmezler, görmezler, fıkhetmezler, hayvanlar gibidirler; belki de daha aşağı = edall." (7/179.) Eğer, anlama, anlayan kişi ile mümkün ise; anlayanın içinde bulunduğu şartlar (= kültür, bilgi birikimi, anlama kapasitesi, vs.) anlamayı etkiler. Bu durum, Kur'ân’ı anlama için de geçerlidir. Kur'ân’ı okuyan, Onu mevcut birikimi ile = içinde bulunduğu imkân ve şartlara göre okur. Herkesin birikimi ve içinde bulunduğu imkân ve şartlar aynı olmadığından, herk

BİLMENİN MÂHİYETİ

Zannımca!, mâhiyet, mâ (ما) ve hiye (هى)’nin birleşimidir. Hiye (هى), Hüve (هو)’nin müennesi; mâ (ما), ne; hüve ve hiye, o demek. Hüve (هو)  sadece O’na mahsus. “Lâ ilâhe illâ Hû (هو).” Sadece O’nun gerçek Hüviyeti var. Bize hüviyetlerimizi de O vermiştir. Mâhiyet, o nedir, nasıl bi şeydir?! anlamındadır. Bizler, şeylerin mâhiyetini bilebiliriz ama O’nun mâhiyetini (= mâHüve’sini/Hüviyetini) bilemeyiz. O’na kul olmazsak bizler de O’nun “yanında” birer “hiye”yiz, “şey”! hükmündeyiz; olursak, O bize de birer hüviyet (= kimlik ve kişilik) verir. ... Her şey, sudan = mâe’den (ماء) yaratılmıştır. “ve cealnâ minel mâi külle şeyin hayy” (21/30). Allah-u A’lem, Allah’a göre yaratma, şeylere sadece hemze (ء) ilâve etme gibi bişey!. Mâhiyet şeylerin bilgisi ise, şeyleri nasıl bilebiliriz?!. Onların ne (= mâ) olduklarına ve nasıl (= keyfe) olduklarına bakarak. (gözlem yaparak!.) Şeyler hakkında önceden gözlem yapanların (önceden onlara bakanların) bize bildirdiklerini dinleyerek ve okuyarak. (= s

SA'Y

Sa’y : • Safâ ile Merve arasında yapılan yürüyüş. • Çalışma, çabalama. Mesaî (مساعى) de çalışma zamanı. Sa’y, Kitâb’ta 30 yerde geçer. Bazı mesailer (sa’yler), boştur, boşunadır; bazıları da teşekkürü hak eder. Gâşiye 3. âyet : “âmiletün nâsibetün” (amelleri nasbedilmiştir, onlar sadece yorgunluk elde ederler) der. Nasab, yorgunluk demektir. (Nasab için Bknz. 35/35), onların eline geçen, sadece yorgunluktur. İsrâ 29. ve İnsan 22. âyetler : “... onların sa’yleri meşkürdür.” (teşekkürü hak eder.) der. Necm 39. ve 40. âyetler : “Her insan çalışmasının (sa’yinin) karşılığını görecektir.” der. Leyl 4. âyet de : “Sizin sa’yleriniz (çalışmalarınız) farklı farklıdır, çeşit çeşittir.” der. ... Kimi mesaisinin karşılığını peşin/hemen (= dünyada) alır; kimi öteye bırakır; kimi de ne kazanacağını bilmez, bilemez. Ben, ne kazanacağını bilmeyenler, bilemeyenler hakkında iki çift kelâm edeceğim. Oyunda da (= oyun oynarken de) kimin kazanacağı, (oyun öncesinde de oyun esnasında da) bilinmez. Oyun

RÜŞT ve MÜRŞİT

Rüşt, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırabilecek olgunluğa (yaşa?!) gelme, akıl baliğ olma. Mürşit, bu özelliklere sahip olmayanlara rehberlik eden, yol gösteren (kişi). Bu kadar çoook insan, kendine bir mürşit arıyor veya bir mürşide bağlanıyorsa, hatta ‘mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır, (= Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.) deniyorsa, bu insanlar, 40-50 yaşlarına gelmiş olmalarına rağmen, hâlâ rüşde erememiş ve çocuk kalmışlar demektir. ... Sorumluluk Dînî dıyla mükellefiyet, teklife muhatap olma. Sorumluluk bireyseldir. Herkes kendinden (kendi yaptığından) sorumludur. Birilerini taklit ederek yaptığımız işler, yarın yanlış çıkarsa, bize senin aklın yok muydu?! denecek.  Efendimiz, kendi kızı Fatımâ’yı bile kurtaramayacak. Ona : ‘Kızım, babanın Peygamberliğine güvenme, nefsini Allah’ın satın almasını sağlayamazsan, Ben senin namına bişey yapamam.’ (Müslim, İman, 89.) demiştir. İsmet sıfatına sahip olan bir kul, kızına bunu söylerken, bizim mürşitler, müritlerin

LÂ HAVLE...

"Lâ Havle ve lâ Quvvete illâ Billah..." Güç ve Quvvet sadece Allah’tan, Allah için... Lâ ve illâ kalıbı, hem nefy hem isbat bildirir.  Allah’ın gücü ve kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur; bütün güç ve kuvvetler O’nundur. Bütün güç ve kuvvetleri, sahiplerine O vermiştir. “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” da böyle/bu kalıptadır. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah’ın ilâhlığından başka bir ilâhlık yoktur, olamaz. İlâhlık taslayanlar, O’nun İlâhlığını gasb ederler. O, gücünü kuvvetini başkalarına verir ama ilâhlığını vermez. İlâhlık, sadece O’na = O’nun Zâtına tahsislidir.  İlâhlık taslayanlar, gücü ve kuvveti de kendilerinin bilirler; ben yaptım, ben ettim, ... derler. Sadece Allah’ı ilâh bilenler, bütün güç ve kuvvet Sen’indir, Sen’dendir, derler. Güçleri ve kuvvetleri azalınca ya da kalmayınca, O’ndan güç ve kuvvet alırlar. (Şarj olurlar.) Nasıl?!. İbâdetler, O’ndan güç almanın yollarıdır. Namaz, insana manevî güç ve kuvvet, Oruç, insana dayanıklılık, Zekât, zindelik, Hacc, birlikt

SAAT KAÇ?!.

Saat : • Zamanı ölçen âlet.  • Kıyamet. Kıyamet anlamındaki saat, zamanın sonu. (45/27.) Saat yaklaştı... = “ikterabet-üs saah...” (54/1.) Saat (ساعة/الساعة) Kitâb’ta 49 kez geçer. Saat, Kitâb’ta bizim kullandığımız anlamıyla da geçer = “saat-en min-en nehâr”; ama bağlam, kıyamet sonrası bizim dünya algımızdır. O zaman, dünyada kalış süremizi, günün bir saati gibi algılayacağız. (10/45) Saat, bize burada verilen sürenin (ecelin) de en küçük parçasıdır. O ecel geldiğinde (ömür sona erdiğinde) bu süre, ne bir saat ileri ne de bir saat geri alınır. (10/49) Bu saatler, nekradır; kıyameti belirten saatler ise ma’rifedir. 30/55’teki saatler, hem nekra hem ma’rifedir; ma’rife olan, kıyameti; nekra olan, eceli ifâde eder.  Muhtemelen buradan hareketle, saat : küçük saat (= insanın ölümü); orta saat (medeniyetlerin ölümü); büyük saat (= kıyamet) olarak gruplandırılmıştır. Çoğu insan, saat dolunca (kıyamet kopunca) ne olacak (?!), sorusu ile ilgilenmez; ilgilenenlerin çoğu da meseleye dehrîl

ZAMAN

Zaman, mekândan ayrı değil. Mekân olmasa, zaman da olmaz. Zaman, mekân içinde; mekân da zaman içinde... Tanrı olmasa, hiçbir şey olmaz. Zaman, hem ân (gün), hem dün (geçmiş), hem de gelecek; mekân, zamanın da mekânı; zaman, mekânın da zamanı. Bizler, zamansız ve mekânsız olamayız, yaşayamayız, düşünemeyiz. Zamansızlık ve mekânsızlık (= ölümsüzlük), sadece Tanrı’ya mahsustur.  Dehrîler, zamana taparlar; bizi yaşatan ve öldüren zamandır, derler. Dehr, kesintisiz akan zaman, demektir. Mekânda olduğu gibi zaman da Tanrı’nın emrindedir, O’nun kuludur; O, onlara emredince, O’na kayıtsız-şartsız itaat edecekler = ölecekler = kıyamet kopacak; sonra O, onları tekrar yaratacak = olun! diyecek... Allah-u A’lem. 

MEKÂN

Mekân, kevn’den, mahal, yer. Kevn, oluş; kün (كن) emrinin mimli mastarı, olan şeylerin (= olanların) bir mekândaki konumu, durumu, bulunuşu, oluşu, onların evi. Olanlar, bulundukları mekâna göre, aşağıda-yukarıda (= üstte-altta), sağda-solda, ... (bütün cihetlerde, yönlerde) olurlar. Yukarı olanlara “yüce = ulvî”, aşağı olanlara “aşağı = süflî” denir. Ama, (tüm olan) şeylerin ulvîlik ve süflîlik derecelerini, sadece bulundukları mekâna göre belirleyemeyiz. Aynı mekânda (yerde) olanlar, birbirlerinden daha ulvî (yüce) ve daha süflî (aşağı) olabilirler. Bir insan, bir sözü veya davranışı ile kendini yüceltirken; öbürü, düşürebilir; oysa ikisi de aynı mekândadır.  Demek ki, ulvîlik ve süflîlik, sadece mekânsal (mekâna bağlı) değil/miş!. Allah, bir mekânda değil ama hep ulvî (= yüce, ulu). “Sübhâne Rabbi-yel Âlâ.” “Sebbih İsme RabbiKe-l A’lâ. = Yüce (A’lâ, Ulvî) Rabbinin İsmini tesbih et! ” (78/1.)  ‘SübhâneKe Allahümme : Sen Sübhânsın, Ey Allah’ım!.’ (Tesbih : Tenzih ve Takdis demek. Sebe

DÜZEN

Düzen düzen deyip duruyor, üstelik bunu din karşılığında da kullanıyorsun; düzenden ne anlıyorsun, bi tarif et!. Edeyim. Düzen : 1) Bizde ve etrafımızda bulunan, görünen-görünmeyen her şeyin işleyişini (devamını) sağlayan planlamadır, bunu kurucu irade yapar. 2) Bu iradenin yaptığı planın somut/görünür hâlidir.  İki husus dikkatinizi çekti umarım. Düzen kurucu irade ve kurduğu düzen. Her düzen kurucu irade, düzgün (işleyen bir) düzen kuramaz ve işletemez. Çoğu düzenler hatalı işler ve o irade, bu hatasını fark edince, düzenin kurallarını değiştirir. Demokratik düzenlerde de yasa kurucu/koyucu irade, ya işleyişe (sosyolojiye) bakar, aksaklıkları görür, ona göre yasalarda tadilât yapar; ya da keyfine göre = despotça bir değişim yapar, düzen kurar. İlkinde, bu iradeyi sosyoloji (toplum) belirler; toplumdaki değişim, yasalarda değişime yol açar; değişim olmuştur; yasa (yasa koyucu irade onun) peşine takılmıştır; belirleyici olan, olan/mevcut durumdur; olması gereken değil. İkincisindeki ir