Kayıtlar

METÂ'

Kitâb’ta türevleri ile birlikte 70 yerde geçer. Kelimenin, faydalanma, yararlanma, geçimlik, azıcık nimet, geçici zevk anlamları vardır. Dünya hayatı kastedildiğinde, kalîl (az) ve gurûr sıfatı ile kullanılır. = “metâun kalîlün” “ve mel hayat-id dünya illâ metâül gurûr.” Fiil hâli temetteâ; geçici eğlenme, kısa süreli zevklenme. Bu, kelimenin dînî kullanımı; bir de sosyolojik kullanımı var. Ben, Walter Benjamin’in kullanımını severim. O, maddî olsun ma’nevî olsun, alınıp-satılabilen her şeye metâ der. Bugün, kültür ürünleri de (= kitap, dergi, kaset, film, vb.); dînî ürünler de (= tesbih, takke, cübbe, cüz, parayla yasin,   cüz ve hatim okuma, umre-hac ticareti, vb.), kadın (ve erkek) bedeni de, hatta ruhu da (kölelik nedir, sizce?!) birer metâya dönüşmüştür = alınıp-satılmakta, ticareti yapılmaktadır. Bu işleri yapanlara (= özellikle ahlâkın ve dinin sırtından ticaret yapanlara) Kitâb, “külû ve temettaû kalîlâ, inneküm mücrimûn.” = Biraz yiyin-için (bakalım, sanki zıkkımlanın der, g

SABIR ve SALÂT

" Yâ eyyühellezîne èmenû-s teînû bi-s sabri ve-s salât...= Ey iman edenler, sabır ve salât ile yardım dilenin/dileyin..." (2/153) Sabra geleceğim. Salât, özelde namaz; genelde iyilikte = Allah’a kullukta ısrardır. “Özel namaz” farz olmadan, “doğal namaz” vardı. Mâûn Sûresindeki “feveylül lil musallîn”, doğal namaza (= salâta) işarettir. Sûre, özel namaz farz kılınmadan indirilmiştir; nitekim orada yerilenler, murâîler (= gösteriş için iyilik yapanlar = yurâûne) ve en küçük bir iyiliği (= yardımı) engelleyenlerdir. Doğal namaz, iyilikte = Allah’a kullukta ısrardır, dedim. Daha sonra farz kılınan, beş vakit kıldığımız özel namaz, doğal namazda ısrarı destekler, güçlendirir. Müslüman, doğal namazı ‘kılarken’ (= Allah için iyilik yaparken, Allah’ın herhangi bir emrini yerine getirirken, çook çeşitli zorluklarla karşı karşıya kalabilir. İşte burada da sabır devreye girer. Örneğin, aile reisi veya hocasınız, iyi bir çocuk yetiştirmek istiyorsunuz ama yetiştirmek istediğiniz çoc

DİLİ NE BELİRLER?!.

Yaşam = hayat. Yaşamın ihtiyaçları. İhtiyaçları ne belirler?!. Zorunluluklar; ama artık ihtiyaçlarımızı da dilimizi de (konuşmamızı da) bizler (= kendimiz) belirlemiyoruz. Bizim neye ihtiyaç duyacağımızı da, ne konuşacağımızı (= ne hakkında konuşacağımızı) da başkaları (= egemen güçler) belirliyorlar. Siz, buna gündem de diyebilirsiniz. Gündemi kim belirliyorsa, dili de (ihtiyaçları da) o belirliyor; çünkü hep o gündem konuşuluyor. Gündem dışı konuşmalar veya konuşanlar, “sıra dışı” (= oyun bozan, anarşist, terörist, bozguncu) ilân ediliyor; öyledir, hep öyle olmuştur, olacaktır da. Kur'ân inerken de = Kur'ân, kendi dilini belirlerken de b/öyle olmuştu. Allah’ın belirleyeceği bir yaşama ihtiyacımız yoksa, Kur'ân’ın yaşadığımız hayatla irtibatı (= bağı, ilişkisi) kopuksa, bizim Kur'ân’ı(n dilini) anlamamız mümkün değildir. Bu durumda Onu, güzel okuma yarışmaları düzenlemek veya “sevap kazanmak”! için okuyabiliriz.

ÖLÜM ve HAYAT

Ö lümü niye önce yazdım?!. Mülk, 2. âyette öyle de ondan. “O (Allah), hanginizin daha güzel amel/iş yapacağını belirlemek (= liyeblüveküm) için ölümü ve hayatı yarattı...” Hayatın yaratılmasını az-çok anlıyoruz da ölümün yaratılması nasıl bişey?!. Meselâ, hayat yaratılınca yaşanıyor da ölüm yaratılınca yaşanmıyor mu = ölünüyor mu?!. Ölünüyorsa ölüm, hayatı öldürmek (= sona erdirmek) için yaratılıyor; sonra da bi işe yaramıyor!. Hayat, ölümle sona eren bişeyse, güzel amel, olsa olsa sadece burada bir işe yarar; çünkü ölüm, hayatı öldürdü ve artık yeniden hayat yok!. Yeniden bir hayatın olması için, ölümün öldürülmesi, hayatın ölmemesi veya devam etmesi gerekiyor!. Bu mümkün mü?!. Fizîken (fenomenal olarak) mümkün görünmese de = herkes bedenen ölüyor, anlayış ve inanış olarak mümkün = ruh ölmüyor, bütün yapıp-etmelerimiz ruhumuza yükleniyor. Böyle bir anlayış ve inanışa sahip olmayanlar, hayatı sadece bura/sı olarak görüyor, burada yaşamaya bakıyorlar ama onların bu yaşantısını ö

KAVRANAMAZ OLAN!.

Kavram, düşüncenin dile dökümüdür. Her düşünce dile gelmez, dökülemez. O düşüncenin dilde (kavramsal) bir karşılığı olmayabilir. Pekiî, o düşünceyi dile dökmek için yeni kavramlar icat edilemez mi?!. Edilebilir tabiî, ama, o kavramlar da yetersiz kalabilir. Bu durum, ilâ nihâye (= sonsuza kadar) sürmez, süremez; sürerse, insan huzurlu (= güvende, emniyette) olamaz. Huzur için, ya “biyerde (= binoktada)” durmalıyız, ya da mevcut/ortak dili terk ederek kendimize “özel bir dil” inşâ etmeliyiz. Bu özel dile “sezgi” (= ilham, esin, işrak, vahiy) deniyor ve bu dil, (tekrar) insanların kullandığı dilin düzeyine indiriliyor. (= inzâl) Dille (= düşünce ile) kavrayamadığımız “metafizik ve gaybî haberler”, özellikle de Tanrı için, sezgi, ilham, esin, işrak veya içe doğuş mekanizmalarımızı (= duyargalarımızı) geliştirmemiz şarttır. Bunun için, dilin = düşüncenin imkânlarını zorlamamız (belki de tüketmemiz) gerekiyor. “İçimizdeki Hazine”!, üstünde fazla moloz yoksa yüzeyde; varsa, derindedi

MEVLİD-İ NEBÎ

Mevlid-i Nebî, Nebî’nin, Efendimizin doğumu… O’nun doğumu, normal bir doğum değil, âlemlere rahmet… Doğumu anlamlı kılan, yaşanan hayattır; O’nun doğumunu da anlamlı ve değerli kılan, O’nun hayatıdır; O’nun hayatı, Kur’ân’dır. O doğmadan önce âlemler ne âlemde idi? Çok gerilere gidemem ama miladî 5. yüzyılda dünyanın, özellikle Arap hinterlandının durumunu genel hatları ile anlatabilirim. O gün, Arabistan’ın kuzey-batısı (Irak, Suriye vb.) Bizans’ın kontrolünde; kuzey-doğusu (İran) Sasâni İmparatorluğunun/Perslerin kontrolünde; güneyinde (Yemen’de) Perslerin desteklediği Himyerî Devleti (115-525) var, o devletin başında da sonradan Yahudî olan ZûNuvas/Yusuf A’sar (ö. M/525.) var, ZûNuvas, Yahudiliği kabul etmeyen Necran Hristiyanlarına; Yemen hükümdarı ve bir Hristiyan olan Ebrehe de Mekke’ye saldırır. O (bu) günkü Yemen’in kuzeyinde, Irak ve Suriye’nin güneyinde, İran’ın güney-batısında, ortada, pagan/putperest Mekke Şehir/Kabile Devleti vardır; Mekke’nin etrafındaki şehirlerd

ÇÜRÜME & FIRSATÇILIK

Her anlamda bir çürüme (kokuşma da diyebiliriz) yaşıyoruz. Toplum çürüyor. = Sosyal/toplumsal, siyasal ve kültürel olarak çürüyoruz. Bunun en bariz göstergesi, ekonomik alanda yaşanıyor; diğer alanlar (siyaset, eğitim, medya, kültür, aile) o kadar bariz değil ama yakında oralardan da kötü kokular almaya başlayacağız. Hepsinin temelinde, ahlâkî çürüme var. Bu çürüme önlenemezse (= tedavî edilemezse), yıkım kaçınılmaz olur. Bu çürümenin ilâcı din. Bu çürüme, laik eğitimle (= dinden uzaklaşma ile) başladı. Bu ülkenin ilk zenginleri (= ilk burjuvaları), I. Dünya ve Kurtuluş Savaşının fırsatçıları. Bunlar, devletle ve yabancılarla iş yapan taşeronlar. Devletin maarif (= Millî Eğitim) politikalarını da, kalkınma politikalarını da şeklini de bunlar belirledi. (= Tevhidî Tedrisât Kanununu bunlar çıkardı, eğitimi dizayn etmesi için John Dewey’i bunlar çağırdı.) Bu eğitim sistemi 100 yılda her alanda fırsatçılar üretti. Bunlar için en kutsal olan şey, en kısa zamanda en çok parayı kazanmak

MÜSLÜMAN BİR CEMAATİN = TOPLUMUN OLUŞUMU

Toplumu oluşturan tek tek fertler, bireylerdir ama toplum (= cemaat), tek tek fertlerin, bireylerin toplamı değildir; böyle bir toplama yığın (= kitle, kütle!) denir. Sağlam bir toplum (= cemaat), sağlam fertlerden veya bireylerden oluşur = kurulur. Pekiî, sağlam fert ya da birey nasıl olur?!. Bikere, bilgili ve şuurlu (= bilinçli) olur. Bilgili ve şuurlu (= bilinçli) olmayan bireylerin bir araya gelmesi yığını oluşturur. Yığındaki birliktelik tesadüfîdir (ânlıktır) ve kişisel menfaate (çıkara) dayanır; çıkar ortadan kalktığında birliktelik de ortadan kalkar. Oysa toplum, uzun süreli bir birlikteliktir ve bu birlikteliği de ortak değerler sağlar. Toplumların değer algısına göre, farklı toplum tipleri olur, oluşur. İslâm toplumunun (= Müslüman toplumun) değerlerini İslâm (= Allah) belirler ve bu değerlerin merkezinde Allah vardır. Bu toplum, Hakk’ı, hakikati ve adâleti hâkim kılmak; zulmü (= haksızlığı, adâletsizliği) ortadan kaldırmak için kurulur. Bu toplumun fertleri (= üyeleri

KIRAAT = OKUMA

G enelde okuma, yazarla konuşmadır. Yazı, yazarı bizden uzaklaşırsa da yazılmış metin (= kitap, makale, vb.) onu bize nisbeten yakınlaştırır; ama hiçbir kitap veya makale, bize yazarı hakkında “kesin bilgi” ver(e)mez. Özeldeki okuma ise, namazdaki okuma/kıraattır; namazın kıraat diye bir rüknü vardır. Namaz kılan Müslüman da kıraat eder = okur. Bu okuma, her ne kadar Kitâb’tan olsa da kitabî değil, hitabîdir; karşımızda “hazır ve nazır bir Muhatap” vardır. Biz O’nunla konuşuruz, O da bizimle konuşur. Biz O’na ilticâ ederek derdimizi anlatırız, O da bize “çözümler” sunar. Namazda okuduğumuz sûreler, O’nun bize hitabıdır; O, “bizim ağzımızdan”! bizimle konuşur; biz de O’nu dinler, “önünde” saygıyla ile eğilir (= rükû’), secde eder, başım-gözüm üstüne deriz. Huzura çıkarken, ne isteyeceğimizi bilmemiz, ma’nen iyi hazırlanmamız (abdest), Huzurda bunu hâlen (duygu ve ruh durumu olarak iyi bir şekilde) dile getirmemiz (= huşû’) ve verilen cevabı iyi anlamamız (= ne okuduğumuzu = bize ney

FECR

Bugün çok erken kalktım. Balkona çıktım ve fecri seyrettim, göğün ve yerin (= göktekilerin ve yerdekilerin) aydınlanmasını (= ışımasını) fark ettim. Dün, Fecr Sûresini okumuş, üzerinde biraz tefekkür etmiştim. Sûrenin ilk dört âyeti yemin. 5. âyetteki hicre, tüm mealler akıl anlamı veriyor. (lizî hicr = akıl sahipleri). Sûre, 14. âyete, hatta sonuna kadar, azgın kavimlerden söz ediyor. Bu kavimlerden biri de ashab-ı hicr, Sâlih (a.s.)’ın kavmi; onlar, kayaları (= hicr, kaya/taş demek) yontarak kendilerine evler yapan bir millet/kavim. 9. âyetteki sahr, sert kaya, sert taş. Ben sûre bütünlüğünü hesaba katarak, 5. âyetteki lizî hicre, akıl sahipleri değil, aklı/yüreği taşlamışlar anlamını vermek, böyle okumak istiyorum. Çünkü, akıl sahipleri için üst-üste dört kez yemin etmeye gerek yok; akıl sahipleri, akıllarını kullanarak, söylenenleri düşünürler, anlarlar. 5. âyet, bu yeminler (bile) o taşlaşmış (donmuş, artık çalışmayan) akıllara tesir etmeyecek mi, şeklinde de okunabilir. Neyse,

ALLAH-U EKBER

Allah’ın Zât’ını “tam olarak” bilemeyiz; O’nu, Esmâ’sı (= Esmâ-ül Hüsnâ’sı) ve Ef’âl’i (= Fiilleri) ile biliriz; Esmâ, hem isim hem sıfattır. Buradaki Esmâ, O’nun Sıfatlarına karşılık olarak kullanılmıştır, Ekber de O’nun bir Sıfatıdır. Günde 400’den fazla “Allah-u Ekber” diyoruz. (40 rekat, 5 vakit namazda 200; tesbihlerde 165; ezanda, 30.) Ne demek istiyoruz; bu büyüklük, nasıl bir büyüklük?!. Fizik büyüklük mü, metafizik büyüklük mü, yoksa ikisi de mi?!. İkisi de. Fizik büyüklüğü, bişeyi başka bişey ile karşılaştırarak yapıyoruz. Şeyler, aynı “zeminde” ise, ‘bu, şundan büyüktür.’, diyoruz. Pekiî Allah’ı hangi “zeminle” karşılaştırarak, “Allah En Büyüktür.” (= Allah-u Ekber) diyoruz?!. Böyle bir “zemin” yok. Zemin yoksa, “yukarı” çıkmalıyız ama yukarı çıkmak için de yine bir zemine yaslanmalıyız. İşte bu, bizi metafiziğe götürür. Şöyle, bişeyi tanımak için, o şeyi tanımlamamız lâzım. Aslında hiçbir şey, efrâdını câmî, ağyârını mânî (= tüm fertlerini, özelliklerini k

SON NEFES

Son nefesin ne zaman olacağı (alınıp-verileceği) belli değil; bir dakika sonra da, bir saat sonra da bir yıl sonra da, ... olabilir. Son nefes, elbet her nefes gibi değerlidir, hatta en değerli nefestir. Alırız, veremeyebiliriz; veririz, alamayabiliriz. (= Ölüm) Nefes, alma ve vermeden oluşur. Alırken, bi sorun olmaz; verirken, veremeyiz; tersi de geçerli. (= verirken, kolay verir; alırken, alamayız.) Son nefesin her nefesten değerli değerli olması, “o ânda”! bizim hakkımızda son kararın verilmesinden. Günde yaklaşık 20-25.000 nefes alıyoruz; bunu ortalama insan ömrü (75) ile çarparsak, 600-650 milyon nefes eder. İnsan, 649 milyon 999 bin 999 nefesi Müslüman olarak alabilir; son bir nefesinde Müslümanlıktan çıkabilir; tersi de geçerlidir. (649 milyon 999 bin 999 nefesi Müslüman olarak almaz; son bir nefesini Müslüman olarak alabilir.) Son nefeste “Eşhedü en Lâ ilâhe illâ-l Allah, ve eşhedü enne Muhammed-en abduHû ve RasûlüHû” diyebilmek için, her nefeste bilinçli “Hû” demek! (n

BU ZAMANDA MÜSLÜMAN KALMAK

Müslüman kalmak, Müslüman olmaktan çook daha değerli hâle geldi. Müslüman olanların çoğu artık Müslüman gibi bir hayat yaşamıyor. Çünkü onların Müslümanlığı “emek verilerek elde edilmiş” bir Müslümanlık değil, “miras alınarak elde edilmiş” bir Müslümanlık. Miras alınarak elde edilmiş Müslümanlık, aynen miras parası gibi çok çabuk harcanıyor; emek verilerek elde edilmiş Müslümanlığın ise kıymeti biliniyor. Çünkü, Müslümanlığını emek verilerek (çile çekerek) elde etmiş biri, biçook şeyi reddetmiş, terk etmiş ve onların çare/çözüm olmadığını test etmiştir. Bu adamın Müslüman kalmasıyla, miras yoluyla Müslüman olan öbür adamın Müslüman kalması aynı olmuyor. Müslüman olmayı hepimiz biliyoruz, Kelime-i Şehâdet getirmek. Müslüman kalmak ise, bu Kelime-i Şehâdet’in gösterdiği istikâmet üzere yaşamak, onu sözden hayata dökmek. Yanlış anlamaya   meydan vermemek için, Müslüman kalmayı biraz açayım. Ebû Hanife, hatta tüm mezhep imamları sözle Kelime-i Şehâdet getiren herkesi Müslüman sayarlar, e

BU ZAMANDA DİNDARLIK

“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek ki, dininin gereklerini yerine getirme konusunda sabırlı/dirençli davranıp Müslümanca yaşayan kimse, avucunda ateş tutan kimse gibi olacak.”   (Tirmizî, Fiten, 73; Ebu Dâvud, Melâhim, 17) . Dinin sabit (= değişmez) değerleri var. En başta gelen değer, tevhîd (= Tek İlâh’ın hâkimiyeti); sonra, ekonomik ve sosyal (= toplumsal ve siyasal) adâlet. Adâleti bozan = ekonomik ve sosyal (= toplumsal ve siyasal) zulme sebep olan da tevhîd’in esnetilmesi ve bozulması. Ekonomik adâletsizliğe, sınır/ilke tanımaz zenginlik (= haksız kazanç) sebep oluyor. Bunu da bugün, büyük ölçüde faiz (= ribâ = رباء ) sağlıyor. Riba, ticaret (= alış-veriş) değil, tefecilik = mal ile değil, para ile para kazanma. Ribâda, alın teri (= emek) de risk de yok; ticarette (= alış-verişte) alın teri (= emek) de risk de var. Riba, rahmetli Ali Şeriatî’ye göre yoksulun canından ve kanından beslenmedir. Bence!, her türlü “kağıt oyunu” (bitcoin, borsa ve tahvil dahil) emeksiz kaza

İLİM/LER

Aslında ilim/bilim, bir bütündür; (= “İlim, bir nokta idi, onu cahiller (= ilimler diye) çoğaltmıştır.” Hz. Ali (r. anh.) Bu çoğaltılan ilim, en temelde : şuhûdî ve gaybî ilimler (= şehâdet ve gayb) diye ikiye ayrılır. Felsefede buna fizik ve metafizik denir. Modern bilim ise buna, doğal (= fen bilimleri) ve insanî (= sosyal) bilimler der. Bu iki bilim arasında bir çok bilim vardır. Matematik, mühendislik, mantık, astronomi, gibi. Doğal (= fen) bilimler : Fizik, Kimya, Biyoloji, Tıp, Coğrafya, vb. İnsanî (= sosyal) bilimler : Dil, Sosyoloji, Psikoloji, Tarih, Antropoloji, Din, vb. Bunlara, duyusal, duygusal ve aklî bilimler de denir. Bu bilimlerin sınıflaması (= tasnifi), geçerli kabul edilen (bilimsel) paradigmaya göre yapılır. Biz, kütüphanecilikte (adı, Bilgi-Belge Yönetimi oldu) iki sınıflama (= tasnif) öğrenmiştik = DOS ve LC. Doğa bilimleri, duyu ve akla (= gözlem ve deneye); insanî bilimler, duygu ve akla (= mahsusât ve ma’kulâta) dayanırlar. Modern bilim, tüm bilimleri matema

AHLÂT

Ahlât, iki şekilde yazılır : اخلاد ve اخلاط. Huld ve Hult =   خلد ve خلط . İlki, ölümsüz, ruh; huld’dan, “hâlidîne fîhâ” = Orada ölümsüz/sonsuzca yaşarlar. İkincisi, karışım; vücuttaki salgılar : kan, balgam, sarı ve kara safra. (ve yaban armudu.) “...ehlede ilel ard...” = Dünyada ebedî kalacağını düşünmek/sanmak!. (7/176) “yehsebü enne mâlehû ehlede/h.” = Malının kendini ebedî kılacağını hesap eder/sanır. (104/3) Ruhun ölümsüzlüğüne (ve bedenin ölümlülüğüne) bir de buradan bakalım!. Dilde, aradaki fark, dal/d (د) ve tı/t (ط)!. Harf okumasına göre!, bedendeki ahlâtların (ط ile) = bedenin; ahlâtâ = huld’de (د ile) dönüşmesi için, de’nin kapanması (= secde etmesi) = “elifle/ا”! buluşması (= دا=   ط) ve dosdoğru olması gerekiyor, gibi (?!). Bu, malla (= mal biriktirmekle) ve dünyaya dalmakla/saplanmakla olacak bişey değil. Allah-u A’lem. Not : Kelimelerdeki göstergeleri = harfleri (fenom/en/leri; fenom, en küçük ses birimi, harf) okudum, yanılmış olabilirim.

TEHIYYÂT

Tehıyyâtın kökü, hayat; tefa’ûl babından. Fikir, tefekkür; ilim, teallüm; kelâm, tekellüm; zikir, tezekkür; ...gibi. Tehıyyât, kıyam, kıraat, rükû’, secde (= sücûd) gibi namazın rükünlerinden. Kıyam, kıraat, rükû’ ve secdeyi (= sücûdu) hayatın zorluklarına = meşakkatlerine benzetirsek (namaz, müslümanın hayatının provasıdır.); tehıyyâtı da hayatın kolaylıklarına benzetebiliriz. Kıyam, H/hakkı-hakikati ayağa kaldırış; kıraat, hayatta ne yapacağımızın tekrarı; rükû’ ve secdeler (= sücûd), sadece Rabbin Huzurunda eğiliş ve kendini mahvediş; tehıyyât da dinleniş. Tehıyyâtta, gerçek hayatın Allah’a ait olduğunu söyleriz = “et-tehıyyât-ü lillâh...”. Zikir, hatırlama; tezekkür, hatırlatma. Hayy, hayat; tehıyyât, hayatın farkına varma, esenlikli, ‘gerçek’ hayat. Kitâb’ta tehıyyât ile selâm birlikte, (Yunus, 10. İbrâhim, 23. Ahzab, 44.) üç yerde, “tehıyyât-ühüm fihâ selâm” şeklinde geçer. Anlamı : Onların birbirlerine esenlik dilekleri (iltifatları) selâmdır. Yâsin, 58. âyetteki selâm da

NEŞE

Neş’e. Neşve. Fékihe. Seâde/t. Mutluluk. Sevinç. ‘Yeniden doğmuş gibi oldum.’ (= neş’et) sözünde de, neşe vardır. ‘Bugün çok neşelisin.’ (sevinçlisin), hayrola!. Bugün ben de neşeliyim. Çünkü, yeni bir kelime keşfettim, sizinle paylaşmak istiyorum; o kelime fékihe. Yasin 5. sayfa, 55 ve 57. âyetlerde; Kur'ân'ın tamamında 19 yerde geçiyor. 55. âyetteki anlamı, eğlenme, neşelenme; 57. âyetteki anlamı, meyve. Duhan, 27; Tur, 18; Mutaffifîn, 31’deki anlamı da eğlenme, neşelenme, zevk-ü sefâ sürme. Diğer yerdeki anlamı, her türlü/çeşit meyve. Birine meyve ikram ediliyorsa, o adam, ağırlanan bir adamdır. Âyetlerden ne anladığımı sizlerle paylaşıyorum. Cennet ashabı “o gün” eğlenceli (neşeli) bir meşguliyet içindedir. Kendilerine keyif (neşe) veren işlerle meşguller. Yaptıkları her iş onları hoşnut (memnun, mutlu) eder, hiiç sıkılmazlar. Her yaptıkları iş, onlara neşe, huzur ve mutluluk verir. Yaptıkları her işten zevk alırlar... bunlara benzer, başka cümleler yazabiliriz, ö

HAK-BÂTIL MÜCADELESİ

Bu mücadelenin insanla (= bizimle) ilişkisine değineceğim. Mücadele, cehd = cihat. Cihat, ikiye ayrılır : Büyük cihat. Küçük cihat. Bu mücadeleyi insan yapar. Küçük cihat, dış güçlerle; büyük cihat, iç güçlerle yapılır. Kişi, büyük cihadı (= kişi, kendi içindeki cihadı) kazanamazsa, küçük cihada (= dış cihada) gönüllü olmaz. Efendimiz, Tebük Seferinden döndüğünde, ashabına : “küçük cihattan büyük cihada döndük.”, demişti. Büyük cihat, nefisle olan cihattır. Nefsin, totalda iyi ve kötü (= taqvâ ve fücur) olmak üzere iki gücü vardır. Tasavvuf, bu güçleri nefsi emmâre, levvâme, mülhime, mutmainne, râziye, marziye ve kâmile şeklinde sistemleştirir. Felsefede bunlar, nefsi şehvanî, nefsi gadabî ve nefsi nâtıka veya nebâtî, hayvanî ve insanî/aklî nefsdir. Veya, arzu gücü, hayal gücü, akıl (= düşünme) gücü... Bunların hepsi güçtür; Nietzsche, bunlara istenç = güç istenci der. Nietzsche’in Üstinsanı (= Ubermensch’ı = Süpermeni = Süper insanı = fevkalbeşeri), gücünün doruğuna ulaşan (=

UTANMAK

Biraz duygu. Duygular, bizim içimizdeki, derinliğimizdeki gizli hâller; bu hâller : endişelenme, korkma, sevinme, çekinme, utanma, heyecanlanma, incinme, tiksinme, vb. şekillerde dışa (yüzümüze) vurur. Duyguların çoğu, sosyal; birazı, bireysel; hepsi tepkiseldir. (Etki-tepki sonucu oluşurlar.) Sosyal duygular, sosyal normlara aykırı davrandığımızda açığa çıkarlar. Bireysel (kendiliğinden açığa çıkan) duygular, özdenetim/öz eleştiri ile (= iç muhasebe ile) kendini belli eder. Ayrıca Mü’min kişinin, Rabbi karşısındaki duygularını da hesaba katmalı, unutmamalıyız. Duygular : 1) Başkasından, başkalarından. 2) Kişinin kendinden. Ve 3) Kişinin Rabbi karşısındaki hâlinden kaynaklanabilir. Bu üç hâli, utanma duygusu bağlamında analiz etmeyi deneyeceğim. ‘Allah’tan korkmuyorsan, kuldan utan!.’ sözü, sosyal norma (başkalarına, ortak karara) dayanır. Biri bize insanî açıdan bir iyilik (yardım) yapmışsa, ona kötülük yapamayız; fıtratımız bozulmamış ve yapmışsak, utanırız. Oysa o iyil

HÜSRÂN

Hüsrân : Zarar-ziyan, kayıp, kötü sonuç. Çalışıp-çabalayıp, sonunda büyük kayıp, hayal kırıklığı ve üzüntü ile karşılaşmak. Zıddı, felâh/kurtuluş, rahatlık, mutluluk, huzur, kâr. Her (dînî) kavram, ikili (mesânî) yapısı ile anlamlıdır. İman olmadan küfür; iyilik olmadan kötülük; hüsrân (zarar-ziyan, kayıp, iflâs) olmadan mutluluk (kâr, kazanç) anlaşılamaz. ... Bazıları burada, bazıları ötede; bazıları da her iki yerde (= dünya ve âhirette) mutlu olur; bazıları burada, bazıları ötede; bazıları da her iki yerde (= dünya ve âhirette) de hüsrâna uğrar. Burada mutlu olanlar, bütün güzellikleri (nimetleri) burada tüketenler, öteyi düşünmeyenlerdir. Ötede mutlu olanlar, burada nisbî sıkıntılar çekenler ama isyan etmeyerek burayı “geçici” görüp sabredenlerdir. Hem burada hem ötede mutlu olanlar, buradaki güzelliklerin “bir kısmını” öteye saklayanlar, transfer edenler = iyi/sâlih amel işleyenlerdir. ... Burada hüsrâna uğrayanlar, burada (= bu geçici dünyada) çabalarının (çalışma