Kayıtlar

Şubat, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

HÜR = ÖZGÜR

Kelimenin kökü  harre (= حر), hür; hürriyet, tahrir, muharrir, harîr, teharrî de aynı kök. Harre, sıcak. Hür, özgür. Hürriyet, özgürlük. Tahrir, köle ve cariyeyi özgür kılma, azat etme. Muharrir, yazar, editör. Harîr, ipek. Teharrî, araştırma. Bu kelimeleri birbiri ile ilişkilendirelim ve ortak (bileşim) noktalarını bulalım. Hür olmak (= hürriyet, özgürlük) ve bir köleyi hürriyetine, özgürlüğüne kavuşturmak kolay değildir; bir nevî yüksek sıcağa (= hararete, zorluğa) dayanabilmek, sabredebilmektir.  Muharrir (= yazar), hür adamdır; okuyucularını hürriyete, özgürlüğe kavuşmak için çalışır, yazar-çizer. Teharrî (= araştırma, çalışıp-çabalama) olmadan, muharrir (= yazar) ve hür olunmaz. Hür adam, ipek (elbise giymiş) gibi bir adamdır. İpek, parlak, yumuşak ve dayanıklıdır. Çabuk kurur, vücudu da iyi korur.  Hürün (= özgürün) karşıtı (= zıddı) köledir. ... İmrân’ın karısı Hanne, Hz. Meryem’e hamile kaldığında, Rabbine : “karnımdakini hür (= özgür) olarak (= muharraran) Sana a...

BUGÜN 28 ŞUBAT

28 yıl önce bugün, 28 Şubat 1997’de TSK, Medya ve bazı STK destekli gruplarla post-modern bir darbe yaptı.  Darbenin gerekçesi, irticâ (= gericilik) idi. Erbakan, Başbakanlığı bırakmak ve (“terleyerek”!) kendini savunmak zorunda kaldı. Ve “irticâ”!, 28 Kasım 2002’de iktidar oldu; 22-23 yıldır da iktidarda.  16 Şubat 1999’da Öcalan, Kenya’dan Türkiye’ye getirildi ve PKK’ya silah bırakma “emri” verdi.  14 Temmuz 2004’de, 5218 sayılı kanundan idam cezası çıkarıldı. (idam kaldırıldı.) Öcalan, Şubat 1999’dan beri 26 yıldır İmralı’da; 26 yıl sonra, 27 Şubat 2025’de, yeniden PKK’ya silah bırakma “emri” verdi.  Bakalım, bu sefer n’olacak!. ... Erbakan, 27 Şubat 2011’de Rahmet-i Rahmân’a kavuştu. 14 yıldır aramızda değil. Adı, ‘Savunan Adam’ olarak tarihe geçti. ... Bu akşam, Teravih namazı kılınacak, gece sahura kalkılacak.  ... Bizler de bu Ramazan, iç dünyamızda = duygu ve düşüncelerimizde bir “darbe”! yapalım. Farkındayım, kopuk kopuk yazdım; boşlukları siz doldurun....

İMSAK ve İFTAR

Oruç, imsak ve iftardır. İmsakın kökü, NSK (= نسك), nüsk. Nüsük, ibâdet ve taat üzre yaşanan bir hayat, züht ve hacdaki kurbanın adı.  Mensek, çoğulu menâsik de aynı kök. Menâsik, ibâdet yapma, Allah’a tapma şekilleri, ritüeller. (Bknz. 2/128.) İmsak, tutmak.  Neyi?!. İstenmeyen (= süflî, şeytanî) arzuları.  Pekiî, normal yeme-içme ve cinsî münasebet, istenmeyen (= süflî, şeytanî) arzulardan mıdır ki, oruç emredilmiştir?!.  Önce, tüm arzuları belli bir süreliğine kontrol (= terbiye) etmek; sonra da, aralarından istenmeyen (= süflî, şeytanî) arzuları seçmek gerekir; yoksa hayat devam edemez. Oruç, bir ömür, istenmeyen (= süflî, şeytanî) arzuları tutmak; istenen (= insanî, islâmî) arzuları açmak (= iftar) içindir. Ramazan boyunca bir ay, tüm arzular kontrol (= terbiye, ıslâh) edilir, ve on bir aya (= tüm seneye) teşmîl edilir. Rabbe kulluk, arzuların kontrol (= terbiye, ıslâh) edilmesidir. Sizce Rabbe kulluk, bir ayla (= Ramazan’la) sınırlı olabilir mi?!. Bir ay Allah’...

NEYİMİZE GÜVENİYORUZ?!.

Neyimize güveniyoruz?!. • Gençliğimize mi? • Maaşımıza mı? • Çoluk-çocuğumuza (= evlâd-u iyâlimize) mi, aşiretimize? • Devletimize mi? • Zenginliğimize, malımıza, servetimize mi? Neye?!. Gençlik elden gidiyo; ihtiyarlık geliyo... Maaşlar bitiyo, yetmiyo; yetse bile para ile saadet olmuyo... Çoluk-çocuğumuz bizi terk ediyo; mecburen herkes kendine bi hayat kuruyo. Aşiretimiz dağılıyo... Hiçbir devlet ile-l ebed (= ebedî) yaşamıyo; biri yıkılyo, öbürü kuruluyo.  Maddî zenginlik ve servet (= mal, para-pul), yeri geliyo dert oluyo, yeri geliyo kuvvet oluyo; ama aslâ ihtiyarlığa ve ölüme çare olmuyo. Servet, kişiyi belki ölüme kadar paşa gibi yaşatabiliyo; ama ölünce, sanki! ölen için de kalanlar için de büyük kargaşa veya karmaşaya sebep oluyo... Servetlerine güvenenler, eğer bu servetlerini ölümlerinin sonrasına transfer edememişlerse, ‘nereden buldun yasasına’ takılacaklar ve zindanlara tıkılacaklar.  Hâsıl-ı kelâm, hiçbir şey bizi ölmekten ve hesap vermekten kurtarama...

ÜZÜLMEK & SEVİNMEK

Ya da Ağlamak & Gülmek. Hayatta bi çook şeye üzülür (= ağlar); bi çook şeye seviniriz. (= güleriz.) Hayatın başlangıcında (= doğarken) ağlarız; ölürken (= ölünce), ???. Ölürken/ölünce, dünyadaki yakınlarımız ve dostlarımız ağlar (= üzülür); eğer biz de ağlıyorsak (= üzülüyorsak), işimiz harap!; biz gülüyorsak (= seviniyorsak), dünyadaki yakınlarımızın ve dostlarımızın ağlaması önemli değil; âhiretteki yakınlarımız ve dostlarımız gülüyor, seviniyor, bayram ediyordur. “Kim Allah’a ve Rasulüne itaat ederse işte onlar, Allah’ın kendilerine nimet verdiği, Nebiler, Sıddıklar, Şâhitler (= Şehîtler) ve Sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel (= ne iyi) arkadaştırlar = refîkdirler!.” (4/69.) Rızâ-i Bârî/Rızâ-i İlâhî hariç, Nebiler, Sıddıklar, Şâhitler (= Şehîtler) ve Sâlihlerle arkadaş olmaktan daha büyük sevinç var mıdır?!. Büyük üzüntü ise, Rızâ-i Bârî’den/Rızâ-i İlâhî’den, Nebiler, Sıddıklar, Şâhitler (= Şehîtler) ve Sâlihlerle arkadaşlıktan mahrumiyet ve ebedî azap (= cehennem) değil m...

AŞK

En güçlü, en şiddetli, çook büyük Sevgi. Aklı baştan alan tutku!. En güçlü, en şiddetli, en büyük Sevgi, EN GÜÇLÜ, EN BÜYÜK, EN SEVGİLİ OLAN’adır. Kimdir bu EN GÜÇLÜ, EN BÜYÜK, EN SEVGİLİ?!. Tabiî ki de ALLAH. Öyleyse, Allah’a duyduğumuz sevgi, diğerlerine duyduğumuz sevginin çook üstünde; diğerlerine duyduğumuz sevgi, Allah’a duyduğumuz sevginin çook altında olmalıdır. “Bazı insanlar, Allah’ın yanı sıra başka varlıkları O’na (= Allah’a) denk tutarlar ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah’ı sevmeleri (= Allah sevgisi), her türlü sevgiden çook üstündür. (= eşeddü hubben lillah)...” (2/165.) ... Âşık, mâşukuna (= âşık olduğu kişiye) kavuşunca : ya aşkı sona erer (= vuslat, aşkı öldürür.), ve âşığa : ‘âşık olduğum kişi bu muymuş?!.’ dedirtir; ya da âşık kişi, âşık olduğu kişide yok (= helâq) olur. ... Rahmân ve Rahîm Olan Rabbimiz, bizim yok (= helâq) olmamızı istemiyor, yok olmamamız için “vuslata” (= vahdet-i vücuda) rıza göstermiyor; ama “geçici” olarak hepimizi h...

HEPSİ ALLAH'TAN.

“Nerede olursanız olun, sağlam kalelerde de olsanız, ölüm gelir sizi bulur. Onlara bir iyilik isabet etse, ‘bu Allah’tandır.’ derler. Bir kötülük isabet etse, ‘bu senin yüzündendir.’ derler. De ki : “Hepsi Allah’tandır.” Bu halka ne oluyor da söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar!.” (4/78.) İyilik Allah’tan; kötülük bizden (= senden, benden, ondan) mi?!; yoo hepsi Allah’tan. Kötülüğü kontrol edemeyen, kötülüğe hâkim olamayan bir güç, El-İlâh (= Allah) olamaz. Ama Allah, hiç kimsenin başına bir kötülük gelsin, istemez.  Bizim başımıza gelen kötülükler, biz istediğimiz içindir. Kötüler, kötüyü (kötülüğü) iyi bi şey zannederler, kötü (kötülük) onlara cazip gelir. İnsanın başına bir musibet (kötülük) geldiğinde = o kötülüğün acısını hissettiğinde Rabbine yalvarır : ‘Ya Rabbi yardım et, bu belâyı benden def et!’, der; rahata erdiğinde, Rabbine duâ ettiğini, yalvardığını (= Rabbini) unutur. (Bknz. 39/8.) Rab için (= Rabbe göre) en büyük kötülük, Kendisine ortak koşulmasıdır = şirktir. Rab...

HUŞÛ' = (= خشوع)

Saygı içeren korku; korku içeren saygı. Derîn saygı, ürpertili ve endişeli korku. Haşyet. Samîmîyet. Ciddiyet. Hâlis niyet. Tevâzu. Titreme. Aklımıza ilk gelen yer, namaz, namazdaki huşû’. “kad efleha-l mü’minûn; ellezîne hüm an salâtihim hâşiûn” = Namazlarını (= salâtlarını) huşû’ ile edâ/ikâme eden Mü’minler, kesinlikle felâha (= kurtuluşa) ermişlerdir.  (23/1-2.) Namazda huşû’ olursa, hayatta da olur. Çünkü namaz, hayatın provasıdır. Namazda, Kendisine kulluk ettiğimiz (= tapındığımız) Allah, hayatımızda da bizim Kendisine kul olmamızı, samîmî davranmamızı, sadece Kendisinden korkup-sakınmamızı ve sadece Kendisini ilâh olarak görmemizi istiyor. Bizler, herhangi bir işi = görevi, vazifeyi, Rabbimize karşı korku, saygı, titreme ve ürperme hâllerinin tümü ile dolu bir şekilde yaparsak; şımarmazsak, laubâli davranmazsak, acaba işimde = görevimde = vazifemde bir eksik/bir noksan = bir hata/bir kusur oldu mu, kaldı mı?! diye “endişe”! içinde olursak; kendimize ve yaptığımız işe değil ...

KAPASİTE

Fiilî, fiziksel ve aklî kapasiteden söz ediyorum. Fiilî ve fiziksel kapasiteye, istiâp/istiâb haddi de denir; bu kapasite, aşağı-yukarı herkeste eşittir ama kişilerin taşıyabileceği (kaldırabileceği) duygusal ve aklî “yük”! miktarı herkeste eşit değildir. Her aracın taşıyabileceği (kaldırabileceği) yolcu ve yük miktarı aynı olmadığı gibi, her kişinin taşıyabileceği (kaldırabileceği) duygusal ve aklî kapasite de aynı değildir. Ama ben, her kişinin taşıyabileceği (kaldırabileceği = anlayabileceği) aklî kapasite ‘aynı imiş gibi’ yazıyorum. Bu yüzden de yazdıklarımı herkes aynı şekilde anlayamıyor, kavrayamıyor. Ne yapmalıyım, ne yapılmalı?!. Herkesin kapasitesine (= anlayışına, kavrayışına) göre “şerbet”! verilmeli (= konuşulmalı, yazılmalı), ama bunu nasıl yapmalı?!. Muhataplarla yakın, sıcak ve samîmî ilişkiler kurulmalı. Bu da sohbet ve “cemaat” demek. Sahabi/sahabe, yakın, sıcak ve samîmî sohbet edenler, ve aynı amaç/gaye için gayret edenlerden oluşan bir cemaatti. Bu cemaat, bugünün ...

BİLGİMİZE NASIL GÜVENEBİLİRİZ?!.

Nasılın yerine ne kadar veya nereye kadar da koyabiliriz. (= Bilgimize ne kadar, nereye kadar güvenebiliriz?!.) Bilgimiz, aklımızın bir ürünü (= fonksiyonu) ise, bu soru, aklımıza ne kadar, nereye kadar güvenebiliriz?!. şeklinde de sorulabilir. Bu akıl (bilgi), kolektif akıl (bilgi) bile olsa. Bilme, bişeyi veya birini bilmedir; kendini ve Rabbini bilme de buna (= bu bilmeye) dâhildir.  Bilme, aynı zamanda olası bir tehlikeden (tehlikelerden) korunmadır.  En büyük tehlike nedir?!. Cehennem!. Akıl (= bilgi) bizi cehennemden  koruyabilir mi?!. Vahiyden kopuk akıl, cehennemi bilemez ki!. Cehennemi bize haber veren (= bildiren), vahiydir = ilâhî bilgidir. Elbet burada da cehennemî durumlarla (= hâllerle, olaylarla) karşılaşıyoruz, ama bunlar, asıl cehennemle mukayese/kıyas dâhi edilemez. Akıl, kıyas (tümevarım ve tümdengelim) yoluyla çalışır. Kıyas, bir mantık = akıl yürütme aracı/âletidir ve kıyasın büyüğü de küçüğü de olur. Bu, aynı zamanda bizim akıl yürütme çapımızı da gö...

BEYÂN

Beyyine, çoğulu beyyinât. Kelimenin kökü, beyne. Sıfat hâli mübîn; fiil hâli, beyyene, yübeyyinü. Beyanât (ve beyân), açıklama, demeç; beyyine, açık delil, hüccet, kanıt. Bizdeki (= dilimizdeki) beyin de Allah-u A’lem, buradan esinli. Beyinsiz beyân, olmaz; olursa, beyyine, beyanât niteliği taşımaz. Beyne, arasında demek. Ne, neyin arasında?!. Bu, “baktığımız yere ve aradığımız şeye” ve araya/aralığa göre değişir. Baktığımız yer, burası (= bu dünya); aradığımız şey ise, hakikat. Buradan (= bu dünyadan) bakarsak, hakikat, bizimle aradığımız “O/o şey”! arasında; öteden (= öte dünyadan) bakarsak da aynı. Hakikat nedir?!. Bizi Hakk’a götüren her şeydir. Hakk nedir = kimdir?!. Allah. Allah ile = Hakk ile bizim aramızda beyyineler (= deliller, burhanlar, hüccetler), beyânlar (= sözler, açıklamalar, âyetler, işaretler), hakikatler var. Bizler, onlar (= beyyine, beyân ve hakikatler) yoluyla O’nu bilebiliyor, tanıyabiliyoruz. O, bize Kendini “doğrudan, bizzat” göstermiyor, bildirmiyor!. Ötede b...

RAMAZAN GELDİ!...

Ramazan, oruç ayı. Oruç, arzularımızı gemleme (= dizginleme) ve onları Allah’ın arzularına (= iradesine) uydurma. Oruçta, yeme-içme ve cinsî münasebet “sınırlanıyor”. Yeme-içme, midenin isteği (= arzusu); cinsî münasebet, şehvetin. Şehvet, iştahı da kapsar; iştahımız, bi şeyler yiyip-içmek ister, ve oruçla ona dur! deriz. Oruç, iştah (ve irade) kontrolüdür; iştah da (irade de) bir arzudur. Oruçta, helâl (= temiz) arzular bile, belli süreliğine/sürede kontrol, test edilir. Bir ay boyunca kişi kendini rektefe eder. (Rektefe, aşınmış ve bozulmuş “parçaların” fabrika ayarlarına (= fıtrata, yaratılışa) uygun hâle getirilmesidir.) Ya haram (= yasak, şeytanî) arzular?!. Sadece midemiz mi iştah (= arzu) duyar?!. Aklımız, kalbimiz, gözümüz, kulağımız, elimiz, ayağımız, hâsılı tüm organlarımızın iştahı (= arzusu) yok mudur?!. Elbette vardır. Öyleyse, aklımıza, kalbimize, gözümüze, kulağımıza, elimize, ayağımıza da oruç tutturmalıyız. Yani, kötü düşünmemeli; duygularımızı terbiye etmeli; harama b...

VEYL

Veyl : Yazıklar olsun!. Vâyevlâ : Çığlık, feryat, yaygara. Kelime, Hümeze, 1. âyet; Mâûn, 4. âyette geçer. Hümeze’deki veyl, hümeze ve lümeze sahiplerine (= arkadan çekiştiren = dedi-kodu ve iftira eden/atan; kaş-göz işaretleri ile alay) eden kişiler için, ki bunlar, “şımarık” insanlardır, onların bu şımarıklığı da zenginliklerinden = mal toplayıp yığmalarından, malları ile ebedî yaşayacaklarını sanmalarındandır. Mâûn’daki veyl de, gösteri/ş için namaz kılanlaradır; bunlar, namazın ne olduğunu, kılana nasıl bir görev ve sorumluluk yüklediğini bilmeyen = yetimi itip-kakan (= hor, aşağı ve zayıf gören), yoksulu doyurmayan, fakire-fukaraya en küçük bir yardımda dâhi bulunmayanlaradır. Bu tipleri bilirsiniz. Bunlar, sahip oldukları ile övünen, kendini üstün görerek böbürlenen, ona-buna çaka/tafra satan ve hava atan tiplerdir. Bunların sahip olduklarının tamamı havadır; bunların içleri boştur, havayla doludur. Gerçekte bunlar, “hafif” adamlardır; ama biz bunları “bişey” (= “ağır adamlar”!) ...

PİSLİK

Rics. Necis = Necaset. Hades. “Ey iman edenler!. Hamr (= alkol), kumar, dikili taşlar ve şans oyunları şeytan işi birer pisliktir (= rics). Bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz.” (5/90.) “Kim hidayeti hak ederse, Allah onun kalbini İslam'a açar; kim de sapkınlığı hak ederse, onun kalbini (= göğsünü) göğe çıkmaya çalışıyormuşçasına daraltır, sıkar. Allah, iman etmeyenleri işte böyle sıkıntı (= rics) içinde bırakır.” (6/125.) “Allah’ın bilgisi dışında hiç kimsenin iman etmesi mümkün değildir. Allah, aklını kullanmayanları işte böyle pislik (= rics) içinde bırakır.” (10/100.) Necaset (= necs) maddî pislik; hades hükmî pislik; rics, fikrî pislik. Necaseti (= necsi, maddî pisliği) ve hadaseti (= hadesi, hükmî pisliği) su temizlenir; (= abdest ve gusül) de, fikrî pisliği ne temizler?!. Aklı doğru kullanmak ve tevhîdî imanla buluşmak/tanışmak. Tevhîdî iman, şirk pisliğini temizler. Şirk, en büyük ve çok büyük pisliktir. İslâm (= Din = Kur’ân), bu pisliği temizlemek için inmiş/gönderilm...

UFUK

Ufuk : Gökyüzü ile yeryüzünün birleştiği “nokta”!. Ufku geniş adam, varlığı olabildiğine geniş; ufku dar adam da (varlığı) olabildiğine sığ (= dar) kavrar.  İnsanlar içinde ufku en geniş “adam”!, Efendimizdir. = “ve hüve bil ufuk-il e’alâ” (53/7.) O, gökyüzü ile yeryüzünün birleştiği “noktayı” görebiliyor, kavrayabiliyordu. Buradaki gökyüzü, yüceliğe; yeryüzü, alçaklığa” (= ednâya, denâya) işaret eder; dünya da denâ’dandır. Dünyada, dünyanın denâ’lığını; gökyüzünün yüceliğini göremeyen veya anlayamayan bir “adama”!, Kur’ân inmez, Ona dînî sorumluluk verilmez. Bizler, dünyaya (= yeryüzüne) çakılı (ehlede ilel ard = 7/176) yaşayan ve sadece dünya için çalışan adamlarız. Ufkumuzu genişletmeyi arzulamadığımız, bunun için gayret sarf etmediğimiz sürece, yere/dünyaya saplı (= çakılı) yaşamaya devam ederiz. Bu durum, ilgili âyette (7/176) “üzerine varsan da dilini sarkıtıp soluyan, varmasan da dilini sarkıtıp soluyan köpeğin durumu gibidir.” şeklinde misallendirilir. Kavrama (= anlama), k...

Hüve (هو)’nin sükûn hâli hû. Hüve, üçüncü tekil şahıs zamiri o. Özelde de Allah. Hüveden hevâ (هواء); hüviyet (هوية) ve héviye (هاوية) de türer.  Niye Allah’a O (= Hû = هو) deriz?!.  Çünkü, O’nun dışındaki o’ların (= hû’ların) “gerçekte, hakikatte” bir hüviyetleri yoktur. O’nu bulamayan, O'nunla irtibat (= bağ/lantı) kuramayan o’lar, hevâları (ve hevesleri) ile büyük bir héviyeye (= boşluğa, uçuruma) düşerler ve bocalayıp dururlar. “Qul : Hüve-l Allah’u Ehad.” “Allah’u lâ ilâhe illâ Hû...”

İMANIN HAYRINI GÖRMEK

Bu ifâde, Enam Sûresi 158. âyette geçer. “...lem tekün âmenet min kablü, ev kesebet fî îmânihâ hayrâ...”; ev bağlacı, kesebe fiilini leme (olumsuzluk edatı) bağlar. “Neyi bekliyorlar?!. Meleklerin gelmesini mi, Rabbinin gelmesini mi,  yoksa Rabbinden bazı (açık) işaretlerin (= âyetlerin) gelmesini mi?!. Rabbinden bazı (açık) işaretlerin (= âyetlerin) geldiğinde, daha önce iman etmemiş veya imanından bir hayır (= fayda/yarar) görmemiş olanlara imanları bir fayda sağlamaz. (= lâ yenfeu). De ki onlara : Bekleyin, biz de bekliyoruz.” Neyi bekliyoruz?!. Rabbimizden bazı (açık) işaretlerin (= âyetlerin) gelmesini mi?!. İşte Kur’ân!. Onlar, O Kur’ân’ın âyetlerini “açık” (= mübîn) görmüyorlar; kendilerine daha açık âyetlerin (= işaretlerin, alâmetlerin) gelmesini bekliyorlar. Ne gibi?!. Melekleri görelim. Allah’ı görelim. Bize de yazılı bir Kitâb verilsin,  ... diyorlar. (Ayrıca bknz. 2/210 ve 6/7.) İmanın hayrını görmek ne demek?!. Rabbin meleklerini ve Rabbimizi görmediğimiz hâlde, ...

TAŞERON

Büyük müteahhitten iş alan küçük müteahhit.  Müteahhit, bir işi taahhüt eden = yüklenen kimse. İş, işveren tarafından ihâle edilir, verilir. İş nedir?!. Bi şeyi (bi görevi) yapma. Sadece ekonomik olan ihâleleri ve işleri kastetmiyorum; “büyük işten” söz ediyorum. Nedir büyük iş?!. Dünyanın imarı, dünyada adâletin sağlanması = Allah’ın dininin düyaya hâkim olması. Şeytanlar (= tağutlar, putlar) da boş durmuyor; onların da (büyük) işi var. Buraya (bu dünyaya) bu işi yapmak için geldik. İçimizde şeytan tiynetli tağutlar, putlar da var. Müslümanların işi, dünyanın imarı, dünyada adâletin sağlanması, dünyaya Allah’ın dininin hâkim olması; şeytanların işi, dünyada ekinin ve neslin yok olması, adâletsizliğin = zulmün hâkim olması, insanların fırkalara bölünmesi. (Bknz. 2/205.) Bu işler büyük işler. Bu işleri tek bir müteahhit yapamaz. İş, ancak parçalara bölünerek, işbirliği ve yardımlaşma ile yapılabilir.  Müslümanlara “bu ihaleyi”! parça parça veren Allah; müşriklere ise şeytanlar....

MUHATAPLIK İLİŞKİSİ

Sözü söyleyene, hatib; dinleyene, muhatab; bu ilişkiye muhataplık ilişkisi (veya konuşma = iletişim) denir. Genelde sözü söyleyen (= konuşan), dinleyenden bilgilidir (âriftir)!. Pekiî, dinleyenin söyleyenden bilgili (ârif) olduğu durumlar yok mudur?!. Bu bir diğer bahis; ben, söyleyenle dinleyen (= yazan ile okuyan) arasındaki ilişkiye değineceğim. Bugün, büyük oranda söyleyen, ne söylediğini bilmiyor. Söylediklerini ezberlemiş. Bunun en bariz örneği : hafızlık kurumu. Kurra hafızlar, Kur’ân okuyorlar (= nağmeli/tecvitli/düzenli bir şekilde bize Kuran’dan Allah’ın Kelâmını söylüyorlar, okuyorlar) ama ne söylediklerini kendileri de bilmiyorlar. Kur’ân dinleyenler ise, sese, sesteki düzene, (= nağmeye/tecvide, sesin detone olup-olmadığına) bakıyorlar. Ses ve sesteki düzen (ses düzeni = hoparlör sistemi) güzelse, yankı da yapıyorsa, dinleyenleri mest ediyor, “Allaaah Allaaah”! naralarına yol açıyor!... Dinleyenler, söyleyenlerden (= kurrâlardan) daha âlim ve daha ârifseler, onlar o kıraat...

ŞEREF

Onur, haysiyet, ızzet. Onur, haysiyet, ızzet ve şeref nerede, bedende mi?!. Bedenin ölümü ile onur, haysiyet, ızzet ve şerefin ölümü aynı mıdır?!. Bedeni öldüğü hâlde; onur, haysiyet, ızzet ve şerefini öldürmeyenler; veya bedeni yaşadığı hâlde; onur, haysiyet, ızzet ve şerefini öldürenler yok mudur?!. İlk grup; onur, haysiyet, ızzet ve şerefi için bedenini fedâ edebilir (= şehitliği göze alabilir); ikinci grup; bedeni (dünyası) için onur, haysiyet, ızzet ve şerefinden vaz geçebilir. İlk grup, âhirete inanır ve dünyada adâletin sağlanması için çalışır; ikinci grup, âhirete inanmaz, inansa da bu inancı sahtedir, ve dünyada adâlet diye bir derdi yoktur; onların zalimlere boyun eğmesi (= evet demesi) bu yüzdendir; bu da onlarda onur, haysiyet, ızzet ve şeref diye bişey bırakmaz.

TARLA

Ekin ekmek ve ekinden ekmek yapmak için kullandığımız toprak parçası. Dünya.  “Dünya, âhiretin tarlasıdır.” Hadis-i Şerif. Âhiret ekini (ekmeği) dünyada ekilir; âhirette de yenir. Dünyada, âhiret için ekin (= ekmek) ekmeyenler, âhirette aç kalır. Dünyada herkes ekin (= tarla) ekmiyor ama yine de ekmek yiyebiliyor. Çünkü, burada işbölümü var. Kimi ekin (= ekmek), kimi ayakkabı, kimi elbise, kimi ev, araba ekiyor (= üretiyor); ve mübadele (para) ile ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz.  Ötede (= âhirette) para geçmeyecek, mübadele yok. Herkes, ne götürdü ise onu yanında hazır bulacak. Ötede tek geçerli “akçe” amellerimiz = burada yapıp-ettiklerimiz olacak. Amelimiz sâlihse, bizim adımıza orada melekler çalışacak; değilse, “aç” kalacağız, ondan bundan bi lokma ekmek, bi yudum su dileneceğiz, ama kimse bize bi lokma ekmek, bi yudum su vermeyecek!... Meleklerin Âdem’e secde etmesini bir de buradan okuyalım. Burada sâlih amel işleyenlerin, ötede melekler emrinde olacak, onların oradaki büt...

İYİ-LİK

İyi, olumlu bir niteliktir; olumsuzu, kötüdür. (Hasta iyi, kitap iyi, araba iyi, dediğimizde, “olması gereken, normal” durumları söylemiş oluruz.)  İyinin Arapçası birr ve hayr; zıttı, şer, fücûr/kötülük. İyiden iyilik türer; birrin çoğulu ebrâr, zıddı füccâr/fâcirler. Ebrâr, aynı zamanda iyiler demek. İyiler ile iyilikler aynı kelimeyle karşılanıyor. = İyilikler, kişileri iyi yapıyor, iyi niteliklerle donatıyor. İyiyi kim belirler; biz mi?!. Bizim belirlediğimiz iyiler de vardır ama bunlar çoğu zaman görelidir/nisbîdir. O zaman sorulması gereken soru şudur : Mutlak (= kesin) iyiyi belirleyen kimdir?!. Âlemlerin Rabbi. Çünkü, O’nun yarattığı (= yaptığı) ve söylediği (= yapın dediği) her şey iyi; yapmayın dediği her şey, kötüdür. Biz, genelde bize yararlı veya faydalı gelen şeylere iyi deriz, ama her yararlı veya faydalı iyi olmayabilir. Meselâ savaşı biz iyi görmeyiz ama onda iyilik de vardır. Bakara 216. âyet buna işaret eder; der ki : “Hoşunuza gitmese de savaş üzerinize yazıldı ...

TAACCÜB

Şaşırma. Karşılaşılan durumu acâib veya tuhaf bulma; alışılmış durum dışında yeni bir durumla karşılaşma ve bu yeni durumu “sıra dışı veya garip” karşılama. Kelimenin kökü, acebe (= عجب); taaccüb, kelimenin (= عجب) tefa’ul bâbı. Kök, Kitâb’ta 27 yerde geçer. Acîb (= عجيب) ve acâib (= عجاعب) de aynı kök; şaşırtıcı, tuhaf demek. Yunus 2, Hûd 72, Kehf, 9 ve 63, Sad 4 ve 5, Kâf 2’deki kelimeler, şaşırtıcı, tuhaf anlamındadırlar. Bu not, Sad 4 ve 5. âyetlere değinecek. Önce âyetler. “Onlar kendilerine içlerinden bir uyarıcının gelmesine şaşmış/şaşırmış (= عجبوا); ve o kâfirler : bu bir büyücüdür; çok yalancıdır!. Bütün ilâhları (yalanlayıp, reddedip) Tek-Bir İlâh mı (var diyor; ilâhları Tek’e/Bir’e mi indiriyor)?!. Şüphesiz ki bu çok tuhaf (= çok acâib) bi şeydir, (= عجاب = ucâb) demişlerdi.” (38/4-5.) Niye şaşmış/şaşırmışlardı?!. O Uyarıcı, insanların bütün ilâhları yalanlamasını (reddetmesini, terk etmesini) ve Tek-Bir İlâh’a (= Allah’a) kulluk etmesini istediği için. Çünkü her bir ilâhın...

LÂ SÜPÜRGESİ

25 Nisan 2022 tarihinde “Lâ ilâhe illâ-l Allah” başlıklı bir yazı yazmıştım; bu yazı, o yazıya bir ilâve olacak. Süpürge, temizlik aracıdır. Temizlik, kiri-pası temizlemektir. Kirin-pasın, maddîsi gibi ma’nevîsi (= görüneni gibi görünmeyeni) de vardır. “Lâ ilâhe illâ-l Allah”, ma’nevî (= görünmeyen) pislik olan şirki temizler. Bu pisliğin (= şirkin) nasıl temizlendiğini merak ediyorsanız, o yazıyı da okuyun.  Maddî olarak temiziz; maddî bi çook temizlik malzemeleri kullanıyor; iki güne bir banyo yapıyoruz ama ya ma’nevî olarak!... Duygu ve düşüncelerimiz pis. Her gün, her ân, eğitim-kültür ve medya yoluyla üzerimize pislikler boca ediliyor; duygularımız ve düşüncelerimiz manipüle ediliyor; ma’nen kokuyoruz. Bu pisliklerden arınmak (= temizlenmek) için, “Lâ ilâhe illâ-l Allah”ı iyi anlamamız ve doğru “kullanmamız”! şart. “Lâ ilâhe illâ-l Allah”, bütün zehirlerin ‘panzehiri’!, ilâcıdır. Bu “ilâç”, hiçbir zaman bozulmayan bir ilâçtır. Bütün “ma’neviyat, kalp doktorları” (= Peygamberle...

PARANIN GÜCÜ

Para, paralı (= zengin) adama güç verir mi; verirse, bu güç nasıl bir güçtür?!. Zenginler (= para/kapital sahipleri, kapitalistler) güçlerini paradan alırlar. Paralı adam, karısının yaptığı yemeği beğenmezse, yemeğini dışarıda yer; karısını beğenmezse, yeni karı alır. Oturduğu evi beğenmezse, otelde yatar.  İstediği yere “gezmeye” gider. Parası (= aldıkları, yedikleri-içtikleri) ile hava atar... Çook parası varsa, “büyük patron” olur; piyasa tekeli oluşturur, fiyatları istediği gibi belirler. Siyaseti dizayn eder, oy (= delege, seçmen) satın alır; istediği kanunları çıkartır. Adâleti “satın alır”; istediğini içeri attırır; istediğini dışarı çıkartır.  Ama ihtiyarlığa, hastalığa ve ölüme gelince, paranın bir gücünün olmadığını anlar. Anlar ama, bu anlayışın sağlamken ve sağken bir değeri vardır, o zaman bi faydası (= değeri) yoktur. Sağlamlık ve sağlık (buradaki sağlık, sağ/hayatta kalma), kaç yıl sürer?!. 60-70, bilemedin 100 yıl. Her şey, bu kadarcık bir yıl için mi?!. Sonras...

MÎRAS

Ölen kimseden yakınlarına kalan mal-mülk ve “özellik”!. Buradaki mal-mülk, maddî; özellik, manevî (= kült-ürel) mirası ifâde eder. Bu yazı, manevî (= kült-ürel) mirasa ilişkin. Nedir, manevî (= kült-ürel) miras?!. Genetik ve etik (= ahlâk veya eğitim-terbiye) yoluyla geçen, taşınan, aktarılan huy, karakter, mizaç, anlayış... Kültürün kökü, külttür; kült, kadim (= çook eski) anlayış ve yaşayışların, şekil değiştirerek aktarılmasıdır. Bugün biz bu kelimeyi köklerinden (= tarihî bağlamından) kopuk, seküler bir şekilde anlıyoruz. Oysa, bu kelime özü itibariyle dînîdir, dinseldir.  Her din, din-i kayyım (= doğru ve geçerli) değildir. Şeytanın da, ateistlerin de (= herkesin) bir dini vardır. Din, düzen demektir. Cahiliye Araplarına “yeni” (aslında eski, her zaman geçerli) bir din olarak İslâm geldiğinde, ‘biz atalarımızın dinini terk etmeyiz’ demişlerdi.  İslâm, Hz. Âdem’in, Hz. Nuh’un, Hz. İbrâhim’in, Hz. Mûsâ’nın, Hz. İsâ’nın, Hz. Muhammed’in, bizim = hepimizin dini. Biz bu dini O...

SATIN ALMA

Satılık olan bir “malı”! (= emtiayı = eşyayı), bedelini ödeyerek (= parasını vererek) alma, sahiplenme, kullanma. Ayakkabı, araba gibi şeyler maldır, emtiadır.  Mallar, (genelde) kullanılmak, onlardan yararlanmak için satın alınır.  (Satın almanın Arapçası, iştirâ; müşteri de aynı kök.) Sadece mallar mı alınır-satılır?!. Hizmet de alınıp-satılmaz mı?!. Müşteri hizmetleri diye bişey var. Ortada bir hizmet varsa, o hizmeti alan ve veren insanlar da vardır. Bizler, çalışarak, hizmet vererek (= emeğimizi satarak) para kazanmıyor muyuz?!. Bizden hizmet satın alanlar, bize para (= maaş) vererek emeğimizi satın almıyor mu?!. Artık ticaretin sadece emtia (= mal) ile olmadığını biliyoruz. Kimimiz bedenen, kimimiz fikren çalışıyoruz. Çalışanlar, mavi yakalı ve beyaz yakalı diye ikiye ayrılıyor. Kol (= beden) işçiliği de beyin (= fikir) işçiliği de emek. (= sa’y, çaba, çalışma) Sanırım, mesele anlaşıldı. Şimdi asıl söylemek isteyeceğim konuya geçebilirim. “Şüphesiz Allah, Mü’minlerden ca...

SAYGI

Hürmet. İhtiram. Tahıyyat. Muhatabımıza değer verme, onu üzmekten veya kırmaktan korkma; ondaki özelliklerden dolayı onu sevme, ona muhabbet gösterme. En üst düzey (sevgiye ve) saygıya tapınma/tapma deriz, ve bu sevgiyi ve saygıyı sadece Tanrı’ya gösteririz. Tanrı’ya gösterdiğimiz gibi bir saygıyı, hiç kimseye göstermeyiz. Tanrı’ya gösterdiğimiz muhabbeti (= saygıyı ve sevgiyi), bir başkasına gösterirsek, O’na denk varlıklar addeder, şirke düşeriz.  “Bazı insanlar, Allah’ın yanı sıra başka varlıkları O’na denk tutarlar ve onları Allah’ı sever-sayar gibi sever ve sayarlar. İman edenlerin Allah’ı sevmeleri (saymaları) ise her türlü sevgiden (ve saygıdan) üstündür. Zulmedenler, azabı gördükleri zaman kuvvetin bütünüyle Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu keşke daha önceden anlayabilselerdi!.” (2/165.) “Büyüklerini say, küçüklerini sev.” sözü; büyükleri sevme, demek değil; saygıda, sevgi de vardır; sevgisiz saygı; saygısız sevgi olmaz. Aynı zamanda saygı ve ...

OLAN ve OLMASI GEREKEN

Olan, mevcut ve reel durumu; olması gereken, ideal ve istenen durumu ifâde eder. Olan durum, olması gereken duruma uymuyorsa, (Bilen Biri) duruma müdahale eder. Kur'ân’ın indirilmesi de böyle bir sürece işaret eder. Olan durumun üzerinden belli zaman geçince, eski hâl tarih (= muhal) olur. O gün, ideal bir durum yaşansaydı, müdahaleye gerek kalmazdı, olmazdı. İdeal durum için, belli bir “bozulmanın” yaşanıyor olması gerekir ve müdahale, bu bozulmayı ideal duruma “evirmek = çevirmek” için yapılır ve ideal olmayan bir toplum ve coğrafyadan bu işe başlanır. Milâdî 610 ilâ 632 arasında bu toplum ve coğrafya, Arap Yarımadası ve Kureyş toplumu idi. Bu Yarımada ve toplum merkeze alınarak, tüm dünya ve tüm toplumlara mesajlar verilmiştir.  Kur'ân, o gün yaşanan reel/olan durumlara kayıtsız kalamazdı; Kur'ân’ın amacı, o gün yaşanan/olan durumları ideal/olması gereken duruma dönüştürmekti. Meseleye böyle bakarsak, Kur'ân’ın o gün değiştirmek için müdahale ettiği durumlar, bugün i...

HAYAL KIRIKLIĞI ve PİŞMANLIK

Hayal kırıklığı, ‘beklenen (= beklenti, umut) ile karşılaşılan (= sonuç)’ arasındaki olumsuz farktır ve bu farkın negatif bir duygu olarak kişiye geri dönmesi, kişideki yansımasıdır. Beklenen, aynı zamanda umuttur; umut gelecektedir/gelecektir; karşılaşılan ise, ândır/ândadır; gelecek de (bir gün) gelecektir. Hayat kırıklığına, umudun boşa çıkması (= umut kırıklığı) da denir. Hayal kırıklığı, daha çok, kişinin kendinden, kendi yapıp-etmelerinden kaynaklanmaz; güvendiği (= inandığı) insanların yapıp-etmelerinden kaynaklanır. Pişmanlık da gelecekte (= gelecek geldiğinde, o ânda) yaşanan olumsuz (= negatif) bir duygudur; ama bu duygu, tamamen kişinin yapıp-etmelerinden kaynaklanır. Normalde, geleceğin geleceğine inanmayanlarda hayal kırıklığı da pişmanlık da yaşanamaz!. Yaşlılık ve ölüm gibi âhiret de (bir) gelecektir. Âhirete inanan Müslümanlar hayal kırıklığı yaşamayacaklardır. Çünkü : Hiç kimse, bibaşkasının suçundan dolayı olumsuz bir durumla karşılaşmayacak = “ve lâ teziru vâziratün ...

TANRI'NIN KELÂMINI DUYMAK

Kelâm, (sesle, kelimelerle) konuşma; duyma, (kulak ile) işitme. “Allah, bir beşer ile ancak vahiy ile veya bir perde arkasından veya bir Rasul göndererek izni ile dilediğini vahyederek konuşur. Kuşkusuz O, çok Yücedir, en iyi Hüküm Verendir.” (42/51.) Demek ki, Tanrı’nın bir insanla konuşması üç şekilde oluyor/muş!. : Vahiy. Perdeli ve Elçi yoluyla. Elçiye de vahyeder, ama ikisi ayrı sayılmış. Öyleyse, vahiy ve Elçi (= aracı) farklı!. Vahiy, kademelidir; en yüksek vahyi Elçiler alır. Sâdık ilham da (sâdık) sezgi de (sâdık) rüya da bir tür “vahiydir”!; "bildiğimiz"! Vahyin alt (= daha düşük) kademeleridir. Perde nedir?!. Akıldır. Toparlarsak, Tanrı bir insanla, doğal = selim akıl; sâdık ilham, (sâdık) sezgi, (sâdık) rüya; ve Peygamberler (= Elçiler = Rasül ve Nebîler) aracılığı ile konuşur. Bu konuşmaların yazılı versiyonuna Kitâb ve kâinat denir. Kur’an da kâinat da bir kitaptır. Asıl soru şu : Bizler Tanrı’nın bu konuşmalarını duyabiliyor muyuz?!. Yani, selim aklımızı doğru ...

HASRET

Özlem. Özleyiş. Uzun süre ayrı kalınan bir şeyi veya bir kimseyi çook arzulamak. Sözgelimi, uzun süre yemediğimiz bir yemeğin; uzun süre görmediğimiz birinin (= ana-baba, eş-dost, arkadaş, vb.) burnumuzda tütmesi gibi.  Bişeyden veya birinden daha güzel ve daha iyi bişey veya birini bulmuşsak, o (yeni) şey veya kişi bize hasreti unutturur; eskiye hasret duymayız. (Sıla (= vatan) hasreti de böyledir. Sıla, hem vatanı (= doğup-büyüdüğümüz toprakları) hem de hısım-akrabamızı (= eşimizi-dostumuzu) içine alan bir kelimedir. = Sıla-ı rahim.) Kimi insan, yanlış söyledim, çoğu insan, ölünce dünyayı özleyecek = dünyanın hasretini çekecek. Niye?!. Çünkü, gittiği yer, dünyadan çok daha kötü biyer olacak. Keşke, diyecek; oraya bi daha gidebilsem de, oranın hakkını verebilsem!. (Bknz. 2/167. 39/56.) Veremediğim için buradayım. Verenler, dünya hasreti (= özlemi) çekmeyecek. Çünkü, onlar, buradayken dünyadan çook daha güzel ve çook daha iyi bir “dünyanın” hasreti ile yaşıyorlardı; ve burada (= bu...

İLÂHLIK HÜKÜMRANLIKTIR.

“Korkuluk”! değil. Korkunun hafifletilmiş hâlidir korkuluk. Hükümran, hüküm (= yasa/kanun, fıkıh) koyar, helâlleri-haramları (= yapılması ve yapılmaması gerekenleri) belirler. İlâh dışındaki hükümranlar da, İlâh’ın koyduğu yasalara uymak zorundadırlar. İlâh, en yüce, en büyük OTORİTE = Hükümran ve Hâkim’dir. İlâh dışındaki hükümranlardan korkup, İlâh’dan korkmamak, hâşâ İlâh’a “korkuluk”! muamelesi yapmaktır. “Lâ ilâhe illâ-l Allah”, ciddî ve büyük bir Söz’dür; bu Söz’e uymamanın, bu Söz’ün gereğini yapmamanın yaptırımı da büyüktür.

YAKINMA

Şikâyet etme. Şikâyet, başa gelen bir zarardan veya zulümden dolayı olur. Bu zararı veya zulmü ortadan kaldırabilecek bir “üst mercî” varsa, durum ona arz edilir, buna da şikâyet denir. Vazifesini yapmayan memur, âmirine şikâyet edilir; âmir, kime şikâyet edilir?!. Herkes, vazifesini gereği gibi (tam) yapıyor mu?!. Bence, kimse (tam) yapmıyor, savsaklıyor. Namaz, bir vazife ise; kim “tam namaz” kılabiliyor?!. Namazını tam kılamayanı Allah’a nasıl şikâyet edebiliriz; kendimiz tam kılabiliyor muyuz ki?!. Bu durum, sadece namaz için değil, tüm vazifeler için geçerli. Tüm yaşanan (olumsuz) durumlar (= haksızlık ve zulümler), Rabbimiz tarafından bilinmiyor mu; ayrıca bir şikâyete gerek var mı?!. Şöyle var. Toplu yaşam, işbirliğine ve görev dağılımına dayalıdır. Toplumda (devlette) işler, hiyerarşik bir yapıda, görev/iş bölümü ile yürütülür; herkesin görevi/işi bellidir, tanımlanmıştır. Herhangi bir noktada aksayan işler, bütün zinciri (yapıyı, toplumu) etkiler ve zararlar ortaya çıkar. Bu z...

BİR-LİK-TE OLMAK

Bir olmak. Birlik olmak. Birlikte olmak. Bir olmak, sadece Tanrı’ya mahsustur; birlik olmak ve birlikte olmak ise insanlara. İnsan, hiçbir zaman “Bir” olamaz; ama “bir olmak” için, birlik olmak ve “birileri” ile birlikte (= beraber) olmak ister. (Tek başına bir) insan, hiçbir zaman kendine yetmez; insan, her zaman bir arayış içerisindedir, olacaktır; cennette bile; buna “Tanrı aşkı = Muhabbetullah” denir. Birlik olmak, (burada) toplum (ve devlet) olmak; birlikte olmak, aynı inanç ve idealler etrafında beraber olmaktır. İdealler ve değerlerdir (= inançlardır), bizi burada birlik ve beraberlik içinde (= birlikte) tutan. Doğru idealleri ve değerleri (= dini) de sadece Bir Olan belirler. Kendi içinde bir olamayan = kendi ile çatışan biri; hiç, birlik ve beraberlik içeren bir din/düzen (= idealler ve değerler, yasalar veya kurallar) ortaya koyabilir, vaaz edebilir mi?!. Bir olmasa, birlik ve birliktelik (= beraberlik) de olmaz. Şeytan, şeytanlar, bizi Bir’den, birlikten, birliktelikten (= b...

SÖZ

Söz, bir işarettir. Kimi işaret eder?!. Kimin yanında durursak veya kimin adına konuşursak, onu. Falanca siyasetçinin danışmanı, o siyasetçi aleyhine konuşabilir mi?!. Filanca düzenden (= dinden, rejimden, sistemden) beslenen biri, o düzenin (= dinin, rejimin, sistemin) aleyhine bir tek cümle kurabilir mi?!. Siz, kimin yanında duruyor; kimden söz ediyorsunuz?!. Susmak da konuşmaktır. Sükut (= susmak), ikrar (= kabul) demektir. Hâlinden memnun olanlar ve korkaklar susar.

DEVLETLERDE BAĞIMSIZLIK

Devletlerin bağımsızlığı, milletlerin devlete bağımlılığından (= halkın kendi özgürlüklerinden feragatinden) doğar, kaynaklanır. Halkın özgürlüğü, Hobbes’un deyimiyle bir doğa durumudur; doğa durumu da insanın insanla (özgürlüklerin) savaşıdır. Herkesin her dediği olursa, kimsenin dediği olmaz; kimse, kimseyle anlaşamaz. Konum, bu değil; devletlerin bağımsızlığı. Devlet/ler de millet/ler (= insan/lar) gibidir; çünkü devletleri, insanlar kurar ve idare eder. Devletlerin gücü, millet/ler/in (insan/lar/ın) ortak gücüdür = leviathandır; devlet, tüm bu güçlerin bir (tüzel veya özel) kişide (= kurumda veya kralda) toplanmasından ibarettir.  Devletler de kendi aralarında anlaşamazlar. Küresel savunma ve ekonomik paktların (= NATO ve Varşova. AB, OECD, EFTA, NAFTA, vb.) arkasında, devletlerin hayatta/ayakta kalma korkusu ve kaygısı vardır. Bu kamplar, dost-düşman kapları gibidir. Devletler de kendi aralarında bir güç mücadelesi içindedirler. Güçlü ve patron/âmir devletler olduğu gibi, zayı...

ENGEL

Mania. Set. Berzah. Barikat. Perde. Hıvel (= حول), hîyl (= حيل). Hâl (= حال) de aynı kök; ortadaki harfler (= vav, ya, elif) med harfleri. Hıvel, havl şeklinde de okunur. Tehavvül (= değişim), hâil (= ﺣﺎﺋﻞ = engel) de aynı kökten türer. Havl, güç demek; hıvel veya hîyl, set, engel; hâl, şu ândaki durum. Sebe Sûresi son (54.) âyette geçen وَحِيلَ بَيْنَهُمْ وَبَيْنَ مَا يَشْتَهُونَ hîyleye ve bu ibareye yoğunlaşacağım. Anlamı : “onların kendi istek ve arzuları ile kendileri arasına set (= engel, barikat, vb.) çekilmiştir.” Artık, istediklerini yapamazlar, arzu ettiklerine ulaşamazlar; onlar artık hâkim değil, mahkûmdurlar; onların elinden (şimdi!) özgürlükleri alınmıştır, onlar adına, şimdi “Başkası”! karar verecek, veriyor... Kim bunlar?!. Daha önce inkâr edenler. “Uzak yerden”! (= dünyadan) gayba (= âhirete, hesaba veya dirilmeye) taş atanlar. (53. âyet.) Bunlar, dünyada her istediklerini özgürce yapanlar; Allah’ın isteğine kulak asmayanlar. Şimdi, onların istekleri ile kendileri aras...

ÖZGÜR KÖLE

Özgür köle, garip, paradoksal bir kullanım değil mi?!. Kişi, hem özgür, hem de köle olur mu?!. Olur. Bu yazı bunu açacak.  Köle varsa, efendisi (= rabbi) de vardır. Efendi, kölesini azat da edebilir (= özgür de bırakabilir), kendi mülkünden sürgün de edebilir, zincire de vurabilir (= hapse de atabilir), kellesini de alabilir... köle, efendinin mülküdür; mutlak mülkiyette, mutlak (= iste/nil/diği gibi) kullanım hakkı olur, vardır. Yaratılmış bir efendi, her yere ve her şeye (= kâinâta) sahip olabilir mi?!. Olamaz. Öyle ise sürgün, bir efendinin mülkünden başka bir efendinin mülkünedir; hapis ve zincire vurma (cehennem!) ise, efendinin kendi mülkünde olur. Bizler, cennette Efendimizi (= Rabbimizi) dinlemeyince, dünyaya sürgün edildiğimize göre, bu sürgün, Allah’ın mülkünden başka bir ilâhın (= efendinin) mülküne mi oldu?!. Hayır. Efendimiz (= Rabbimiz) Allah bizi, bu sürgünle Kendi mülkünde “özgür köleler”! hâline getirdi. Öyleyse, özgür kölelik nedir?!. Hem özgürlük, hem de kölelik ...

GÜÇ ELDE ETMENİN YOLLARI

Güç (= hâkimiyet) elde etmenin üç yolu vardır : Gönüllü (= sözleşmeyle) devir. Yenilgi ve Büyüklük. Herkes güçlü olmaya kalkarsa, güç savaşının ve zulmün sonu gelmez; sürekli savaş (ve zulmün) yaşanmaması için gönüllü devir yapılır; devlet de bu şekilde kurulur. Güçler savaşında yenilen taraf, yenen tarafın gücüne zorunlu boyun eğer; buna da efendilik ve kölelik denir. Büyüklük, küçüklükle mümkündür. Çocuk, babasının gücünü bilir ve ona boyun eğer. Tanrı’nın gücü, her üçünü de kapsar. Tanrı’ya itaat, hem gönüllü, hem de zorunludur. Üçüncü şık, Hristiyanlardaki gibi Tanrı’nın “Babalığından”! değil, yaratıcılığından ve büyüklüğünden kaynaklanır. Ama Tanrı, birinci şıkkı (= gönüllü kulluğu) tercih eder. Burada (= bu dünyada), O’na gönüllü kulluğu tercih etmeyenler, ötede O’na zorunlu kulluk yapmaya mahkûmdurlar. Zorunlu kullukta, her hâlükârda kendisine kul olunanın dediği olur. Gönüllü kulluk yapılmazsa, zorunlu kulluk kaçınılmazdır. Zorunlu kulluk, ceza; gönüllü kulluk, mükâfâttır. Öyle...

ÇÜRÜME

İki çeşit çürüme var : Fizikî çürüme. Toplumsal çürüme. Fizikî çürüme : maddeyi (meyveyi) meydana getiren hücre (= protein) bağlarının ayrışması, canlılığın bozulması ve kokuşmanın başlaması. Toplumsal çürüme : toplumu meydana getiren insanların ve toplumsal kurumların (= aile, okul, devlet, din, vb.) işlevsiz (= fonksiyonsuz) kalması, iş yapamaz hâle gelmesi ve dağılması. Bu yazı, toplumsal çürümeden söz edecek. Toplumsal çürümenin temelinde ahlâksızlık var. Ahlâksızlık, bir virüs gibi önce insana, sonra da insanların kurduğu toplumsal kurumlara (= aile, okul, devlet, vb.) sirâyet eder. Ve insanlar bunu kolay kolay (kısa sürede) fark edemez. Sosyolog değilim ama Sebe Sûresinin 14. âyetini doğru anladıysam, bu iş böyle olur. Ne diyor âyet?!.  “Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, ölümünü âsâsını (= ‘minsee’) kemiren bir kurttan (= ‘dâbbe-tül arz’dan) başka fark eden olmadı. Yere kapandığında ortaya çıktı ki, cinler gaybı bilselerdi, o alçaltıcı azap içinde kalmazlardı.” Bu âyet...