YAKINMA
Şikâyet etme. Şikâyet, başa gelen bir zarardan veya zulümden dolayı olur. Bu zararı veya zulmü ortadan kaldırabilecek bir “üst mercî” varsa, durum ona arz edilir, buna da şikâyet denir. Vazifesini yapmayan memur, âmirine şikâyet edilir; âmir, kime şikâyet edilir?!.
Herkes, vazifesini gereği gibi (tam) yapıyor mu?!.
Bence, kimse (tam) yapmıyor, savsaklıyor.
Namaz, bir vazife ise; kim “tam namaz” kılabiliyor?!.
Namazını tam kılamayanı Allah’a nasıl şikâyet edebiliriz; kendimiz tam kılabiliyor muyuz ki?!.
Bu durum, sadece namaz için değil, tüm vazifeler için geçerli.
Tüm yaşanan (olumsuz) durumlar (= haksızlık ve zulümler), Rabbimiz tarafından bilinmiyor mu; ayrıca bir şikâyete gerek var mı?!.
Şöyle var. Toplu yaşam, işbirliğine ve görev dağılımına dayalıdır. Toplumda (devlette) işler, hiyerarşik bir yapıda, görev/iş bölümü ile yürütülür; herkesin görevi/işi bellidir, tanımlanmıştır. Herhangi bir noktada aksayan işler, bütün zinciri (yapıyı, toplumu) etkiler ve zararlar ortaya çıkar. Bu zararların sürekli veya kalıcı olmaması için, sorumlu âmirlerin olaya müdahalesi şarttır; âmirler uyuyorlarsa, zarar görenlerin âmirleri uyarması, zarara yol açan memurları âmire şikâyet etmesi gereklidir.
Zarar (zulüm) ortaya çıkmadan, şikâyet olmaz. Zarar (zulüm) ortaya çıkmadan yapılacak şikâyeti, ancak önceden zararın (zulmün) ortaya çıkacağını bilen (tahmin eden!) biri yapabilir. Böyle birine ferâsetli (= ferâset sahibi) denir. Bu kişi, şikâyet mercîlerinin (sorumlu kişilerin) aymazlığını da biliyorsa, işi Bilen’e havale eder, susar.
Bilmek, kişiye sorumluluk (vebal) yükler, ama sorumluluk sahibi kişiler de aymazlık içindelerse (= sistem çürümüşse), zarar (= zulüm, haksızlık) yaygınlaşır; bilenler ve zarar görenler acı çekmeye devam ederler.
İşte o zaman, bilenin canı yananlarla (= zarara, zulme, haksızlığa uğrayanlarla = müstez’aflarla, acı çekenlerle) beraber olması şarttır.
Müstez’aflarların (= zayıf bırakılmışların, zulme uğrayanların) yanında, zalimlerin karşısında durmayan bilen (= âlim); ya susarak zalimlerin safında/yanında yer alır, ya da bilgisine (= ilmine) ihânet eder.
Bile bile suskunluk, ya hâinliktir; ya da o bilgi dolayımıyla, kişisel menfaat elde etmek = bilgiyi satmaktır. “Haksızlık karşısında susan, dilsiz şeytandır.” Şeytanlar, yanlış hesap yaparlar, değerli olanı değersizle takas ederler, insanlara bunu telkin ederek, kendilerini de kandırdıkları insanları da zarara/ziyana uğratırlar.
Sağlam diye tuttuğumuz, güvendiğimiz herkes (ve her şey), elimize geliyorsa, kime yakınacağız; kimi, kime şikâyet edeceğiz?!. İşte o zaman, böyle bi zaman; bu zamanda yakınmamız, yakarma olacak ve Rabbimizden yeni imkânlar dileneceğiz. (= talep edeceğiz.)
Mü’mine umutsuzluk yakışmaz. Umudun başı da duâdır; duâ bize yeni kapılar açacak inşallah.
Birilerini şikâyet etmeden önce, biz kendi vazifemizi yapalım ve Rabbimizden imkân ve güç dilenelim. Yakınma (= şikâyet) kolay; zor olan samimiyet ve ciddiyet.
Cumhuriyet ilân edildiğinde (29 Ekim 1923’de) İstanbul’lu sakallı Celal : ‘Meşrutiyet ilân ettik; Cumhuriyet ilân ettik; bir de = biraz da samimiyet ve ciddiyet ilân mı etsek’ acaba (?!), mealinde bir söz söylemişti.
Yakınmaların sonu gelmez; bu akıl, mükemmel nedir, onu da bilmez; ama yine de şikâyet etmeye devam eder. En iyisi mi biz, samimiyet ve ciddiyetle Rabbimize yakaralım, önce kendi hâlimize bakalım = kendimizi düzeltelim, kendi üzerimize düşen vazifeleri hakkı ile yapmaya gayret edelim; sonra da birilerini birilerine şikâyet edelim.
Bilen Bir’ine şikâyete (= yakınmaya) gerek yok; O’na samimiyet ve ciddiyetle yakarmak gerekiyor.
Yorumlar
Yorum Gönder