Kayıtlar

HÜSN-KUBH MESELESİ

İyilik-kötülük (= teodise) meselesi. Bu mesele, çok insanın içinden çıkmakta zorlandığı felsefî-kelamî bir tartışmadır. Oysa mesele gayet açıktır. Nisâ Sûresi 78 ve 79. âyetler, bu meseleyi hâlleder. Önce bu âyetleri verelim, sonra da yorumlayalım. “Her nerede olursanız olun, isterse tahkim edilmiş sağlam ve yüksek kaleler içinde bulunun, ölüm mutlaka gelip sizi yakalar. Onlar bir iyiliğe kavuşsalar,  ‘bu, Allah’tandır’ derler. Başlarına bir kötülük gelince de ‘bu, Senin yüzündendir’ derler. De ki : ‘Hepsi Allah’tandır.’ Onlara (= kavme) ne oluyor ki söylenen sözü anlamaya yanaşmıyorlar!.” (78) “Sana isabet eden iyilik, Allah’tandır. Sana isabet eden kötülük de kendindendir. Biz, Seni, insanlara Rasul/Elçi olarak gönderdik. Şâhit/tanık olarak Allah kâfî/yeter.” (79) “Sorun”! olarak görülen yer, ‘hepsi Allah’tandır’ kısmı. Oysa burası, Kur'ân bütünlüğü dikkate alınırsa, aslâ bir sorun teşkil etmez. Kur'ân, insanın yeryüzüne imtihan (seçim) için gönderildiğini söyler. İmtihan var

KİM ATTI?!.

Bu yazı, Enfal Sûresi 17. âyet üzerine yapılan (kelâmî?!) bir tartışmaya dayanıyor. Muhatabımın adını veremiyorum; çünkü etik olmaz ama muhatabım bir kelâmcı; bu yazı onun değil, benim kanaatimi (= yorumumu) ifâde ediyor.  Âyet :  “Onları siz öldürmediniz, Allah öldürdü. Attığın zaman, sen (siz) atmadın(ız), Allah attı. Bu, siz Müminleri sınamak için güzel bir imtihan idi (= belâ idi). Allah, işitendir, bilendir.” (8/17) Bu imtihan Bedir’dir; Bedir, Müslümanların müşriklerle ilk savaşıdır. Bedir savaşı kazanılıyor, sonrasında ganimet paylaşımında “sorunlar” yaşanıyor; savaşa katılan Müslümanlardan (Mü’minlerden) bazıları, Efendimizin, elde edilen ganimeti paylaştırmasına itiraz ediyorlar ve Onu üzüyorlar. Allah da onlara : “Onları siz öldürmediniz, Ben öldürdüm; o okları siz atmadınız, Ben attım diyor.” (= ne hakla fazla pay iddiasında bulunuyorsunuz, diyor!!!.) ... Öyle mi gerçekten?!. Öldürme öyle, orada herhangi bir “sorun” yok ama ya ok atma!!. Her atılan ok, adam öldürmeyebilir. A

HÛD, 113 ve 117

“Zâlimlere meyletmeyin, yoksa size ateş dokunur. Allah’tan başka bir dostunuz (dostlarınız = evliyâ) olmadığı için (kimseden) yardım göremezsiniz.” Meyletmeyin, diye çevrilen kelime, rükn (ve lâ terkenû). Rükn, direk, destek, dayanak, sütun demek. Meyl ise eğilim, meyelân. Zâlimlere meyletmeyin değil de destek ve dayanak olmayın diye çevrilmeli. Bütün mealler meyletmeyin diye çevirmiş. Rüknün çoğulu erkân; devlet erkânı = devleti yöneten ileri gelenler = sivil-asker bürokrasi. Rükn, aynı sûrenin 80. âyetinde de geçer. Lût (a.s.), kavminin Ona yaptıklarına karşı keşke size karşı güçlü bir dayanağım (= “ilâ ruknin şedîd”) olsa da ona sığınabilseydim, der. Fıkıhta dinin temel hükümlerine erkân-üd dîn denir. Kâbe’nin köşelerine de rükn denir. Rükn-ü yemânî (Yemen tarafını gösteren köşe); rükn-ü ırâkî (Irak tarafını gösteren köşe); rükn-ü garbî (Batı tarafını gösteren köşe); rükn-ü hacer-ül esved (Hacer-ül Esved köşesi) gibi. Kâbe’de (zannımca) direk yok ama köşeler direk vazifesi görüyor.

KELİMELERİN DÜNYASI

Kelimelerin dünyası, dilin dünyasıdır; bu dünya, ‘insanların dünyası’ gibidir. (Exupery’in kitabından esinlenildi) Her dilin, kelime yapısı (grameri) ve kelimelere yüklediği anlam farklıdır. Biz, su deriz; Araplar mâe der, Persler âb der; İngilizler water, der... Bazı dillerin kelimeleri önden ulamalı (eklemeli); bazılarınınki sondan ulamalıdır; bazı dillerde, -- Arapçada olduğu gibi --, sesli harf bulunmaz, onlara sesi (= hareketi) harekeler verir; bizde (Türkçede) ise, 8 sesli (ünlü) harf vardır; sessiz (ünsüz) harflere onlar ses (ün) verir... Bazı dillerde eş-anlamlı kelimeler vardır, bazılarında yoktur, eş-anlamlı gibi görülen kelimeler, aslında yakın (= benzer!) anlamlıdır. Eşlik = eş olmaklık, benzerlik = benzer olmaklık, hele hele de aynılık = aynı olmaklık demek değildir. Anlam benzerliği olan kelimeler, aynı ailedendir ama ailenin her üyesi aynı değildir... İlâh, hele de Allah, kelimesi, hiçbir kelimeye benzemez; O’nun hiçbir kelime (= şey) ile benzerliği yoktur. = “leyse kemi

KUR'AN'I ANLAMA

Anlama, bişeyi anlamadır. Anlaşılacak olan o şey olmadan, anlama gerçekleşmez; bu da, anlayan kişi (= anlayan) ile mümkün. Anlayan kişiye, fâil = anlayan; anlaşılan şeye de (= anlaşılacak olana da) mef’ûl denir; ikisinin kökü de feale (فعل)’dir. Anlamak kelimesi Arapçada : Derake’den idrak etmek; fekaha’den fıkh etmek; alime’den bilmek; arife’den marifet kesbetmek gibi anlamlara da gelir; nazara’dan (= bakmaktan!) nazar etmek; semia’dan işitmek de bi tür anlamaktır. (“Biz, insanı “semîan basîrâ” kıldık.” 76/2) "Onlar, işitmezler, görmezler, fıkhetmezler, hayvanlar gibidirler; belki de daha aşağı = edall." (7/179.) Eğer, anlama, anlayan kişi ile mümkün ise; anlayanın içinde bulunduğu şartlar (= kültür, bilgi birikimi, anlama kapasitesi, vs.) anlamayı etkiler. Bu durum, Kur'ân’ı anlama için de geçerlidir. Kur'ân’ı okuyan, Onu mevcut birikimi ile = içinde bulunduğu imkân ve şartlara göre okur. Herkesin birikimi ve içinde bulunduğu imkân ve şartlar aynı olmadığından, herk

BİLMENİN MÂHİYETİ

Zannımca!, mâhiyet, mâ (ما) ve hiye (هى)’nin birleşimidir. Hiye (هى), Hüve (هو)’nin müennesi; mâ (ما), ne; hüve ve hiye, o demek. Hüve (هو)  sadece O’na mahsus. “Lâ ilâhe illâ Hû (هو).” Sadece O’nun gerçek Hüviyeti var. Bize hüviyetlerimizi de O vermiştir. Mâhiyet, o nedir, nasıl bi şeydir?! anlamındadır. Bizler, şeylerin mâhiyetini bilebiliriz ama O’nun mâhiyetini (= mâHüve’sini/Hüviyetini) bilemeyiz. O’na kul olmazsak bizler de O’nun “yanında” birer “hiye”yiz, “şey”! hükmündeyiz; olursak, O bize de birer hüviyet (= kimlik ve kişilik) verir. ... Her şey, sudan = mâe’den (ماء) yaratılmıştır. “ve cealnâ minel mâi külle şeyin hayy” (21/30). Allah-u A’lem, Allah’a göre yaratma, şeylere sadece hemze (ء) ilâve etme gibi bişey!. Mâhiyet şeylerin bilgisi ise, şeyleri nasıl bilebiliriz?!. Onların ne (= mâ) olduklarına ve nasıl (= keyfe) olduklarına bakarak. (gözlem yaparak!.) Şeyler hakkında önceden gözlem yapanların (önceden onlara bakanların) bize bildirdiklerini dinleyerek ve okuyarak. (= s

SA'Y

Sa’y : • Safâ ile Merve arasında yapılan yürüyüş. • Çalışma, çabalama. Mesaî (مساعى) de çalışma zamanı. Sa’y, Kitâb’ta 30 yerde geçer. Bazı mesailer (sa’yler), boştur, boşunadır; bazıları da teşekkürü hak eder. Gâşiye 3. âyet : “âmiletün nâsibetün” (amelleri nasbedilmiştir, onlar sadece yorgunluk elde ederler) der. Nasab, yorgunluk demektir. (Nasab için Bknz. 35/35), onların eline geçen, sadece yorgunluktur. İsrâ 29. ve İnsan 22. âyetler : “... onların sa’yleri meşkürdür.” (teşekkürü hak eder.) der. Necm 39. ve 40. âyetler : “Her insan çalışmasının (sa’yinin) karşılığını görecektir.” der. Leyl 4. âyet de : “Sizin sa’yleriniz (çalışmalarınız) farklı farklıdır, çeşit çeşittir.” der. ... Kimi mesaisinin karşılığını peşin/hemen (= dünyada) alır; kimi öteye bırakır; kimi de ne kazanacağını bilmez, bilemez. Ben, ne kazanacağını bilmeyenler, bilemeyenler hakkında iki çift kelâm edeceğim. Oyunda da (= oyun oynarken de) kimin kazanacağı, (oyun öncesinde de oyun esnasında da) bilinmez. Oyun

RÜŞT ve MÜRŞİT

Rüşt, doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayırabilecek olgunluğa (yaşa?!) gelme, akıl baliğ olma. Mürşit, bu özelliklere sahip olmayanlara rehberlik eden, yol gösteren (kişi). Bu kadar çoook insan, kendine bir mürşit arıyor veya bir mürşide bağlanıyorsa, hatta ‘mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır, (= Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır.) deniyorsa, bu insanlar, 40-50 yaşlarına gelmiş olmalarına rağmen, hâlâ rüşde erememiş ve çocuk kalmışlar demektir. ... Sorumluluk Dînî dıyla mükellefiyet, teklife muhatap olma. Sorumluluk bireyseldir. Herkes kendinden (kendi yaptığından) sorumludur. Birilerini taklit ederek yaptığımız işler, yarın yanlış çıkarsa, bize senin aklın yok muydu?! denecek.  Efendimiz, kendi kızı Fatımâ’yı bile kurtaramayacak. Ona : ‘Kızım, babanın Peygamberliğine güvenme, nefsini Allah’ın satın almasını sağlayamazsan, Ben senin namına bişey yapamam.’ (Müslim, İman, 89.) demiştir. İsmet sıfatına sahip olan bir kul, kızına bunu söylerken, bizim mürşitler, müritlerin

LÂ HAVLE...

"Lâ Havle ve lâ Quvvete illâ Billah..." Güç ve Quvvet sadece Allah’tan, Allah için... Lâ ve illâ kalıbı, hem nefy hem isbat bildirir.  Allah’ın gücü ve kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur; bütün güç ve kuvvetler O’nundur. Bütün güç ve kuvvetleri, sahiplerine O vermiştir. “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” da böyle/bu kalıptadır. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah’ın ilâhlığından başka bir ilâhlık yoktur, olamaz. İlâhlık taslayanlar, O’nun İlâhlığını gasb ederler. O, gücünü kuvvetini başkalarına verir ama ilâhlığını vermez. İlâhlık, sadece O’na = O’nun Zâtına tahsislidir.  İlâhlık taslayanlar, gücü ve kuvveti de kendilerinin bilirler; ben yaptım, ben ettim, ... derler. Sadece Allah’ı ilâh bilenler, bütün güç ve kuvvet Sen’indir, Sen’dendir, derler. Güçleri ve kuvvetleri azalınca ya da kalmayınca, O’ndan güç ve kuvvet alırlar. (Şarj olurlar.) Nasıl?!. İbâdetler, O’ndan güç almanın yollarıdır. Namaz, insana manevî güç ve kuvvet, Oruç, insana dayanıklılık, Zekât, zindelik, Hacc, birlikt

SAAT KAÇ?!.

Saat : • Zamanı ölçen âlet.  • Kıyamet. Kıyamet anlamındaki saat, zamanın sonu. (45/27.) Saat yaklaştı... = “ikterabet-üs saah...” (54/1.) Saat (ساعة/الساعة) Kitâb’ta 49 kez geçer. Saat, Kitâb’ta bizim kullandığımız anlamıyla da geçer = “saat-en min-en nehâr”; ama bağlam, kıyamet sonrası bizim dünya algımızdır. O zaman, dünyada kalış süremizi, günün bir saati gibi algılayacağız. (10/45) Saat, bize burada verilen sürenin (ecelin) de en küçük parçasıdır. O ecel geldiğinde (ömür sona erdiğinde) bu süre, ne bir saat ileri ne de bir saat geri alınır. (10/49) Bu saatler, nekradır; kıyameti belirten saatler ise ma’rifedir. 30/55’teki saatler, hem nekra hem ma’rifedir; ma’rife olan, kıyameti; nekra olan, eceli ifâde eder.  Muhtemelen buradan hareketle, saat : küçük saat (= insanın ölümü); orta saat (medeniyetlerin ölümü); büyük saat (= kıyamet) olarak gruplandırılmıştır. Çoğu insan, saat dolunca (kıyamet kopunca) ne olacak (?!), sorusu ile ilgilenmez; ilgilenenlerin çoğu da meseleye dehrîl

ZAMAN

Zaman, mekândan ayrı değil. Mekân olmasa, zaman da olmaz. Zaman, mekân içinde; mekân da zaman içinde... Tanrı olmasa, hiçbir şey olmaz. Zaman, hem ân (gün), hem dün (geçmiş), hem de gelecek; mekân, zamanın da mekânı; zaman, mekânın da zamanı. Bizler, zamansız ve mekânsız olamayız, yaşayamayız, düşünemeyiz. Zamansızlık ve mekânsızlık (= ölümsüzlük), sadece Tanrı’ya mahsustur.  Dehrîler, zamana taparlar; bizi yaşatan ve öldüren zamandır, derler. Dehr, kesintisiz akan zaman, demektir. Mekânda olduğu gibi zaman da Tanrı’nın emrindedir, O’nun kuludur; O, onlara emredince, O’na kayıtsız-şartsız itaat edecekler = ölecekler = kıyamet kopacak; sonra O, onları tekrar yaratacak = olun! diyecek... Allah-u A’lem. 

MEKÂN

Mekân, kevn’den, mahal, yer. Kevn, oluş; kün (كن) emrinin mimli mastarı, olan şeylerin (= olanların) bir mekândaki konumu, durumu, bulunuşu, oluşu, onların evi. Olanlar, bulundukları mekâna göre, aşağıda-yukarıda (= üstte-altta), sağda-solda, ... (bütün cihetlerde, yönlerde) olurlar. Yukarı olanlara “yüce = ulvî”, aşağı olanlara “aşağı = süflî” denir. Ama, (tüm olan) şeylerin ulvîlik ve süflîlik derecelerini, sadece bulundukları mekâna göre belirleyemeyiz. Aynı mekânda (yerde) olanlar, birbirlerinden daha ulvî (yüce) ve daha süflî (aşağı) olabilirler. Bir insan, bir sözü veya davranışı ile kendini yüceltirken; öbürü, düşürebilir; oysa ikisi de aynı mekândadır.  Demek ki, ulvîlik ve süflîlik, sadece mekânsal (mekâna bağlı) değil/miş!. Allah, bir mekânda değil ama hep ulvî (= yüce, ulu). “Sübhâne Rabbi-yel Âlâ.” “Sebbih İsme RabbiKe-l A’lâ. = Yüce (A’lâ, Ulvî) Rabbinin İsmini tesbih et! ” (78/1.)  ‘SübhâneKe Allahümme : Sen Sübhânsın, Ey Allah’ım!.’ (Tesbih : Tenzih ve Takdis demek. Sebe

DÜZEN

Düzen düzen deyip duruyor, üstelik bunu din karşılığında da kullanıyorsun; düzenden ne anlıyorsun, bi tarif et!. Edeyim. Düzen : 1) Bizde ve etrafımızda bulunan, görünen-görünmeyen her şeyin işleyişini (devamını) sağlayan planlamadır, bunu kurucu irade yapar. 2) Bu iradenin yaptığı planın somut/görünür hâlidir.  İki husus dikkatinizi çekti umarım. Düzen kurucu irade ve kurduğu düzen. Her düzen kurucu irade, düzgün (işleyen bir) düzen kuramaz ve işletemez. Çoğu düzenler hatalı işler ve o irade, bu hatasını fark edince, düzenin kurallarını değiştirir. Demokratik düzenlerde de yasa kurucu/koyucu irade, ya işleyişe (sosyolojiye) bakar, aksaklıkları görür, ona göre yasalarda tadilât yapar; ya da keyfine göre = despotça bir değişim yapar, düzen kurar. İlkinde, bu iradeyi sosyoloji (toplum) belirler; toplumdaki değişim, yasalarda değişime yol açar; değişim olmuştur; yasa (yasa koyucu irade onun) peşine takılmıştır; belirleyici olan, olan/mevcut durumdur; olması gereken değil. İkincisindeki ir

MÜCRİM

Mücrim : Cürüm (suç) işleyen. Suç, yasa (= kural) ihlâli. Her düzende yasa (= kural) olur; yasalar düzen kurar; yasaları çiğneyenler de o düzeni ihlâl eder. Dinde suçun karşılığı günahtır (ism =اثم), ésim de günahkâr. Zenb, seyyie, mağsiye, hata, cürüm gibi kelimeler de günah karşılığı kullanılır. Her günahın cezası aynı değildir. Din, en büyük günah olarak şirki ve inkârı görür, çünkü bu günah, doğrudan dinin (âlemlerin) sahibi Allah’a karşı işlenmiştir. Şirk, Allah’a ortak koşmak; inkâr, O’nu yok saymak. Bir adam müşrikse, onun yaptığı hiçbir iyilik ondan kabul edilmez. (Bknz. 39/65.) Dikkat!, belki bizim yaptığımız iyilikler de kabul olmayacak!. Tarih boyunca, şirk koşanlar (müşrikler), inkâr edenlerden (atelerden) çok olmuştur; ateler = ateistler bile bir tanrıya inanırlar, Tanrı olmadan kimse yaşayamaz. Şirk ve inkâr dışındaki suçlar = günahlar, doğayı ve insanları (tabiatı) ilgilendirir, onlara zarar verir. Mesela namaz kılmamak, hem kılmayana hem kılmayan üzerinden topluma zarar

PUT

Put : İlâhın (ilâhların) somut hâli. Heykel/ler. Anıt/lar. Âbide/ler. Sanem/ler; çoğulu, esnâm. Cahiliye, putların (heykellerin) manevî güçleri olduğuna inanıyordu; o putlar, kabile üyelerini birbirlerine bağlıyordu. Hz. Nuh zamanında Ved, Yeus, Yesúg, Yevûq, Süvâq ve Nesr gibi putlar vardı; Hz. Nuh’un kavmi bunlara tapıyordu. Hz. İbrâhim zamanında da. İbrâhim : “Neye tapıyorsunuz?!.” diye sormuş; kavmi : “putlara (esnâme), onların “gölgesinde” yaşıyoruz (onlar bizi koruyor) onlara bağlılığımızı sürdürüyoruz.”, demişlerdi. “fenezallü lehâ âkifîn”. (26/71) (Akefe: bağlanma, bağlılık; âkif, bağlı.) Efendimiz zamanında da bir çok (360) put vardı, onlar da onlara bağlılıklarını sürdürüyorlardı. Putlar, sadece taştan, mermerden, çamurdan yapılmış bir takım heykeller (şekiller) değildir; o toplumların ekonomik, siyasî, kültürel hayatlarına şekil ve düzen de verirler; hayatın düzeni onların hatırası ile şekillenir; bu düzen, atalardan kalmadır, süregelen ve süregiden bir yaşamın simgeleridir.

NASIL BİR İLÂH?!...

Buna benzer, sorgulayıcı bir soruyu Şuara 23. âyette, Firavun sorar, orada sorulan rabdır; rabla ilâh müteradiftir; rab kimse, ilâh odur; ilâh kimse, rab odur. Firavun : “ve mâ rabbul âlemîn?!.” = âlemlerin rabbi de kim/miş (ben b/öyle bir rab tanımıyorum), ben varken başka bir rab/ilâh mı; böyle bir rabbin/ilâhın varlığını nerden çıkardın?! (Ey Mûsâ) diye sorar. Mûsâ da : Anlayışın açık olsaydı (= mûkınûn olsaydın) O’nun, göklerin, yerin ve ikisi arasında olanların (= herkesin ve her şeyin = âlemlerin) rabbi olduğunu anlardın. “Ne dediğini duydunuz mu?!. ... bu bir deli = aklını yitirmiş...” (26/25-27) ... Bu diyalogu, bugüne taşıyalım ve meseleye inananlar ve inanmayanlar açısından bakalım. Mesele ne?!. Nasıl bir ilâha (= Allah’a, Rabbe) inanıyoruz?!. İnanmayanlar zaten inanmıyorlar ama, inananlara şöyle sorular soruyorlar :  Sizler her şeyi yaratan ve her şeye gücü yeten bir Tanrı’ya inanıyorsunuz, O’nu seviyorsunuz ama sefalet içinde yaşıyorsunuz, bir taraftan açlık, çaresizlik ve

ANLA(Ş)MA

Anlama ayrı; anlaşma ayrı. Anlama, büyük oranda bireysel; anlaşma ise, toplumsal (en az iki kişiyi gerekli kılar). Bişeyi (bir meseleyi, bir konuyu) anlarız, ama çoğu zaman, bir meselede, bir konuda anlaşamayız. Anlaşmayı söze dökmeye mukâvele; eyleme dökmeye sulh, denir; sözde (kavlde) anlaşamayanlar, eylemde (davranışta) anlaşamazlar. Müslümanla Müslümanın (= Müslümanların) anlaşmasını sağlayan en büyük SÖZ (= imkân), “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” sözüdür. Tekrar ediyorum : Sözde (kavlde) anlaşamayanlar, eylemde (davranışta) anlaşamazlar. ... Müslümanlar niye anlaşamıyor?!. Müslüman olmak, “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” Sözünü söylemek. Pekiî, Müslümanlar, bu Sözde anlaşabiliyorlar mı?!. Bunun için ilâhın ne anlama geldiğine bakmak; Şuara Sûresi, 10 ilâ 30. âyetleri arasını, özellikle 29. âyeti, çook iyi anlamak gerekiyor. 29. âyet, Firavun’un Hz. Mûsâ’ya söylediği şu sözü aktarır. “Eğer, benden başkasını ilâh tutarsan, Seni zindana atarım.” Aynı Firavun, Naziat, 24. âyette, "ben sizin yüc

ŞEYTANÎ GÜÇ/LER ve DÜZEN/LER

İşleyen (yürürlükteki) düzen/ler, şeytanî; başlarında da büyük şeytan var. Buna rahmetli Humeyni Amerika, demişti ama bence Amerika’nın arkasında da görünmeyen (kendilerini göstermeyen) daha büyük şeytanlar (= küresel güçler, sermayedarlar) var. Amerika’nın başındaki adam, “saçmalayan ve yürüyemeyen bir kukla”; onu da bu küresel güçler ve sermayedarlar idare ediyor; çıkarlarına ters düşen güçlere de meydanı dar ediyorlar. Eûzü çekerken, bu güçler aklımıza gelmezse, Allah’a sığınmamız mümkün olmaz. Bu güçlerden Allah’a sığınma, Allah’ın dediğini yapma = Allah’ın dinine göre yaşama sözünü verme demektir. Bu güçler, bizim önümüze (pazarımıza) biiir sürü “yasak ağaç/meyve” koyuyorlar ve ye!, tadına bak!, diyor; o meyveler (= evler, arabalar, vs.) bize tatlı geliyor. Yarın, bu güçlere baş kaldırır = isyan edersek, Filistin’e (= Gazze’ye) döneriz; o zaman da milyon dolarlara aldığımız bu evler ve arabalarla bir çuval un alamayız. ... Ötede ise, burada sahip olduklarımızın tamamını (dünyayı),

NEDEN FİLİSTİN (= GAZZE)?!...

Filistin, bu dünya sistemine (= sistemin tanrılarına) bağlılığı reddeden en âsi “çocuk”!; çocuk diyorum, çünkü daha akıl bâliğ olmamış; sistemin tanrılarıyla nasıl mücadele edeceğini bilmiyor. Sistemin tanrıları, siyonistleri kullanarak Filistinli “çocuklardan” öc alıyor. Buna, sistem tanrılarının gazabı da denebilir. Böyle “akılsızca”! tek Tanrı’ya inananların başına böyle büyüüük imtihanların, büyüüük musibetlerin gelmesi mukadder. Bu gibi imtihanlar, yarın biz akılsızların başına da gelebilir; bizler, gelmesin! diye o “büyük”! dünya sistemine (BOP’a, AB’ye, Kapitalizme) üye olmak = girmek için büyük çaba sarf ediyor, onun tanrılarına itaat ediyoruz. Bu da yanlış; bu da akıllı bir davranış değil; o tanrıların dünyayı cehenneme çevirdiğini görmüyoruz. Tüm dünyada, özelde de Filistin’de (= Gazze’de) yaşananlar : Ey insanlar, ey devlet olduğunu zanneden devletler!, eğer, benim kurduğum dünya sistemine entegre olmaktan vazgeçer, benim emrimden çıkarsanız, ‘işte size Filistin!.’ demek içi

HANGİ HAYMANLAR KURBAN OLUR?!.

Başlıkta bir yanlışlık yok. Siz, göz alışkanlığı ile hayvanlar diye yanlış okumuş olabilirsiniz. Öyle okuduysanız, onu da söyleyeyim. Kuyruğu kesik, boynuzu kırık olmayacak, yaşını doldurmuş (dişini atmış) olacak; daha fazla bilgi için ilmihâl kitaplarına bakın. Niye hayman yazdım. Filozoflar, insana konuşan hayvan, toplumsal (sosyal), siyasal hayvan, öğrenen hayvan, vs diyorlar; ben, insana hayvan dememek için hayman dedim; Arapçadan hay-ı, İngilizceden man-ı aldım; ona yaşayan adam (insan) dedim. Kurban, Allah (rızası) için, Allah yolunda kesilen hayvana (danaya, düveye, tosuna, deveye, koyuna) deniliyor, değil mi?!. Pekiî, bu hayvanlar kurban oluyor da haymanlar (= insanlar) niye kurban olmuyor; hayvanlar, insanlardan daha mı üstün?!. Bu soruya sizin cevap vermenizi isterim; ben şimdi cevap verirsem, yazının esprisi kalmaz.  İnsanlar, kendileri kurban olmaktan kaçındıkları (korktukları) için hayvan kurban ediyorlar. Oysa kurbanı, İbrâhim ve oğlu İsmail gibi, kendilerini, Allah’a tes

KARANLIK ve AYDINLIK

Karanlık, ışığın olmaması. Işık ne?!. Güneş, elektrik, (mi)?!. Çoğumuza göre evet.  Çook azımıza göre değil. “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” (24/35) Nûr, ışıktır. Karanlık, ışığın olmamasıdır. Aydınlanma İllimünation. Adam Weishaupt tarafından 1776’da kurulmuş masonik bir teşkilât. Fikir babaları aydınlanmacılar. Onlara göre aydınlanma, “Orta Çağ karanlığından” çıkış. Orta Çağ, karanlık mı?!. Evet karanlık, ama aydınlanma dedikleri şey de ondan karanlık. İllimünati (aydınlanma) teşkilatı, kilise dinine karşı kurulmuştur ama kendi de “gizemli bir din” olmuştur. Bu dinin kökleri rönesansa (ve reforma) kadar gider. Avrupa, 14 ve 15. yüzyıllarda kilise baskısından kurtulmak için Yunan felsefesi ve sanatına (tiyatro, heykel, vb.) sarılmış, aydınlanmayı (kurtuluşu) Yunan aklında aramıştı. Bu Yunan aklı, İslâm dünyasının da başına belâ olmuştu, güya modern İslâmcılara göre İslâm dünyası da Yunan aklı ile “aydınlandı”!. Esasında bu akıl, insanlığı karanlığa itti; hem de zifiri bir karan

KOPUŞ...

Kant’ın meşhur ‘Aydınlanma nedir?’ makalesi, “eskiden” (= metafizik bütünlükten) kopuşu ifâde eder; bunun üç ayağı vardır : • Tanrı’dan kopuş. = İnsanın bağımsızlığı. • İnsan aklına güvenme. = Vahyi terk etme.  • Dünyaya bağlanma. = Âhireti inkâr etme. Aydınlanma, insanı BÜYÜK olandan koparmış, çoook küçük olana bağlamış, buna da özgürlük demiştir. Yerseniz,... buyrun!. ... Tanrı’dan kopan insan, bir çook sahte tanrıya bağlanır. Akıl, vahye; vahiy, akla ters değildir. Dünya, âhiretin tarlasıdır; âhiret, dünyada kazanılır. Bunları birbirinden ayıran aydınlanma (= modernizm), ahlâkı dayandıracağı bir yer bulamamış, çoklu ahlâkta karar kılmış; ahlâkı da tanrılar gibi çoğaltmış; aynı tanrılar gibi ahlâkları da birbirleri ile çatıştırmıştır. 

UMUT

Umut, geleceğe yöneliktir, umudun yüzü geleceğe bakar; umut, gelecekte gerçek olmasını arzuladığımız şeyin yüksek beklentisidir. Gelecekten beklentisi olmayanlar, umutsuzdur. Umutsuzluk, yıkımdır. Kierkegaard, umutsuzluğa ‘ölümcül hastalık’ der. Umutsuz adam her şeyini yitirir; benliğini bile. Umut olmazsa, sabır da olmaz. “Büyük kafaların”! intihar etmesi, umutsuzluktan.  Öte (âhiret) umuttur. Âhiret yoksa, bütün umutlar (yapılan-edilenler ve ân) boşa çıkar. Umudun gerçekleşmemesi, insanı karamsarlığa (ye’se) sokar. Âhiret inancı, Müslümanın “can simididir”, onu bunca sıkıntıların/dertlerin, haksızlıkların (adâletsizliklerin) arasında “boğulmaktan” kurtarır; o, korku ile umut (= havf ve recâ) arasında yaşar. ... Umuda sarılmak, ona bugünden hazırlık yapmayı gerektirir. Umut yoksa, hazırlık da yoktur. Bize umut aşılayan en büyük motivasyon, âhirettir (= hesaptır, cennettir); daha büyük umut ise, Rıza-i İlâhîdir; ikisi birbirinden ayrılmaz; Rıza-i İlâhî’ye kavuşan, doğrudan cennettedir.

FİRÂK

Firâk, ayrılış, ayrılma, ayrılık. Fark, bişeyi, bişeyden ayıran şey. Müteferrik, farklı. Fırka, hizip, bölük, grup, cemaat. Furkân, doğruyu yanlıştan ayıran = Kur'ân. Kitâb’ta FRK kökü, 72 yerde geçer. (72 fırka sözü, sanki boşuna söylenmemiş gibi!) Bu yazı, doğrudan firak kelimesine odaklanacak. Firâk, bir yerde (Kıyamet, 28) harf-i tarifle; bir yerde de (Kehf, 78) harf-i tarifsiz geçer. Kıyamet, 28’deki harf-i tarifli firâk, ölüm ânındaki ayrılışa; Kehf, 78’deki harf-i tarifsiz firâk da Mûsâ ile Hızır’ın (= kendisine ilim ve rahmet verilen kulun, 65. âyet) ayrılışına işaret eder. Ayrılışlar zordur. Bu zorluk, sevdiklerimizden ayrılma, onları bir daha görememe zorluğudur. Burada, dünyadan ayrılışın (= ölümün) zorluğuna değinilecek. Kimi, malı çook sever; kimi makamı; kimi, eşini, evlâd-u iyâlini; kimi de “iyiliği, iyilik (hayr) yapmayı”... En çook sevdiklerimiz buradalarsa, dünyadan ayrılış (= ölüm) çook zor olacak; bunu bilelim, buna inanalım. Çünkü, onlar için gecemizi gündüzümü

BU HAYATIN SONU

Hayatın kısa vadeli sonu : herkesin tek tek ölümü; uzun vadeli sonu da kıyamet. (= her şeyin toptan ölümü) Ölüm sonrasını “bilmiyoruz” ama Bildiren’e inanıyoruz. Allah-u A’lem, ölen için, ölümden kıyamete kadar zaman duracak; birinci surla kıyamet kopacak; ikinci surla da “yeni bir hayat” başlayacak... Bu hayattan, o hayata götürebileceklerimiz, sadece amellerimiz; başka hiçbir şey, hiçbir işe yaramayacak.  Buradan götürdüğümüz amellerimize göre, orada bizim için “yeni/den bir hayat” başlayacak. Bundan sonrası için sözü, Kur'ân’ın Zümer Sûresi 68 ilâ 75. âyetlerine bırakalım. “O gün sûra üflenir; Allah’ın dilediklerinden başka göklerde ve yerde kim varsa kıyametin dehşetinden çarpılıp cansız yere serilir. Sonra sûra bir daha üflenir; bir de bakarsın ki, bütün ölüler dirilip kabirlerinde ayağa kalkmış, merak ve endişe içinde etraflarına bakınıp duruyorlar.” (68) “Yer, Rabbinin aydınlığı ile aydınlanır, kitap ortaya konur, Nebîler ve tanıklar getirilir; aralarında hakk ile karar veri

GÖRÜŞ

Görüş, görme sonucunda oluşur. Her görme (görüş) aynı değildir. Bu kısa notta, Hûd, 27. âyete değinilecek. Bu âyette, reâ fiili dört kez kullanılır. (3 nerâ, mâ ile olumsuz şekilde; 1 de re’ya şeklinde; mânerâ, biz görmüyoruz; ancak [Sana uyan] re’ya’yı = sığ/dar görüşlü insanları görüyoruz.) Sığ/dar görüşlü insanlar kimler?!. Nuh (a.s.)’a inananlar. Kavminin (memleketin) inkarcı ileri gelenleri (= meleleri) diyorlar ki Nuh (a.s.)’a : “biz, Seni bizim gibi bir adam (= beşer) olarak görüyoruz (= olağanüstü bir adam olarak görmüyoruz); Sana uyanları (tâbî olanları) da düşünmeden Sana inanan, sığ düşünen, dar görüşlü, aşağı tabakadan (sınıftan) adamlar olarak görüyoruz (= onlarda da olağanüstü bir üstünlük görmüyoruz); Sizin bizden üstün (faziletli) olduğunuzu da görmüyoruz. Bu üstünlüğü nereden alıyorsunuz?!. Siz de bizim gibisiniz, üstelik daha da aşağı!), bize göre (= nazunnuküm) Siz, yalancısınız.” (11/27) Bu kavmin gördüğü de bir görüş, ama sathî/yüzeysel, dış/sal bir görüş; onlar, s

RÜYÂ

Aslı, rü’yâ (رؤيا). Kelimenin fiil hâli : Reâ (رأى), re’y. Ehl-i Re’y (Ehl-i Hadis) de ismini buradan alır. Ehl-i Re’y, akılları ile görenler; Ehl-i Hadis, Efendimizin gördüğü ile yetinenler, demek; ru’yet (= rü’yet) ise, görüntü. Arapçada reâ gibi görmeyi karşılayan bir çok fiil var : Ayn. Basar. Nazar. Müşâhade. Énes (= Ünsiyet). Ayn : Kafa gözü ile görmek. Basar : Kalp gözü ile görmek (= Basîret). Nazar : Akıl ile görmek (= Nazariye). Müşahede : Şâhit olmak (= Şuhûd = Kanaat = İnanç!). Énes : Fark etmek (= “Énestü nâren”. 20/10) Bu âyette Hz. Mûsâ, gördüğü ateş için hem reâ hem énes kelimesini kullanı/lı/r ama önce reâ, sonra énes; reâ ile görülmeyene ünsiyet kesbedilmez = yaklaşılmaz.  ... Efendimize vahy, çoğunlukla rüyasında gelir/miş. Necm, ilk 20 âyete bakın. 11,12 ve 13. âyetlerde reâ fiili geçer; denir ki : “Gördüğünü kalbi yalanlamadı. Şimdi siz bu konuda Onunla tartışacak mısınız?!. Onu daha önce de görmüştü.” (İlk kez görmüyor.) Yine Efendimize, Sana mahsus (has) olmak üze

İSTİHARE (= استخاره)

Bir işin hakkımızda hayırlı olup-olamayacağını öğrenmek için abdest alarak ve duâ ederek uykuya yatma ve görülecek olanı uykuda (= rüyada) görme. İstihâreyi bize böyle öğrettiler de, böyle görülen/görülecek olan rüyanın doğru mu yanlış mı (sâdık bir rüya mı, kâzib bir rüya mı) olduğunu söylemediler. Bunu bilebilmek mümkün mü, nasıl?!. İstihâreye “uyanıkken yatarak”!; ve görülecek olanı uyanıkken (şuur yerinde, akıl başta iken) görmeye çalışarak (bilmek ve görmek) mümkün.  Secde, 15. âyette, ki secde âyetidir, geçen harrû ( kökü : harre veya hayr =خر/ خير) kelimesi, istihârenin de köküdür; harre : hayr görmek için secdeye kapanmak, kapaklanmak, “yatmak”, düşmek, yıkılmak, bayılmak gibi anlamlara gelir. Noktasız harre (حر) ise, sıcaklık ve özgürlük demektir; hürriyet (hurriyet, hurr) oradan gelir. Secde, Rabbe en yakın olunan ândır; secdedeki kişi, “mahvolan/yok olan” “üzerindeki her şeyi” (noktayı)! atan kişidir; orada onu ter (sıcaklık) basar... sonra “kendinden geçer”... sonra da hür/

BÜTÜN MESELE...

Bütün mesele, iktidar (güç) meselesi, o gücü elde etme ve elde tutma meselesi. Friedrich Nietzsche, meselenin sınırına kadar geldi (übermensch = üst/ün insan, dedi), o gücü yanlış adrese verdi; ve bu yüzden intiharı (çıldırması) kaçınılmaz oldu. Çünkü insan, bu kadar ağır (ve büyük) bir yükün altından kalkamaz; çünkü, âlemlerin rabbi insan değil.  Ama insan, yine de kendini âlemlerin rabbinin yerine koyuyor; her şeyi sahiplenerek, “benim” diyor.  “Benim” demek, güç bende, demek. Bu ev benim. Bu çocuklar benim. Bu ülke benim. Bu akıl benim. Bu din benim... “Benim”, demeyelim mi?!; diyelim de, bütün bunların üzerinde benim yegâne otorite sahibi olmadığımı; bunları benim yaratmadığımı, bunların bende emânet olarak bulunduğunu, bunlarla benim imtihan edildiğimi/zi de bilelim!... Bütün mesele, bunları “ele geçirme,  mülk edinme” ve bunlar üzerinde “mutlak hâkimiyet” kurma meselesi... Mutlak Hâkim biz değil de, Allah olursa -- ki bu, ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’ demenin pratik şeklidir --, bütün

HER İNSAN AYNI DEĞİL.

Kimse kimseye benzemez, benzemiyor; fiziken de metafiziken de; herkes “özel”; ama bu, insanları insan olmaktan, insanlık dairesinden çıkarmıyor. Bu, imanî alan için de geçerli. İman dairesi de, insanlık dairesi gibi (geniş). Herkesin imana dayalı söylediği sözlerin, yaptığı amellerin derecesi ve kalitesi aynı değil. Bu yüzden, cennetin de cehennemin de sayısız dereceleri (= deracât) var. İnsanlıkla, imanlılık arasında da karşılıklı bir korelasyon (orantı) var; insanlık arttıkça iman; iman/lılık arttıkça insanlık artar; düştükçe de düşer.

HASRET

Hasretin iki anlamı var : 1) Özlem, özleyiş. 2) Deriin pişmanlık. İkisi, birbiri ile bağlantılı/ilgili. İlki, eskiden yaşanan ama şimdi ‘yaşanmayan’ bir durumla ilgili; ikincisi, eskiden ‘yaşanmayan’ bir durumun pişmanlığı. Dikkat ettiyseniz, ikisinde de ‘yaşanmayan’ kelimesi ortak. Yasin, 30. âyet, bu iki duruma da hamledilebilir. Bunun gibi, Zümer, 56.; Hakka, 50. âyetlere de bakılabilir. Meryem, 39, hasret gününden (= yevm-ül hasret) söz eder. Enfal, 36 da, kâfirlerin, insanları Allah yolundan döndürmek (veya engellemek) için harcadıkları mallarının (paralarının), onların başına büyüüük dert açacağını/olacağını söylerken, hasret kelimesini kullanır; bu, çoook deriiin pişmanlığa karşılıktır. Bir insan, bu tür bir özlemi ve pişmanlığı (= hasreti) niye duyar?!. • Eskiden yaptığı iyilikleri, güzellikleri devam ettiremediği için. • Eskiden hiç iyilik, güzellik yapamadığı, hep kötülük ve çirkinlik yaptığı için. Eski ne, nere?!. Dünya, dünyada yaşadığı hayat, imtihan yeri, burası. İnsa

ŞEHÂDET

Şehâdet nedir?!. Şahit olma ve şehit/şehîd olmadır. Şahit olma, karşılıklı = iki yönlü; şehit olma, tek yönlüdür. Biz, Allah’ın ("varlığına"! ve Zâtına değil, O’nun Zâtına sadece Kendi şahittir.) tek ve yegâne ilâh olduğuna şahit oluruz, şehâdet ederiz; Allah da bizim her şeyimize = her yaptığımıza = bize, şâhit olur. Bu durum, Kitâb’ın çeşitli âyetleri ile sabittir. (Bknz. Maide, 111 ve 117. En’am, 19. Yunus, 46 ve 61. Ahzab, 55. Burûc, 9.) Peygamberler de şâhittir. (Bknz. Ahzab, 45. Fetih, 8 ve 28.) Kişi, kendi yaptığına da, kendine de şâhittir. O gün, onun elleri ayakları yaptıklarına şâhitlik edecektir. (Bknz. Kaf, 21. Yasin, 65.) Önemli olan, doğru şâhitliktir. Ötedeki şâhitliğin ille de sözle/dille olması gerekmiyor; her organın bir dili var; Yasin, 65 buna (da) işaret eder. Eylemleri (davranışları) ile Allah’tan başka ilâhlara tapanlar = onlara itaat edenler = Allah’ın emrine uymayan emirlerin/âmirlerin emirlerini dinleyenler, yalancı şâhittirler. Sadece Allah’a = Alla

WWW

World Wide Web = Dünya Ölçeğinde Ağ. Bu, iletişimin genelleşmesi ve evrenselleşmesi demek; oysa iletişim, özünde özeldir, kişiseldir, yüz yüzedir. İletişimin genelleşmesi, iletilen mesajı, bir veriye/dataya ve yığına (= veri yığınına, alınıp-satılan bir metâya) dönüştürmüş; kişiler arasındaki bağ kopmuştur. Oysa iletişim, kişiler arasında bağ/bağlantı kurmaya yarar; bu bağı mesajın kendisinden çok, mesajın sahibi kurar. İnternetle (www ile, daha önceden de yazı ile), o sahip ortadan kalkmış, kaybolmuş; mesaj, bakılıp-geçilen ve silinen bir takım işaretlere dönüşmüştür. Bu kadar bilgiye (= mâlumâta) rağmen insanların yine bildiğini okuması, bu yüzden.

TEK BOYUTLU İNSAN

Bu, 1964’te Herbert Marcuse tarafından yayınlanan kitabın adı. Kitap, küresel kapitalizmin insanları ekonomik, kültürel, siyasal, vb. olarak tek-tipleştirmesinden söz eder. Aradan 60 yıl geçti; sermaye (para/finans ve mallar) ve kültürler daha da küreselleşti; insanlar (toplumlar, kültürler, yaşam biçimleri) arasındaki farklar en aza indirgendi; artık, neredeyse herkes kapitalizmin dinine = kurduğu düzene göre yaşıyor; onun yat! dediği saatte yatıyor, kalk! dediği saate kalkıyor, aynı eşya ve araçları kullanıyor, aynı tip evlerde yaşıyor, benzer işyerlerinde/ofislerde çalışıyor, aynı şekilde giyiniyor... bu düzende (dinde) farklı olan, kendini “yabancı veya dışlanmış” hissediyor. Pekiî, bu insanlar bu kadar birbirlerine benzerken/benzemişken, bütün bu kavgalar nereden çıkıyor?!.  Tek-tipleşme, insan fıtratına ters. Her insan, “zenginleşmek”!, kendi olmak istiyor; olamayınca da geriliyor, gerginleşiyor ve hırsını/gerginliğini kendi gibi güçsüz insanlardan çıkarıyor. Oysa, çözüm/çare bu

ZENGİNLEŞME-FAKİRLEŞME

“Zengin, daha zengin olursa, fakir de zenginleşir.” Bu yargı, liberallerin (kapitalistlerin) yargısı. Doğru mu?!. Onlara göre doğru ama sağduyuya göre yanlış. Onların gerekçesi şu : Zengin, zenginlerse, fakirlere yeni iş/istihdam imkânları sağlar. (fabrikalar kurar, fakirlere iş = ekmek verir...) Zenginliği 100 üzerinden gelire oranlarsak; bu gelirden zengin 99.0, fakir 1.0 pay alır. Payda artarsa (pasta büyürse, sözgelimi payda 1000 birime yükselirse), aradaki makas daha da açılır; şöyle olur. Zengin, 999.1, fakir, 0.9 alır. Payda/pasta 100 iken fakir 1/100 (yüzde bir) alıyordu; 1000 iken aldığı pay yüzde birin altına düştü.  ... Bizim gibi gelişmekte (kararlı) olan! ülkeler, biz de zenginleşelim (kalkınalım) diye, dev küresel şirketlere (= zenginlere) kapılarını ardına kadar açtılar; kendi/yerli şirketlerine vermedikleri avantajları (bedava arsa, teşvik, vergi istisnâsı, ucuz işgücü, tahkim, gibi avantajları) onlara verdiler. Belli bir süre sonra onlar, yerli şirketler (yerli üretim)

EMOJİ

Dilbilimciler, dilin kökenini işaret diline dayandırırlar. İşaretlerde ses yoktur; ifâde edilen, kendisine “benzer bir şekil/görüntü” ile karşılanır. Bu şekle/görüntüye sesi iletişenler verir. Yazı da, harflerle, harfler kullanılarak iletilen bir görüntüdür/şekildir. Yazıyı okuyan kişi, yazıya ses verir. İşaret dili, işaret edilene öyle ya da böyle biraz benzemek zorundayken; yazı dilinde bu benzerlik ortadan kalkar. İşaret dilinde kedi demek için, kediye benzer bir işaret/şekil kullanılır/dı ama yazı dilindeki kedi kelimesi, kediye hiç benzemez. Böyle bakınca yazı, dolayısıyla konuşma, konuşanları ve yazanları, gösterilenden (= ifâde edilen şeylerin kendilerinden) uzaklaştırır. Emojiler de bir işaret dilidir ve internetle her geçen gün yaygınlaşmaktadır. Sizce, aşırı bireyselleşmenin ve materyalleşmenin sonucu yalnızlaşan ve sessizleşen insanlar (yığınlar), bu emojilerle anlaşabilecek ve eskiden kullandıkları işaret diline geri dönerek evrenselleşebilecek mi?!. Hadi, emoji kullananlar

F1 = FORMULA-1

Bugün (26 Mayıs, Pazar, 2024), Monako’daki F1 yarışını izledim; izlenimlerimi sizinle paylaşacağım. Tüm oyunlar/sporun tüm alanları çoook büyük bir sektör; yarış oyununun en büyük sektörü de F1; bu sektörde milyar dolarlar dönüyor. Bir yarış aracı 150 milyon avro; bu aracın sadece direksiyonu 50 bin avro... iyi bir sürücünün (= yarış pilotunun) yıllık maaşı 150-160 milyon avro. Yüzlerce araç/araba, yüzlerce pilot, yüzlerce yarış ekibi (tekniker, mühendis, vs.) var... Bu kadar masraflı bir oyun, neden oynanır, sadece yarışma/k, stress atmak için mi?!. Hayır. Daha çoook kazanmak için. Bu şirketler kimden kazanıyorlar da bu kadar masraftan sonra kazanabiliyor = kâr edebiliyorlar?!. Seyircilerden. O yarışları yerinde izlemek/seyretmek = bilet almak için en az 10.000 TL’yi gözden çıkarmanız lâzım; ama esas gelir biletlerden değil; bilet gelirleri belki de toplam gelirin ¼ (dörtte biri) bile değil; esas gelir, reklâmlardan = sponsorlardan = küresel şirketlerden. Pekiî, bu sponsorlar (bu şirk

TESETTÜR ve KÜFÜR

Tesettürün küfürle ne ilgisi var, bu ne biçim bir başlık?!, demeyin, sabredin. Tesettürün kökü setr, örtme; tesettür de örtünme; küfür de örtme. Fark, nerede?!. Tesettür, bedenin (benin, benliğin?!) örtülmesi; küfür, o bedeni (her şeyi) yaratan Rabbin örtülmesi. Küfür, gösterilmesi gerekeni gizlemek = örtmek; tesettür, gösterilmemesi gerekeni gizlemek = örtmek. Tesettürün örttüğü ben, aslında olmayan (gizlenmesi gereken) bir ben; küfrün örttüğü Ben, hep Var Olan bir Ben’dir. (Rab de, Kendine “Ben = Ene”, der. Bknz. 21/11-14.) Not : Tesettürü, yalnız kadınlara has/mahsus kullanmadım. İnkâr da küfürdür ve Rabbi “aklen/zihnen ve kalben” örtme, gizlemedir. Rab, zaten gizilidir, Kendini örtmüştür, diye bir yargıya varılabilir. Doğrudur. O da Kendini âyetlerinin “arkasına”! gizlemiştir (örtmüştür) ama bizim o gizliliğin “arkasından”! O’nu görmemizi (= şehâdet getirmemizi) istemektedir.

KURBAN

Hedy. Nüsk. Nahr. Zibh. Bu kelimelerin hepsi kurban anlamında kullanılır. Kurban, Kur'ân, Furkan, Rahman, gibi aynı bâbdan; yaklaşma, yakınlaşma demek.  Esas/Asıl kurbanı, hacca gidenler keser; çünkü onlar, Allah’a (= Allah’ın Evine = Beytullah’a) yaklaşmışlardır; bizler de “yaklaşmak/yakınlaşmak” için kurban keseriz. Kesme, zibh’dir; mezbaha, hayvan kesilen yer, demektir. Nahr da kesmek, boğazlamak; ama nahrın başka anlamları da var, ustalaşmak, deneyim kazanmak, bunlardan biri. “Fesalli li RabbiKe venhar.”daki nahr, hem kurban kesmek, hem de namazla ustalaşmak, namaz kıla kıla (= namazı hayat kılarak) yakınlaşmak. Nüsk, temiz, sade, saf bir hayat yaşamak; çoğulu : menâsik, ibâdet şekli, yaşam tarzı. Hedy ile Hüdâ (hidâyet?!), aynı şekilde yazılır. (هدى). Yaklaştıkça, hidâyete erilir, Hüdâ bulunur. Hacc, bunun en güzel göstergesidir; orada meşâir vardır; meşâir, şiar’ın çoğuludur; şiar ile şuur, aynı kök; kafadaki saça da kafanın içindeki düşünceye de şiar denir; meşâir, hem hacc

ÂYET

Kelimenin sözlük anlamı, işaret, belirteç, nişan, alâmet ve mucize. Dindeki anlamı, Kur'ân cümlelerinin her biri. Kur'ân’ın büyük-küçük bölümlerine sûre deniyor; sûreler de âyetlerden oluşuyor. En kısa sûre, 3 âyet (Kevser ve Asr); en uzun sûre, 286 âyettir (Bakara). ... Göstergelim (= semiyoloji, bence buna imoloji de denebilir) dili, bir âlet olarak görür ve bu âlete üç temel işlev yükler. Gösteren, gösterilen ve gösterge. Gösteren, göstergede olanlar; bunlar görüntü/şekil, ses, vb. olabilir, bunun dindeki karşılığı âyettir. Gösteren, gösterilene işaret eder, gösterilen, anlamdır, ma’nâdır. Gösterge, olanı gösterendir. Benzin göstergesi, benzinin ne kadar kaldığını; hız göstergesi, ne kadar hız yapıldığını; duman, ateşin varlığını; çocuk, ana-babanın varlığını, (ana-baba da bir/er çocuktu/r.); ... gösterir.  Kitâb (= Kur'ân); işi burada bırakmaz; gitmesi gereken “yere/noktaya”! kadar götürür. Şöyle der : “Kuşkusuz, göklerin ve yerin yaradılışında, gece ile gündüzün ard-ar

EVRENSEL İLÂHÎ İLKELER NELERDİR?!.

Bunları, maddeler hâlinde sıralayayım. Bunlar, önceki vahiylerde On Emir diye de anılıyordu. Ben, onları 12 olarak özetledim, daha da fazla olabilir; ilmihâller 32 veya 54 diyor; ilmihâllerdekiler sadece Müslümanları bağlıyor; oysa bu ilkeler evrensel ve değişmez, herkesi bağlar/bağlamalı. 1. Bu ilkeleri koyabilecek yegâne Gücün, âlemlerin Rabbi Allah olduğuna inanmak. = “eşhedü en Lâ ilâhe illâ-l Allah.” 2. Bu Gücün son müdahaleyi Abdullah oğlu Muhammed ile yaptığını bilmek. = “ve eşhedü enne Muhammed-en abduHû ve RasûlüHû.” 3. Bu Gücün, insanlardan (hiç kimseden) hiçbir çıkarının olmadığını görmek. O’nun bu ilkeleri, insanların (ve âlemin) iyiliği (ve uyumu) için vazettiğine kanaat getirmek. 4. Müslim olsun, gayri müslim olsun, insanlar arasında ayrım gözetmemek, herkesi O’nun kulu bilmek ve insanlar arasında adâletten şaşmamak. 5. Mülkü Allah’ın bilmek, malı (parayı), bir hegemonik güç/baskı aracı olarak kullanmamak. “Mal, sizden belli insanlar (zenginler) arasında dönüp d

SON KİTÂB, SON MÜDAHALE

Son Kitâb, Kur'ân. Allah’ın hayata son (ilâhî) müdahalesi. Bundan sonra, ilâhî bir müdahale olmayacak. Bu müdahale, M.610 ilâ 632 arasında Hz. Muhammed yoluyla/eliyle oldu ama Hz. Muhammed, 632’de öldü. Şimdi ne yapacağız?!. Hz. Muhammed’in bu müdahalede fonksiyonu neydi?!. Allah’ın bu son müdahalesini tüm insanlara duyurmak ve kendi yaşadığı dönemde de uygulamak. (O müdahaleyi Sünnet kılmak.) Din, Hz. Muhammed’in o günkü uygulaması mı, yoksa O ilâhî müdahalenin kendisi mi?!. İkincisi. İlâhî müdahale, hayatın ilkelerini belirler; din, bu ilkeler, bu ilkelere göre yaşanan hayattır. Bu ilkelere muhatap olan herkes, Hz. Muhammed’in o günkü uygulamasını da (= Sünneti de) dikkate alarak, o ilkeleri yaşadıkları çağa taşırlar. Uygulamalar değişebilir ama ilkeler değişmez. Uygulamaların değişikliğine, içinde yaşanılan (sosyo-kültürel, siyasal, ekonomik, coğrafî, vb.) şartların ve imkânların farklılığı etki eder. Değişken uygulamaları ilke hâline getirmek, dini (dolayısıyla da Kur'ân’ı!

SALÂ ve QUALİA

Qualia yazım, bazılarının kafasını karıştırmış; haklılar; o yazı hakikati “görece ve subjektif” kılıyor ama iş biraz da öyle. Bunu olabildiğince açıklamak/açımlamak için, salâ ile qualia’yı karşılaştıracağım.  Salâ, genelde ölümü haber vermek için verilir; Cuma akşamları yatsı ezanından, Cuma günü öğle ezanından önce verilen salâları saymazsak. Bu salâlar niye verilir, onu da anlamış değilim. Cuma’yı hatırlatmak için mi?!. Türkiye özelinde, bu salâları duyup da Cuma’ya “özel olarak” hazırlanan kaç kişi var?!. Cenaze salâlarını duyunca, yine biri ölmüş diyoruz, ölümü hatırlıyoruz ama ölen kişinin “ölüm deneyimini” hiçbirimiz yaşamıyor, yaşayamıyoruz. Ölüm deneyimini ölünce herkes kendi yaşayacak ve bu, herkeste “aynı” olmayacak!. Bu, aslâ birinin öldüğünü bilmek = duymak gibi olmayacak. Ölen kişiyi tanımıyorsak bu duyumdan farklı; tanıyorsak, -- hele de o, yakınımız, sevdiğimiz biri ise (çook) -- farklı etkileniyoruz; yine de bunlar, bize göre “başkasının ölümü”!. Bizim ölümümüz çoook m

VESVESE

Önce kelimenin ses (fonetik) yapısına kulak verin. Sııss... yılan tıslaması gibi bir ses duydunuz, değil mi?!. İsrâiliyyata göre! cennette Âdem ve Havva’yı bu ses (yılan?!) kandırmıştı.  Vesvese, şeytanî = kötü bir sestir; sadece sestir; kişilerin içinden çıkar. Bu ses, bizden bize ve başkalarına seslenirse, iç ses; başka kişilerden bize seslenilirse, dış ses olarak algılanır. Şeytan, içimizdedir; dışarda, bizlerin dışında şeytan yoktur. İnsanlar kötü olurlarsa, birbirlerine şeytan olur, şeytanlık yaparak vesvese verirler. Herkesin içine “potansiyel olarak”! taqvâ ve fücur yüklenmiştir. (91/8) Şeytanın gücü yoktur, sadece seslenir. (= vesvese verir, va’d eder, söz verir ama sözünü tutmaz.); bunu kendi(miz) de biliriz, itiraf eder(iz). Bknz. 14/22. Pekiî, bir sesin vesvese (= kötü = fücur bir ses) olduğunu nasıl bilir/anlarız?!. Taqvâ tarafımızı uyandırarak. Taqvâ, Allah’tan ve akl-ı selîm’den (= sağduyudan) takviye, destek (güç) almaktır. Râgıb El-İsfehâni’ye göre selîm akıl, insanın i