Kayıtlar

Ocak, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Bismillahirrahmanirrahim = Rahmân ve Rahîm Allah’ın Adıyla (Adına). ... Birinin adına (adıyla) bişey yapmak ne demek veya nasıl bişey?!. Memurlar, büyükelçiler, devlet adına iş yapar. Kendi adlarına iş yapmaya kalkarlarsa, ortada devlet kalmaz; herkes devlet olur. Devlet, düzen (= din) demektir. Herkes kendi adına iş yaparsa, toplumsal sözleşmeye dayanan devlet (= düzen) diye bişey kalır mı; ortalık kaosa (anarşiye) dönmez mi?!. ... Bi çook devlet, bi çook düzen; veya devletler arası çatışma demektir. Bi çook din de (= bi çook Tanrı da) aynı. Bi çook Tanrı = şirk. Şirk, içerdeki ve dışardaki çatışma ve kaostur. ... Bismillahirrahmanirrahim diyen biri, bi tek Tanrı adına (= adıyla) iş yapıyor; başka birileri adına iş yapmıyor demektir. Pekiî gerçekten böyle mi?!. Her Besmele çeken, sadece bi tek Tanrı adına (= adıyla) mı iş yapıyor veya yaptığı işin, Tanrı’nın rızasına uygun olup-olmadığına bakıyor mu?!. Soruyu şöyle de sorabilirim : Bismillah dediğimiz her iş, Tanrı’nın rızasına uygun ...

EŞHEDÜ...

Ben şahidim, şahitlik ederim ki, ben biliyorum, ben “gördüm”! ki, “en lâ ilâhe illâ-l Allah” = Kesinlikle Allah’tan başka ilâh yok. Ama insanların çoğunluğu (= ekseren nâs) buna inanmıyor; başka ilâhlara tapıyor. (= itaat ediyor) İnanıyorum diyenlerin çoğu da, Allah varken başka ilâhlardan medet umuyor. Allah varken başka ilâhlara itaat etmek veya medet ummak nasıl olur?!. 1. Allah’ın emir ve yasaklarına (= dinine, düzenine) muhalif emir ve yasaklar (= din, düzen) ihdas etmekle olur. (İhdas, doğal/fıtrî olarak işleyen, normal düzeni bozan şeyleri sonradan var kılma, yürürlüğe koyma.) 2. ‘Sen bu işi bilmiyorsun, ben biliyorum.’, demekle olur. 3. Sen bana yetki verdin, ben de bu yetkiyi keyfî kullanıyorum; Senin emir ve yasaklarını kafama göre yorumluyorum, demekle olur. 4. Sen Sensin, ben de benim, demekle olur. 5. Sen bu işi “tek başına” yapamazsın, ben sana yardım edeyim veya bu konuda Sana yardımcı (!) ilâhlar edineyim, ilâhlar (ilâhlık) şirketi kurarak Sana şirk koşayım, d...

ESMÂ-ÜL HÜSNÂ

“Allah’ın Güzel İsimleri” İsmi, sıfat niteler. “Allah’ın Güzel İsimleri”  O’nun aynı zamanda sıfatlarıdır. İsim, aynı zamanda fâildir. (= öznedir) Fiil (= her hangi bir iş) yapmayan isim, pasiftir = ölüdür. Allah ise, Hayy-ül Qayyûm’dur. Öyleyse, “Allah’ın Güzel İsimleri” aynı zamanda O’nun Fiilleri = Ef’âlidir de.  Allah’a kulluğu ritüellere (şeklî ritlere, belli merasim veya törenlere) indirgemek, ve buna da “ibâdet” (= kulluk) demek, O’nu hayatımızdan kovmak veya uzaklaştırmaktır. Oysa O, “Ahkâm-ül Hâkimîn ve Rabb-ül Âlemîn”dir. Kulluk, O’na güzel (= ihsan) bir şekilde güvenmek (= iman), itaat etmek ve teslimiyet (= islâm) göstermektir. İhsan, biz O’nu görmesek de O’nun bizi gördüğünü bilmektir. İman, İslâm ve İhsan. = Cibril Hadisi. ... .ان لله تسعة وتسعين اسما، من احصاها دخل الجنة “Allah’ın 99 ismi vardır. Kim bunları ihsâ ederse, cennete girer.” (Buharî. Tevhid, 12. Müslim. Zikir, 5.) İhsâ, sadece ezbere sayma (= ezberleme) değil; ayrıntılı bilme ve anlama, o bilgiyi ve ...

TANRI'NIN HÜKÜMRANLIĞI

İslâm’a göre Allah’ın Melik’liği veya İlâh’lığı; Hıristiyanlara göre de Krallığı. “O, gökte de yerde de yegâne (= tek, biricik) ilâhtır. En iyi hüküm veren (= Hakîm), her şeyi bilen (= Alîm) O’dur.” (43/84.) “...le-Hül Mülk.” Mülk O’nundur. “Yerlerin ve göklerin egemenliğinin (= mülkünün) Allah’a ait olduğunu bilmez misin?!. Sizin için Allah’ın yanı sıra ne bir velî ne de bir yardımcı vardır.” (2/107.) Mülk sahibi olmak demek, mâlik olmak, melîk (= kral, hükümdar) olmak demektir.  Bizler, O’nun mülkünde yaşayan canlılarız; O, bizi mülkünden “geçici olarak” yararlandırmaktadır; “kalıcı yararlanma”, O’na olan kulluğumuza bağlıdır. O’nu, burada da Melîk (= Kral, Hükümdar, yegâne Egemen) olarak “görürsek”! ve O’nun seçtiği kullara (= Elçilere, Resullere) itaat edersek O’na itaat etmiş oluruz. Elçilere (= Rasullere) itaat, Allah’a itaattir. “ve etîullahe ve rasûleH...” (8/46.) Ama, O Elçiler (= Resuller) hayatta değiller ki!. Onların getirdiği Kitâb’lar (= yasalar) hayatta.  O Kitâ...

NEDEN YAZMAYI BIRAKTIM?!.

Çünkü, insanların duydukları ve okudukları (= nasihat) onlara “fayda”! vermiyor; insanlar, iyinin-kötünün, doğrunun-yanlışın, güzelin-çirkinin acı ve tatlı tecrübelerini bizzat yaşamaları, test etmeleri gerekiyor. Bilginin (= sözün) bu kadar çok yaygınlaşması, sözün değerini ayağa düşürüyor. Bundan böyle, yaşayarak yazacağım.

RABBİMİZLE İLİŞKİMİZ

İletişim ve İlişki. = İngilizce : Communication ve Relationship. Arapça : Tavâsul ve Alâka (Alaqa. “Halaqa-l insâne min alaq.”  96/2.) İletişim, teorik (= sözel, kavlî); ilişki, fiilî/eylemseldir. İnsanî düzeyde, iletişim ve ilişki yatay; ilahî düzeyde, bu iletişim ve ilişki dikey, hiyerarşiktir. İnsanî düzeyde de iletişimi ve ilişkiyi dikey (= hiyerarşik) görenler var!. Ben, ilahî düzeydeki iletişim ve ilişki hakkında üç-beş kelâm edeceğim. Normalde her iletişim ve ilişki diyalojiktir, diyalogu esas alır; monolog iletişim ve ilişki olmaz. İlahî iletişim ve ilişki de böyledir. İlahî iletişim ve ilişkide kul (= abd), aşağıdan yukarıya (= kavlî ve fiilî duâ ile); Rab, yukarıdan aşağıya (= inzal ile) “konuşur”!. Kulun Allah’tan sözlü/sözle bişey isteğine kavlî duâ (= iletişim); bu isteğin yerine gelmesi için kulun gereğini yapmasına fiilî duâ (= ilişki); Allah’ın kulunun bu kavlî ve fiilî duâsına cevap vermesine ise icâbet veya inâyet diyoruz. İcâbet, cevap verme. İnâyet, iyilikte bul...

KARDEŞ KAVGASI

İlk kardeş kavgası Habil ile Kabil arasında; sonra da bu kavga hep sürmüş, sürmekte... Çok uzağa gitmiyorum. Sahabeler arasındaki kavga da kardeş kavgasıydı; bu kavga Cemel ve Sıffin’ı doğurmuş, Müslüman Müslümanı öldürmüştür. Bu kavga, 1400 yıldır sürüyor. Emevîler-Abbasîler; Abbasîler-Fatımîler; hem din (= İslâm) hem kan/ırk (= Arap) kardeşleri (!). Şah İsmail de Yavuz da hem din (= İslâm) hem kan/ırk (= Türk) kardeşleri (!)... Bu kavga niye, neden yaşandı, yaşanıyor?!. İktidar (= hilâfet veya siyaset) yüzünden. Kabil, Habil’e yönetici ben olacağım, benim dediğim olacak, dedi. Muaviye, Hz. Ali’ye benzer şeyleri söyledi. Ümeyyeoğulları (= Emevîler), Abbasoğullarına (= Abbasîlere), -- ki, ikisi de Kureyş kabilesindendir ve Araptır -- biz yöneteceğiz, dediler. Şah İsmail ile Yavuz, 1514’de Çaldıran’da bunun için savaştılar. Savaşı Yavuz değil de Şah İsmail kazansaydı, “biz başka bir millet” (belki de şiî) olurduk!. Kazanan tarafın taraftarları çok olur, oluyor. Kazanmayı güç belirliyor;...

ÖLÜM : DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOLCULUK

Ölümün yerine hayatı da koyabiliriz. (Hayat : Dönüşü olmayan uzun ve sonsuz yolculuk.) O zaman da bu yolculuk, doğumla başlar. Doğum-Hayat ve Ölüm... Doğum da hayat da ölüm de kesik birer nokta (gibi); uzun ve sonsuz olan, bunların birleşimi olan çizgi; işte bu “uzun ve sonsuz çizginin” istikâmeti, tek yön/lü ve hep “ileri”!. (doğru.) Buradaki ileri kelimesi, gelişmeyi veya tekâmülü değil; zamanın geçişini ve mekânın değişmesini ifâde ediyor.  Doğum, zamansızlık ve mekânsızlık âleminden (= elest bezminden), buraya, zaman ve mekân âlemine (= dünyaya) gelişi; hayat, burada kalışı; ölüm, tekrar zamansızlık ve mekânsızlık âlemine (= öteye) gidişi (dönüşü?!) ifâde ediyor. (Dönüş, aynı yere/mekâna değil; onun için ?! koydum.) Ölümle, dünya durağındaki yolcuğumuz sona eriyor. Ölenler, “belli bir süre, kabir durağında bekliyorlar”!. Buradaki zamanı hesap edersek, kabir durağındaki süre, dünya durağındaki süreden çoook uzun ama ölenler bu süreyi hissetmeyecekler; çünkü orada, zaman yok. Ded...

TAP-IN-MAK

Tapmak veya tapınmak, tutku ile bağlanmaktır; taptığımızda yok olmak (= kendimizden geçmek, kaybolmak, vecd!) değil. “Qul : Ya eyyühel kafirûn!. Lâ eabüdu mâ teabüdûn... Ey kâfirler, Ben sizin taptığınıza (= tapındığınıza) tapmam. Siz de Benim taptığıma tapmazsınız. Ben sizin taptığınıza (= tapındığınıza) tapacak değilim. Siz de Benim taptığıma tapacak değilsiniz. Sizin dininiz size, Benim dinim Bana.” (109/1-6.) Sizin taptıklarınız, sizi sizden geçiriyor. Benim taptığım ise, beni bana getiriyor.  Siz, taptıklarınız için çalıştıkça, doymak bilmiyorsunuz. Ben taptığıma taptıkça O beni doyuruyor. Siz, sizi “ekmek” (para-pulla alınan her şey) doyuruyor sanıyorsunuz; ekmek için çalışıyorsunuz; Beni O (Rabbim) doyuruyor. Siz O’na tapmadığınız (= tapınmadığınız) için, bi çook şeye tapıyor, tapınıyorsunuz (= kul-köle oluyorsunuz). Ben sadece O’na taptığım (tapındığım) için O, bana her şeyi veriyor; beni şeylere mahkûm etmiyor (= kul-köle etmiyor). Siz sadece O’na tapmadığınız (tapınmadığı...

HAYATI OYUN GİBİ GÖRMEK!.

Hayatı çook ciddîye almamız lâzım; çünkü telâfisi yok. Bu hayatın sonuçları da hayat-memat meselesi = sonucu, hem çok tehlikeli hem de çok güvenlikli. Ama biz hayatı çook ciddîye almıyoruz; onu bir oyun gibi görüyoruz. Oyun nedir?!. Karşılıklı iki kişinin veya takımın eğlence veya vakit geçirmek için oynadığı, seyircileri ve taraftarları olan bireysel veya kitlesel etkinlik. Hayatı, bir oyun veya oyun alanı (sahası) olarak görüyoruz. Bizler de bu oyunda, kendimizi daha çok taraf tutan seyircilere benzetiyoruz.  Takımlardan biri siyah (= kötülük!); diğeri beyaz (= iyilik!). Bu takımın aynısı (veya benzeri), içimizde de var (= taqvâ ve fücûr).  Her oyunda, takım ve oyun kurucular,  oyuncular ve seyirciler (veya taraftarlar) olur. Oyun, dünyada (= sahada) oynanır. Takımı da oyunu da biz kurmuyoruz; sadece kurulmuş olan oyunu (= takımı), para vererek seyrediyor, destekliyoruz. Takımımız sürekli yenilirse, kolayca takım da değiştirebiliyoruz.  Takım (veya oyun) kurucular,...

HASENÂT

Hasenât, hasene’nin çoğulu; iyilikler demek. Bizi dünyada da âhirette de kurtaracak olan iyiliklerimizdir. İyilik yapmak için, (önce) kötülüklerden uzak durmak gerekir. İyilik nedir?!. Kişisel menfaat gözetmeden = Allah rızası için iş yapılması; kişinin kendine, içinde yaşadığı topluma = başkalarına yardım etmesi. Kötülük nedir?!. Kişinin kendine, içinde yaşadığı topluma = başkalarına zarar vermesi, seyyiât. Haram olan yiyecek ve içeceklerin (içki, domuz eti, vs.) tüketilmesi.  Aldatma = yalan söyleme. Haksızlık yapma = zulüm. Hırsızlık yapma = çalma. Zina etme = başkasının namusuna zarar verme. Dedi-kodu yapma, iftira atma. Haset = kıskançlık. Kumar, vb. Haksız yere, haram yoldan dünyanın parasını kazansak, dünyayı satın alsak, ne olacak?!. Hadi soruyu şöyle de sorayım. Helâl yoldan dünyanın parasını kazansak, dünyayı satın alsak, ne olacak?!. Bu kazancı götürebilecek miyiz?!. Bu, ötede bizi kurtaracak geçerli akçe olacak mı?!. Kitâb, olmayacak; dünya dolusu, hatta bikaç misli alt...

YENİDEN DİRİLME

Başka bir deyişle, “vel ba’sü ba’del mevt.” = öldükten sonra dirilme veya öte dünyadaki hayat. Konuya girmeden söyleyeyim, bu yazının ihtiyat payı çok yüksek; söyleyeceklerim, büyük ölçüde “kişisel çıkarıma ve tahmine”! dayanıyor. Antik Yunan filozofları (Platon, Aristo, Lucretius, vb.), Hıristiyan azizler (Augustinus, Themistius vb.); hatta İslâm filozofları (İbn Sîna, İbn Rüşd), öte dünyadaki diriliş hakkında konuşmuşlar ama net (= iknâ edici) bişey söyleyememişler.  Neden?!. Bunun bi çook nedeni var. Beden, hangi yaşta iken dirilecek = diriltilecek; eğer en zinde, en olgun yaşında ise --- sözgelimi bu, 40 yaş ise --- 70 yaşında ölen birinin son 30 yıllık deneyimi ne olacak?!. Yeniden dirilişin kodları, buradaki hafızamızda değil, burada yaptığımız amellerimizde. Hafıza/mız unutur; ama amellerimiz, kayıt altında, güvenli bir “yerde” = amel defterlerimizde. Onları mükerrem (güvenli) kâtipler (= kirâmen kâtibîn) kayıt altına alıyor, aldı. Materyalist! (gerçek materyalistler yeniden...

ÖNCE ve SONRA

Önce ve sonra, her ne kadar zamanı çağrıştırsa da burada benim kastım, zamansal (ve mekânsal) önce ve sonra değil; elbet, zamansal ve mekânsal önce ve sonra da var; ve bizler şimdi ve burada onların (zaman ve mekânın) içinde yaşıyoruz. İçinde yaşadığımız zaman (ve mekân), ânlık zaman (ve mekân), şimdi. Bu şimdinin, 50-60 yıl sürmesiyle 50-60 milyar yıl sürmesi arasındaki fark da, zamansal. Ben, zamansal/zamanî (ve mekânsal/mekânî) olmayan “bişeyi”! kastediyorum. Bizler, zamanî ve mekânî olmayan bir hâldeyken, zamanî ve mekânî olan bir hâle (dünyaya) geldik (yaratıldık). Bunun nasıl ve ne şekilde olduğunu sadece Yaratıcı (= Allah) bilir. Burada, bu şekilde = zaman ve mekâna tâbî yaşadıktan sonra, yine “zaman ve mekânın olmadığı ama aydınlık ve karanlığın olduğu bir dünyaya”! döneceğiz, gideceğiz. Oradaki = aydınlık ve karanlıktaki yerimizi, buradaki birikimlerimiz (= iyilik ve kötülüklerimiz) belirleyecek. Buradaki hâsılatımız = birikimlerimiz (= amellerimiz) kaybolmayacak, yeni yerimiz...

NOKTA

Bu nokta, hem küçük hem de büyük bir nokta. Bu noktanın şeklinin bir önemi yok. Bu nokta, atom kadar küçük; kâinat kadar büyük.  Bu nokta, hem atom hem kâinat.  Bu nokta, hem atom gibi hem de kâinat gibi “bilinçli”!. Atomda bilinç var mı?!. Var. Atom-altında da, her şeyde, her yerde de bilinç var, kâinatta da var. Atomlar, merkezde çekirdek (proton ve nötron) ve çevrede elektronlardan oluşur; atomları farklı kılan proton ve elektron sayıları ve bunların kendi aralarındaki ilişkileri, bağlarıdır. Somut olarak görünen her varlık, atomlardan meydana geliyor; atomlar, kendi aralarında konuşarak (iletişime geçerek = iletişerek) hücreleri; hücreler, organları; organlar, vücudu; vücutlar toplumları (toplulukları, kümeleri); toplumlar kurumları (organizasyonları, devletleri, vb.) ve kâinatı meydana getiriyorlar.  Kâinatın görünen (bilinen) ve görünmeyen (bilinmeyen) yanları/yönleri vardır; görünen (bilinen) yanlarına şehâdet; görünmeyen (bilinmeyen) yanlarına gayb âlemi diyoruz. ...

NASIL ve NİYE (= NİÇİN, NEDEN)?!.

Nasıl ve niye hatırlamalıyım?!. Nasılın cevabı, kendimize ve başkalarına (= dış dünyaya) bakarak. Bakma, görme ile bilmedir. Bilmenin bir çook yolu vardır. Bütün bilmeler, O’nu (= Rabbimizi) bilmeye hizmet ederse, düzenli ve anlamlı olurlar. Parmağımı oynatabildiğim, onlarla bardağı tutabildiğim, iki satır yazı yazabildiğim, ... için; Görebildiğim, gördüklerimi (kızımla karımı) birbirinden ayırt edebildiğim; evimin yolunu bulabildiğim; evde, mutfakla tuvaleti ayırt edebildiğim, ... için; Rahat nefes alıp-verebildiğim; bir yudum suyu içebildiğim, bir lokma ekmeği yutabildiğim; tuvalete gidebildiğim, tuvaletimi edebildiğim, ... için; Bütün bunları yapamayan insanların varlığını bildiğim; benim de onlardan biri olmadığım için; ... Bütün bu kâinatı benim için yarattığı için O’nu hatırlarım, hatırlamak zorundayım; yoksa, nankör ve hâin olurum. Hiç Güneş doğmasaydı ya da batmasaydı ya da bu Güneş hep tepede (= öğlen) olsaydı!. Hiç bulut olmasaydı, bulutlar yağmur taşımasaydı = yağmur yağmasa...

NE KADAR AZ HATIRLIYORSUNUZ!.

Bu uyarı (= ikaz), A’raf Sûresi 3. âyet sonunda, Neml, 62. Hakka, 42. âyetlerde (= kalîlen mâ tezekkerûn) geçer. Yine A’raf Sûresi 10. âyette, Secde 9. Mülk, 23. âyette “kalîlen mâ teşkürûn” = ne kadar az şükrediyorsunuz; Hakka, 41. âyette, “kalîlen mâ tü’minûn” = sizden çook azınız inanıyor, denir. Ben, ilk uyarı (ikaz) üzerinde üç-beş cümle kuracağım. Gerçekten çook az hatırlıyoruz!. Asıl hatırlamamız Gereken’i değil, unutmamız gerekenleri hatırlıyoruz. Unutmamız gerekenler, bize O’nu unutturuyor. Herşey, bize O’nu hatırlatmak için varken (= hatırlatırken, birer hatırlatıcı iken), bizler herşeye sahip (= mâlik) olmak için çalışıyor/çabalıyoruz, ama sahip (= mâlik) olduğumuz hiçbir şeyi götüremiyoruz. Herşeyde, herşeyle O’nu hatırlasak, herşey daha güzel olacak. O’nu unutunca, herşey, aslından kopuyor ve sahteleşiyor.  Adnan Şenses veya Muazzez Abacı’nın dolaşıma soktuğu, Erdoğan’la meşhur olan “Bana herşey seni hatırlatıyor.” şarkısını slogan hâline getiriyoruz, ve bu cümledeki s...

KIRK YIL...

1982-1983 yılı lise mezunu öğrencilerin fotoğrafını lise öğretmenim Whatsapp Durumm’da paylaşmış; bu fotoğrafı görünce 40 yıl öncesine gittim, geri geldim. Bu yazı, bu gidiş-gelişe dair olacak. 83’de 18-19 yaşındayım; şimdi 60. 80 öncesi Türkiye, çok farklıydı. Ekonomik sıkıntı, terör ve siyasî kriz vardı ama dindarlık sahici idi. Belki de bu sahicilik, devletin dindarlar üzerindeki baskısından kaynaklanıyordu. Şimdiki (= 80 sonrası) dindarlık (tabirimi mazur görün) bir aparata dönüştü. 12 Eylül ihtilâli iki kesim üzerinde “yıkıcı” oldu : Dindarlar ve komünistler. Niye?!. Özal ile birlikte, Türkiye kapitalizm ile tanıştı; para gibi insanlar da “konvertibl” (değişken) oldu. 80 sonrasının dînî figürlerini gözlerinizin önünde getirin; bu değişimi, bu değişkenliği kolay fark edersiniz. Müslüm Gündüz. Evrenosoğlu. Mezarcı... pıtırak gibi çoğalan dernek, vakıf, cemaat ve tarikatler... Bende ne değişti?!. Bilgi ve tecrübelerim arttı; ama çevrem değişince, bunlar pek bi işe yaramadı, hâlâ da y...

GEÇİCİ ÖLÜM

Kısa süreliğine (5-10 dakika?!) yaşam fonksiyonlarını yitirme, eks (ex) olma; sonra, geri dönme. Bu, “ileri” bir durum; bunun gerisinde, ölüme yakın deneyim/ler (= ÖYD’ler) var. Her iki durumu da insanların çook azı (yüzde birden azı) yaşıyor.  Her iki hâli yaşayanların sonraki hayatları, önceki hayatları gibi olmuyor. Bu insanlar, o kadarcık az/kısa bir sürede ne/ler yaşamış, nelere şâhit olmuş olabilirler?!. Bu insanların “deneyimlerine” dair belli bir literatür oluştu. Ortak nokta : ölümün ve ölümden sonraki hayatın bambaşka bir hayat olduğu ve normal hayatın bizi aldattığı.

İHÂTA

Kavrayış. Vukûfiyet. Vüs’at. Kuşatma. Sarma. Düşüncedeki kavramlar, şeylerin kavranması ve dile dökülmesidir. Kavranan, tam olarak dile gelmez; ayrıca, tam kavranamaz = eksik kavranır. Kavrayışımız, bizim meselelere vukûfiyetimizi de gösterir; bu da bir vü’sat meselesidir. Yaratılan hiçbir varlık, varlığı tam ihâta edemez = kavrayamaz. Varlık, dışarıda hiçbir şey kalmayacak şekilde her şeyi kapsayan (= saran, kuşatan, ihâta eden) “bütünün” adıdır. Elbette bu bütün varlığın içinde, tek tek (= tekil, tikel) varlıklar da vardır; ve bunlar, birbirleri ile etkileşim (= iletişim) hâlindedirler. İlmî disiplinler, küçük varlık kümeleri ile ilgilenirler. İnter-disipliner ilim, bir kaç kümenin etkileşimi (= iletişimi) ile meşguldür. Din, varlığın "dışından"! konuşur.  Kâinatta (= büyük Varlıkta), neredeyse sonsuz küme vardır.  Mesele biraz daha anlaşılsın diye, bunu vücudumuza (= bize, beden ve ruh olan bize) benzetebiliriz. Beden, deri ile kaplı bir bütün; onun içinde bi çok organ var...

DEĞERLİ FÂNÎ

Ne bu “değerli fânî”?!. Dünya. Dünya hayatı. Neden?!. Çünkü, burada kazanılıyor ebedî mutluluk, ebedî hayat. Buradaki mutluluklar geçici; buranın mutluluğundan çok acısı, hüznü, kederi, tasası var; ama bu acılar, hüzünler, kederler ve tasalar da sabır ve sebat ile karşılanırsa, ötenin ebedî mutluluğuna büyük katkısı olur. Bu dünya, cennet de cehennem de değil; ama kişi, cennetini de cehennemini de burada, bu dünyada kazanıyor. Bu yüzden, bu dünyanın “fâniliğine”! kanıp da bu dünyaya küsmeyelim, bu dünyayı hafife almayalım, onu bir fırsat ve imkân olarak görelim, bize verilen bu fırsatı ve imkânı iyi değerlendirelim. Neyle?!. İyiliklerle ve sabırla. Bu konuda bize Hadid Sûresi 20. âyet rehberlik etsin. “Bilin ki dünya hayatı (âhiret hesaba katılmadan yaşanırsa!) bir oyun; bir oyalanma; bir ziynet/süs; övünme; mallarla ve çocuklarla yaptığınız bir çokluk yarışıdır. Onun durumu, yağınca bitkilerin yeşermesine yol açan ve çiftçileri sevindiren yağmur gibidir. Belli bir süre sonra o bitkile...

HATIR...

Hatır-la-ma. Hatır-latma. = Zikir. Arapçada hatırın veya hutûrun =خطر/خطور iki anlamı var : 1. Risk, tehlike ve 2. Hatırlama, akla getirme. İki hâl de gönülde, kalpte veya hatırda = akılda = hafızada olur, hissedilir. Hatırlı biri, itibarlı biridir. Hatırlı biri kimdir?!. Bizim üzerimizde emeği olandır. Üzerimizde en çok emeği olan kimdir?!. Bu kimse, bizde en hatırlı olan, O/odur.  Hatırlı birinin bizdeki yeri, genelde itibarlıdır; ama o kişi hatırlı değilse, risklidir. Kendimiz için de birileri için de yaptığımız (hatırlı) işler, belli riskler de barındırabilir. Hatırlı (= bizde belli bir hatırı) olanlar, bizi bazen veya çoğu zaman hayal kırıklığına da uğratabilir. Bir işi, kendimiz için yapmıyorsak; biri/leri için veya biri/leri hatırına yaparız. Siz, en çok kimin hatırına iş yapıyorsunuz veya bir iş yaparken, en çok kim hatırınıza geliyor?!. Zikir (= Kur’ân), Allah için = Allah rızası için = Allah’ın hatırı için iş yapın; bir iş yaparken (en çok) Allah aklınıza, hatırınıza gels...

HİDÂYET & DALÂLET

Doğru yolda olmak & Doğru yoldan çıkmak. = Sapmak. Sapıtmak. İki kavram birbirine zıt. Hidâyetin zıttı, dalâlet; (delâlet değil); dalâletin zıttı, hidâyet.  Hidâyetin kökü HDY (هدى); dalâletin kökü DLL (ضل). Kitâb’ta HDY ve türevleri 316; DLL ve türevleri 191 yerde geçer. Çoğu zaman ikisi bir âyette veya birbirine yakın âyetlerde geçerler. 93/Duhâ Sûresi, 7. âyette : “ve vecedeke dâllen fe hedâ.” denir. Fâtihâ, 6. âyetin ilk kelimesi HDY’den ihdinâ; 7. âyetin son kelimesi DLL’den dâllîndir... Hidâyet Allah’tandır; bu kesin, de, dalâlet kimdendir?!. Allah’tan olabilir mi, bu mümkün mü?!. Aslâ ve kat’â. Allah, hidâyet arayana ve hidâyeti bulana yardım eder. Bunun için Kitâb’lar ve Elçiler (= din) gönderir. İnsanlar, Onlara inanır ve uyarsa hidâyete erer = doğru yolu bulur. Onları inkâr eder ve ben Onlardan daha iyi biliyorum derse, sapar, sapıtır. Sapma, sapıtma, iki şekilde olur : 1. Kişi kendi sapar. 2. Kişiyi biri saptırır. İkisi de (sonuç olarak) sapma veya sapıklıktır. İlkin...

ALLAH'IN "SAPTIRMASI"!.

Allah, kulunu saptırır mı?!. Nisa, 143; Râd, 27 ve 33; İbrâhim, 4 ve 27; İsrâ, 97; Kehf, 17; Fâtır, 8; Zümer, 36-37; Mü’min, 33; Şûra, 44 ve 46; bu âyetlerde Allah kimi “saptırırsa”!, ona hidâyet verecek (ona doğru yolu gösterecek) kimse yoktur, denir.  مَن يَهْدِهِ اللَّهُ فلا مُضِلَّ له، وَمَن يُضْلِلْ فلا هادِيَ له : “Allah kimi doğruya iletmiş ise, onu saptıracak kimse yoktur; kimi de “saptırmış”! ise onu da doğruya iletecek kimse yoktur.” (Müslim, 867; Nesâi, 1578) Allah, hem Elçilerini ve Kitâb’larını insanların hidâyeti için göndersin; hem de onları “saptırsın”!. Bu, Allah için mümkün mü?!. Aslâ. Öyleyse, yukarıdaki âyetleri ve hutbede okunan bu hadisi nasıl anlamalıyız?!.  Sapan, kendi sapar. Sapanı, kendi şeytanı, kendi kötülükleri = kötü duygu, düşünce ve eylemleri saptırır. Allah kimseyi saptırmaz. Allah, herkese akıl ve irade vermiş; hidâyet ve sapıklık arasındaki seçimi de insana bırakmıştır. İnsanın varlık (yaratılış, denenme, imtihan edilme) sebebi budur. Allah’...

VARLIK SEBEBİMİZ

Buradaki ve ötedeki. Buradaki varlık sebebimiz, Allah’a kulluk. Bu kulluk, ötedeki varlık sebebimizin de belirleyicisi. = Bu kulluk, buradaki ve ötedeki yaşayış/hayat biçimimizi/şeklimizi de belirleyecek. Bu kulluğun, burada bireysel ve toplumsal (siyasal, ekonomik, kültürel) sonuçları var/oluyor. Yâni bu kulluk, buradaki bireysel ve toplumsal hayatımızı belirliyorken; ötedeki bireysel hayatımızı da belirleyecek. Ötede, toplumsal (siyasal, ekonomik, kültürel) bir hayatımız olmayacak mı?!. Olacak, ama orada, iyi ile kötü (= iyilerle kötüler) ayrı yaşayacak, ayrılacaklar; kötülere iyilik, iyilere kötülük musallat! ol(a)mayacak. İyilikle kötülük arasında zerre etkileşim kalmayacak; ikisi arasında kesin bir izolasyon (a’raf, engel) bulunacak. İyiler, iyilerle; kötüler, kötülerle olacak, yaşayacak. = Cennet ve cehennem. Tabiî cennet ve cehennemin de kendi içlerinde mertebeleri bulunacak; oralardaki hayat da aynı düzeyde olmayacak, yaşanmayacak. İdeal yaşam, belki de Farabi’nin ideal devleti...

HESAP = HAK-HUKUK, ADÂLET

Tek (yek) başımıza yaşayamıyoruz; birbirlerimize muhtacız. Bu durum, sosyal (toplumsal) yaşamı zorunlu kılıyor. Bu süre zarfında da birbirimize haklarımız geçiyor. Çoğumuz, çoğumuzun hakkına giriyor, ve helâlleşmeden = hesabı kapatmadan göçüyor, ölüyor. Burada, yaşadığımız hayatta hakkımızın geçtiği veya haklarına girdiğimiz kişilerle helâlleşmek, onların rızasını almak önemlidir; ya! bize her şeyi veren Rabbimizin Rızası almak?!. O, siz iyi geçinin, birbirinizle helâlleşin, birbirinizin hakkını yemeyin; -- ki, bunun için Benim dediğim gibi = Benim dinime = Benim indirdiği dine uygun yaşamak durumundasınız --, işte o zaman, Benim Rızamı da almış olursunuz, diyor.  ... Ölmeden hesaplamazsak, ölünce, hesabın kapandığını sanmayalım!, ama mümkün olduğu ölçüde de ölmeden önce hesabı/mızı kapatmaya çalışalım = borçlu (= haklı, buradaki haklı, haksız oluyor) gitmeyelim!. Alacaklı gidebiliriz; nasıl olsa, alacağımızı O BÜYÜK HESAP GÜNÜNDE alacağız. O gün, orada, bize borçlu olanın bize ver...

ÖLÜM ÂNI...

Henüz ölmedim, ölmenin nasıl bişey olduğunu denemedim, test etmedim ama ölmekte olan birilerini ölüm ânlarında gözlemledim; bu yazı, bu gözlemlerimi, dinden öğrendiklerimi ve büyük ölçüde de tahminlerimi aktaracak. Ölüm ânında kişi, iki veya üç türlü bir durum/hâl yaşar : 1. Rahatlık. 2. Zorluk. 3. İkisi arasındaki bir hâl.  Rahat ölümde, yüz güler; kişi korkmaz (= korkudan eli-ayağı, tüm vücudu titremez, terlemez); kişi rahat ve sevinçlidir... Zor ölümde, surat asıktır; yüz, korkudan kapkara, kömür gibi olur; el-ayak, bütün vücut tir-tir titrer; el-ayak birbirine dolanır; kalp çook hızlı (parçalanacakmış gibi) atar... (Bknz. 75/20-29) Çoğu insan, 3. durumu yaşayarak ölür; 1. durum, çok az insana nasip olur. Sanırım, kişi ölürken, gideceği yer belli olduğundan, ona göre “bir duygu durumu ile” ölür. “Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz; nasıl ölürseniz, öyle dirilirsiniz!.” (Müslim. Cennet, 84. Münâvî. Feyzü’l-Kadîr, V, 663.)

KAFA ve KALP

Kafa, kalbe; kalp, kafaya düşman olur mu?!. Bir benzetme yaparsak, kafa, bilim; din, kalptir. Kafası çalışanların, kalbi çalışmaz mı?!. Kalp çalışmasa, kafa çalışabilir mi?!. Tıpta kafa (beyin) duruyor ama insanın ölümüne hükmedilmiyor. Beyin ölümü, ölüm sayılmıyor ama kalp durursa, kişinin ölümüne hükmediliyor. Kalp, kafadan (beyinden) önemli ve değerli. Kalp, bütün organlara kan pompalar, onları besler. Kalp, duygu; kafa, düşüncedir. Duygusuz düşünce, frankeştaynlar (= biyolojik-kimyasal silahlar) ve robot/ik insanlar üretir. Duygu, düşüncenin (aklın) düşmanı değil, dostudur.  Din, duygudur; diye, dine düşman olan kafa (= bilim, akıl), bindiği dalı kesen (aptal) kafadır. Kafa (= bilim), duygulardan beslenir. Korktuğumuz için ev veya silâh yaparız. Sevdiğimiz için biri veya bişey ile (bilim dahil) ilgileniriz... (Korku da sevgi de duygudur. Bunun gibi bi çook duygu vardır.) Ey dini bilime (bilimi dine) düşman ve ayrı görenler!, kafanızı kalbinizden (kalbinizi kafanızdan) ayırın, o...

ÖNCELİKLERİMİZ

Veya âcil olanlar. Ân itibariyle yapılması gereken, ertelenmesinde büyük kayıpların yaşanacağı durumlar. Açsak, önce karnımızı doyururuz; sonra da başka işleri yaparız. “Aç ayı oynamaz.” Açken, ibâdet bile yapılmaz. İnsan, önce karnını doyurmalı; ama her zaman karnını doyurmak için de çalışmamalı. Karın, üç-beş lokma ile doyar, doyuyor. Yaşamak, yaşamda kalmak için çalışmak, her şeyden önceliklidir. Sonra?!. Sonraki önceliklerimiz, bizi biz yapar ve biz onları, “ya geçici ve değersiz ya da kalıcı ve değerli bir amaç (= sonuç)” için “kullanırız”!. Bu durum, her yaptığımız işte bizi, “o amaca” odaklamaya sevk eder ve “o amaç”!, bizi mutlu-mesut ve bahtiyar eder. O amaç, kiminde ölümlü = fânî; kiminde ölümsüz = bâkîdir. Amaçlar : • İyi bir eve veya arabaya sahip olmak. Konforlu bir hayat yaşamak.  • Tanınmış bir sanatçı, bilim adamı, din adamı, vs. olmak. • Dünya lideri olmak... ve • Rabbin (= Allah’ın) rızasını kazanmak.  Sonuncusu hariç hepsi, geçicidir, fânîdir. Geçici...

KRONİK MESELE

Din-bilim meselesi. Bu meselede düşünürler (aydınlar) ikiye, hatta üçe ayrılıyorlar. 1) Din, bilim ile; bilim, din ile çatışır. 2) Çatışmasa da ikisinin alanı ayrıdır, ikisi de birbirlerinin alanlarına müdahale etmemeliler. 3) Din, bilim ile; bilim, din ile çatışmaz; ikisi yardımlaşır. Ben 3. gruptayım. Bu yazı, kısaca bunu izah edecek. Bilim, en geniş anlamda hayatın ve varlığın işleyişini anlar ve açıklar; din ise hayatın ve varlığın anlamını, varlıkların neden ve niçin var olduğunu söyler. Bilim, dinden yardım almazsa, neden ve niçin sorularına cevap üretemez; çünkü, hayatı ve varlığı bir bütün olarak dışarıdan kuşatamaz, büyük sistemi, sistemin tamamını göremez. Bilim, henüz tam olmamış, tamamlanmamış, üzerinde kesin bir karara varılmamış, “değişken ve ucu açık” konu veya meselelerle uğraşır. Bilimin, dün doğru dediği bugün yanlış olabilir, yanlışlanabilir. Bilimde “kesinlik” yoktur. Bilim, sürekli şüphe ile çalışır, ilerler... Her şeye (= bu kadar ilerlemiş görünmesine!) rağmen bi...

RAB

Özel anlamı ile Allah. Kelime anlamıyla sahip, terbiyeci; rabb-üd dâr veya rabb-ül beyt, evin sahibi. “Rabbe hâze-l Beyt.” Beyt, ev. Bu Evin (= Kâbe’nin) Rabbi. Rabbi Allah olmayanın bir çook rabbi olur. Herkes, R/rabbi adına konuşur.  Kişileri, “S/sahibinin S/sesinden” tanıtabilenlere ne mutlu!. ... “Rabbimiz Allah’tır deyip, bu sözlerine bağlı kalanlar için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir.” 46/13. “Rabbimiz Allah’tır deyip, dosdoğru olanlara gelince, onlara melekler gelerek : “Korkmayın ve üzülmeyin. Söz verildiğiniz cennetle sevinin!.’ Biz, dünya hayatında ve âhirette sizin evliyanız/dostlarınızız. Orada canlarınızın istediği her şey vardır ve istediğiniz her şey emrinizdedir.” derler. (41/30-31.) ... Rabbi Allah olmayanların bir çook rabbi olur; bi gün biri, öbür gün öbürü, ... adına konuşurlar; istikrarlı ve tutarlı olamazlar; sürekli yol veya istikâmet (görüş, cemaat, tarikat, parti, vb.) değiştirirler. Ya Rabbî! “ihdinâ-s sırat-al müsteqîm.”

ÂLEM/LERİN RABBİ

Âlem, ‘çok küçük bazda’ içinde bulunduğumuz dünya; ‘çok büyük bazda’ sonsuzluk. Âlemin içinde bulunan her şey (ve herkes) birbirleri ile etkileşim (iletişim) hâlindedir. Âlemde harika bir sistem (= düzen, din) vardır. Bu sistemi bozucu güçlere, şeytanî güçler diyoruz. Şeytan bile, bu sistemin Rabbine, Rabbim demiştir. (Bknz. 38/79.) Bu âlemde (bu âlemin içinde) olup da, ‘ben âlemin söylediği şarkıdan başka bir şarkı söyleyeceğim’! (= düzen, din kuracağım) diyenler, ne şarkı söyleyebilirler ne de o şarkıyı söyleyecek bir sahne bulabilirler. Sineklerin vızıltısı bile “evrensel şarkıya” uygundur; onların sinek kadar bile aklı yoktur.

KENDİNİ TANIMA

Kendini tanımaya, bilinçlilik veya farkındalık da diyebiliriz. Kendini tanıma nasıl olur?!. Bilinçle veya farkındalıkla olursa, bu bilinç nedir, nerededir; kişi neyin farkında olur?!. Kendininse, bu kendi, nerededir?!. Bunlar zor sorular, zor sorunlar. Batıda bu sorularla, sorunlarla felsefeciler ve nörobilimciler ilgileniyorlar; iki grup bir araya geliyorlar, nöro-felsefe yapıyorlar. Bizdeki bilim adamları ve teologlar (din felsefecileri) ise bu tür sorulara uzak veya mesafeli duruyorlar. Batı bilimi, bilinç, 1) Beyindedir ve 2) Bedenin her yerindedir, diyor. Beyinde diyenler de bedenin her yerinde diyenler de bilinci sinir ve beyin hücrelerine indirgiyorlar. Bunların önemli bir kısmı beyin/beden-zihin ayrımı yaparken, bir kısmı bedeni bir bütün olarak görüyor ama ruhu inkâr ediyor = yok sayıyor. Beyin/beden-zihin ayrımı yapanlar da zihni, beynin = beyindeki nöronların elekro-kimyasal sinyallerindeki (= ateşlemelerindeki) gönderim veya iletim hızı olarak okuyor-anlıyorlar. Her iki gru...

TASRİH

Veya tavzih. “Şeytan bizim neyimiz olur?!.” başlıklı yazımda, namaz, bizdeki kötü, olumsuz, karanlık yanları; iyi, olumlu ve aydınlık yanlara dönüştürmenin provası, alıştırması, teorik çalışmasıdır; demem, namazı “hafife almak”! olarak anlaşılmış... O yazıda, 29/Ankebût Súresinin 45. âyetini delil göstermiştim. Âyet, namaz (= salât), kılanı fahşâdan ve münkerden (= tüm kötülüklerden) alıkoyar, diyor. Namazın faydası bizi sadece fahşâdan ve münkerden (= tüm kötülüklerden) uzak tutmak mıdır?!. Mâûn Sûresi (= eraeytellezî) ne oluyor, ne söylüyor?!. Kur’ân, bir bütündür; o bütünlüğü içinde okunursa, doğru anlama olur. Sûreye bir bütün olarak bakalım. “Dini yalanlayanı gördün mü?!. (1. âyet) (Onlar, işte şunlar!. = fezélikellezi) O (= onlar), yetimi itip-kakar. (2. âyet) Miskini (= yoksulu) doyurmaz, doyurmayı teşvik etmez. (3. âyet) (Üstelik bir de namaz kılar/lar.) Yazıklar olsun o musallîne (= namaz kılanlara)!. (4. âyet) Onlar neden (= niçin, niye) namaz kıldıklarını bilmezler. = Namazl...

NİYE?!.

Bi başka deyişle niçin, neden?!. Bu soru, soruların şâhı; bütün soruların aslı, kökeni. Bu yazıyı niçin (niye, neden) yazıyorum?!. Bu kitabı niçin (niye, neden) okuyorum?!. Bu arabayı (evi, elbiseyi, vs.) niçin (niye, neden) alıyorum?!. Bu hayatı niçin (niye, neden) yaşıyorum?!. Burada niçin (niye, neden) varım?!. Sonra ne olacağım?!. Son sorunun cevabı, bir önceki sorunun cevabına bağlı. ... Hiiiç. Batı felsefesinin (ve biliminin) geldiği yer bura/sı. Dikkat!, bu (= hiç felsefesi), son yıllarda tasavvuf yoluyla İslâm dünyasına da sıçradı. “Bu dünyada herkes bişey olmaya çalışırken, sen bir hiç ol.” Celâleddin Rûmî. Rabbimiz, bizim bir hiç olmamızı değil, Kendisine kul olmamızı istiyor.  Neden, niçin, niye soruları, varlık sorularıdır. Bu soruları varoluşçular (= egzistansiyalistler) bile doğru-dürüst cevaplayamazlar. Bu soruları, doyurucu (= tatmin edici) bir şekilde ancak ve ancak İslâm cevaplayabiliyor. İslâm : Sen burada, Rabbinin Allah olup-olmadığını kendine ispat etmek için ...

ŞEYTAN BİZİM NEYİMİZ OLUR?!.

Karanlık ve kirli yanımız. Kötülüklerimiz. İsyankâr tarafımız. Bize Rabbimizi unutturan tarafımız. Kötü arkadaşımız. Kötü komşumuz. Kötü yöneticilerimiz... Efendimizin : “Herkesin bir şeytanı vardır. Benim şeytanım, Bana teslim oldu. (= esleme)” (= Ben, şeytanımı Müslüman ettim.) hadisini (Tirmizî. Rada, 17. Müsned. III, 309.) doğru anlamak ve içimizdeki şeytanımızla mücadele etmek için, “kendimizi, kendimizin kötü yanlarını bilmemiz, tanımamız” gerekiyor. Kendimizi, kendimizdeki kötü, karanlık yanları bilirsek, başkalarını, başkalarındaki şeytanları = şeytanî karanlık ve kötü yanları da bilir ve ona göre mücadele ederiz. Kendindeki şeytanî karanlık ve kötü yanlarla mücadele edemeyenler, başkalarından gelen kötülüklerle mücadele edemezler. Müslüman olmak, içimizdeki şeytanî yanları, istekleri bilerek terk etmek, şeytana güvenmemek = inanmamak ve Rabbimize güvenerek = inanarak O’na = O’nun isteklerine (= emirlerine) teslim olmak değil de nedir?!. Arınma budur. Şeytan, bizdeki pislik, ki...

KUŞ

İnsan gibi iki ayağı, iki kanadı (kolu) olan, insandan hafif olduğu için havada da uçan canlıların ortak adı kuş. Kuşun Arapçası tayr. Tayyare de uçan uçak. Tayr kelimesinin ortasındaki harf (elif), vava dönerse; ki vav, ya ve elif, med harfleridir; kelime, tavr veya tûr olarak okunur, olur. Tavr, tarzdır, davranıştır; Tûr ise, Mûsâ (a.s.)’ın Rabbi ile konuştuğu dağın ismidir. Bu dağın kuşla (= tayr ile) ne alâkası var?!. Mûsâ (a.s.), bu dağda Rabbi ile konuştuğunda Rabbi Ona : ayakkabılarını çıkar (=  “fehla’ na’leyk”!) Sen kutsal vâdi Tûvâ’dasın, dedi. (Bknz. 20/12.) Ayakkabı, bizim dünya ile (= yer ile) doğrudan temasımızı sağlayan ve bizde “ağırlık” yapan bişey/giysidir. Acaba (?!), Benimle konuşmak istiyorsan, dünya ile temasına aracı koyma, onunla temasını doğru/dan hisset veya kes; veyahut dünyaya ait üzerindeki yükleri (ayakkabıları) at da Bana “çıplak, yalın ayak” gel!, o ağırlıklar Seni aşağı çeker, Sen onlarla uçamaz, latîf veya hafîf olamazsın, mı denmiş olabilir?!. Bu ...

ZEKÂT

Zekât, İslâm’ın beş şartından üçüncüsü.  1. Kelime-i Şehâdet ‘getirmek’!. 2. Namaz kılmak. = Salâtı ikâme etmek. 3. Zekât vermek.  4. Oruç tutmak.  5. Hacc etmek = Hacca gitmek. Kelime-i Şehâdet’in ve namazın hakkını veremeyen/ler, zekât/ı da veremez/ler. Kelime-i Şehâdet, temeldir, esastır, asıldır, esas/asıl zemindir; diğerleri onun üzerine bina edilirler, onun için yapılırlar. Zekât nedir, zekâtı kim, kime, niçin verir?!. Zekât, temizliktir, temizlenmedir. Neyle?!. Emek verip de kazandığımız her şeyle. Malla, bilgiyle, ilgiyle, sevgiyle... Zekâtı kim verir?!. İnsanlar. Devletler değil. Sosyal devlet, insanlar zekat vermesin = veremesin diye onları fakirleştiren (demokratik- kapitalist) devlettir. Bu devlet, sosyal yardımları oya/rızaya transfer eden devlettir. Bu devlet, zengine çalışır, zengine hizmet eder; çoğunluğu fakir veya muhtaç eder, ama onları küstürmemek, onlardan oy/rıza almak için de onlara yardım eder; bu devlet, şeytanî bir devlettir. Asil devle...

ÖRTÜK BİLGİ

Örtük bilgi, bize “saklı”, bizden gizlenmiş olan bilgi değil, bizim “unuttuğumuz” bilgidir. Bu bilgi, bize çook önceden öğretilmiştir. = Âdem’e isimlerin öğretilmesi.  (2/31.)  Bilme, hatırlamadır, zikirdir. Her hatırlama, bizi Öğreten’e götürmelidir; aksi hâlde bilme (= bilgi) de bir puta dönüşür. Bilme (= bilgi), soyut-somut bi çook “şeyin” bilgisidir ve dağınıktır; bu yüzden bilme (= bilgi) çoktur; Bildiren tek. Kâfir, bilmeyen değil, Öğreten’i, Bildiren’i örten, gizleyendir; küfür, örtmedir. Bilme (= bilgi) ile de, Öğreten, Bildiren örtülür = inkâr edilir. ‘Ben biliyorum’! demek de, beni/benliği örtü olarak kullanmaktır. Bildikçe, bizdeki bu örtü kalkar; ve kişinin MUTLAK BİLİNÇ’le bağı/bağlantısı güçlenir; O’na biraz daha yak/ın/laşılır. Bilinç, insanda = insanın içinde = beyinde veya kalpte değildir; beyin veya kalp, bir terminaldir, (tâbiri caizse)! “SURVER = ANA BİLGİSAYAR”!! değil. Bu terminalin Rabbi ile “internet bağı/bağlantısı”! koparsa terminaller bi işe yaramaz ...

KRİZ

Bi çok kriz çeşidi var : • Ekonomik kriz. • Siyasî kriz. • Kalp krizi. • Düşünce krizi = bunalım, vb. Ben, İslâm dünyasının yaşadığı (içinde bulunduğu) düşünce krizine = bunalıma kısaca değinmek istiyorum. İslâm dünyası ne zaman krize girdi?!. “Hilâfetten saltanata” geçince; bunun ne zaman başladığını biliyor olmalısınız.  Abbasîler döneminde başlayan “düşünce genişlemesi” (= tercümeler) bu krize zemin hazırlamıştır. Hilâfet, adâletti = adâleti (= hakkaniyeti) esas alıyordu ve insanlar arasında ayrım gözetmiyordu; saltanat, bu yapıyı bozdu, toplumu “sınıflara” böldü. Bilim de bu bölümlenmeyi meşrulaştırdı. Zaten batı (= Yunan) bilimi, bu bölünmeden neşet etmişti. Yunanda, en üst düzeyde filozoflar; sonra askerler; sonra zanaatkarlar; sonra da köleler vardı; filozoflar, aynı zamanda yönetici, emrediciydi. İslâm dünyasında bu (= bilgin yönetici), çok kısa bir süre sürdü; sonra bilginlerle (= âlimlerle) yöneticiler ayrıldı/ayrıştı, ama yine bilginleri yöneticiler finanse ettiğ...

ELEŞTİRİ

Tenkit. Kritik. Muâheze. Sorgulama... Eleştiriyi üçe ayırabiliriz : • Yapıcı eleştiri. • Yıkıcı eleştiri. • Sorgulayıcı (= hesap sorucu) eleştiri. Eleştirinin 1. türü makbuldür. 2. tür, adı üstünde yıkar. 3. tür ise tepeden bakar, bilmişlik taslar, küçük görür. 1. tür, hem doğruların açığa çıkmasına hem de insanların kazanılmasına yol açar. 2. ve 3. türlerde amaç, doğruya (hakikate) ulaşmak değil, egoyu tatmin etmektir. Müslüman, 1. tür eleştiriyi esas alır. Çünkü onun amacı kendi değil, insanların doğruyu bulması (görmesi) = hidâyeti bulması = hidâyete ermesidir.  Yıkıcı eleştiri, "eleştiri" şeytanın; sorgulayıcı veya hesap sorucu eleştiri de hâkimin işidir. Muâheze ise El-Hakîm Olan'ın.

FERÂSET

Olup-bitecek olanları “önceden” görme-görebilme; sezme-sezebilme; zihin uyanıklığı, îzan.  Ferâsetin düşük düzeyine ‘izlenim’ diyebiliriz. Olup-bitecek olanları “önceden” görme-görebilme; sezme-sezebilme; nasıl mümkün olur?!. Görünüşten veya görüntüden öze doğru “giderek”!. Bu da önce, kişinin kendini, kendi söz ve eylemlerinden tanımasıyla olur; sonra da sıra başkalarına gelir. Kişinin, sözü söyleyiş tarzından veya söyleyiş şeklinden (= lahn-ıl kavl’inden) sözün sahibine (= özüne) gidebiliyorsak; kişinin yemek yiyişinden, yemeğe düşkün olup-olmadığına; oturup-kalkmasından, yürüyüşünden, vb., nasıl bir insan olduğuna dair bir “izlenim” de elde edebiliriz. Kendini, kendi söz ve eylemlerinden tanıyamayanlar, izlenim (sezgi) ve ferâset sahibi olamazlar.

KİRLİ ZİHİN

Buna, bulaşık zihin veya kirli kalp de diyebiliriz. Hepimizin zihni kirli. Bu kiri, sadece ve sadece tevhîd temizler. Bizler, “saf tevhîde” ulaşamadığımız için, hepimizin zihni “belli ölçüde” kirli; tüm çabamız, zihnimizi (= kalbimizi) temizlemeye yönelik olmalı. Pekiî, kim kirletti zihinlerimizi?!.  Başta modern eğitim sistemi olmak üzere, modern yaşamın her katmanı : aile, okul, iş, siyaset, ticaret, üretim-tüketim, medya... Kirli zihinlerden, kirli düşünceler, (kirli) sözler ve (kirli) işler sâdır olur. Bir zihnin kirli olduğunu ne belirler, ne bilebilir?!. Tevhîd “algımızın”! düzeyi. Zihin (bizim zihnimiz), bu düzeyin altındaki sözleri kirli; üstündeki sözleri temiz görür. Kelime-i Şehâdet’in (= Tevhîd’in) lâ’sına “süpürge” denir. Bu “süpürge”, önce görünür kirleri (= şirki); sonra da görünmez kirleri (= şirki) temizler. Buna (bu duruma) Kitâb/Kur’ân, “kalb-i selîm” der.  “O gün (= kıyamet günü), ne mallar ne de oğullar (= evlâtlar) fayda verir; sadece temiz (= selîm) bir ...

MAHREÇ

Harece (خرج)’den mimli mastar, harflerin seslerinin çıkış yeri.  Harfler, heceleri ve kelimeleri; kelimeler de cümleleri oluşturur. Sözler, harflerle; sözsüz harfler de eylemlerle söylenir. Sözlerin çıkış yeri (= mahreci), gırtlaktır; ama (etkili) sözler, “çok daha derinlerde” (= kalplerde) oluşurlar.  Kâfirlerin sözleri, gırtlağa bile inmez; ağız içinde oluşur ve oradan çıkar. Ağızları ile inandık diyen ama yürekleri (= kalpleri) ile inanmayanların (4/41) sözlerini Kitâb, “kavlühüm biefvâhihim” (9/30); “kelimeten tehrucu min efvâhihim” (18/5) şeklinde niteler. Ve, “Onlar, Allah’ın Nur’unu ağızları ile söndürmek istiyorlar, ama/fakat onlar istemese de Allah Nur’unu tamamlayacaktır.”, der. (9/32. 61/8.) “Dileseydik Biz Sana, onları gösterirdik; ve Sen, onları yüzlerinden ve sözlerinden = sözlerinin söyleniş tarzından/biçiminden (= lahn-il kavl = ses tonlarından) tanırdın!...” (47/30) Sizce, onların sözleri, kalplerinden çıkmadığı = söyledikleri sözlere inanmadıkları için mi, bö...

SIRAT KÖPRÜSÜ

Cehennemin üzerindeki köprü. İslâm inanışına göre bu köprüden Mü’minler “kolay” geçecek; müşrikler (= kâfirler) aşağı (= cehenneme) düşecek. Türkiye, sırat köprüsünde; ya düşecek ya da geçecek... Geçerse, bir teklifim var. Yeni bir çağ başlayacak, bu çağa “süper çağ”! diyelim.  Yeni çağ, İstanbul’un fethi ile açılmıştı. Bu çağı da, İslâmcı ve milliyetçi (= Türkçü) cepheye, yeni katılan (= katılacak olan) milliyetçi (Kürtçü) cephe birlikte “açacaklar”!. 15-20 yıl önce, İslâmcı ve milliyetçi cephe, birbirine muhalifti; 40 yıldır da bu cephe, özellikle bu cephenin milliyetçi kanadı, yeni milliyetçi cephe ile “kanlı-bıçaklı” idi; şimdi, hepsi dost olmak üzereler. Bu cephe, “Şam’ı fethetti”!.  Terörü bitirmeye ahd etti. Bu cephe, milletin %70’ini açlığa ve yoksulluğa mahkûm etti. Bu cephe, eski defterler kapansın; “yepyeni, tertemiz”! bir sayfa açılsın = geçmiş hafızalar silinsin = geçmişte yaşanan acılar unutulsun istiyor. ... Bu, sırat köprüsünden geçiş değil de ne?!. Bu köprüden...

GEÇİM-SİZLİK

Geçim : Hayatı idame ettirebilmek (sürdürebilmek) için gerekli olan maişetin temini. Genelde geçimin iki boyutu var : Maddî ve manevî.  Maddî boyut ekonomik. Türkiye gibi yüksek enflasyonun (= fiyat artışlarının) yaşandığı ülkelerde düşük maaş (asgarî ücretin ve emekli maaşlarının düşük olması) geçimi zorlaştırıyor. Bu da, hem maddî hem de manevî “geçimsizliğe” yol açıyor.  Manevî boyuta taalluk eden geçimsizlikler, kanaatsizlik, lüks tüketimin özendirilmesi, eşler arasındaki görüş farklılıkları ve sorumsuzluk gibi faktörlerle alevleniyor, ateşleniyor. Kanaatsizlik, azla yetinmeyi bilmemekten; lüks tüketim(in özendirilmesi), gelir eşitsizliğinden (= adâletsizliğinden); eşler arası anlaşmazlık, görev bilincinin azalmasından veya yokluğundan kaynaklanıyor. Cinsiyetçilik (feminizm, kadını hor görme), sorumsuzluk, ortak yaşamın (= aile yaşamının) ve dünyada var olmanın anlamından yoksunluk, gibi sebepler de geçimsizlikte etkin. ... Geçimsizlik, sadece ekonomik yoksunluktan (yoksul...