SUDÛR

Kelimenin kökü, SDR (= صدر). Dilbilgisindeki mastar da aynı kök. 

İslâm filozofları Aristo’dan, daha doğrusu Plotinos’tan etkilenerek “Sudûr Nazariyesini” geliştirmişlerdir.

Sadr, göğüs demektir. “elem neşrah leke sadrek.” = “Biz Senin göğsünü şerh etmedik mi (= genişletmedik, açmadık mı)?!.” (94/1.)

Göğsün açılması (= genişlemesi) nasıl bişey; bir tür “rahatlık, ferahlık, huzur hâli” değil mi?!. Şakk-ı Sadr = Göğsün fiziken yarılması değil, olmamalı!. Fiziken göğüs yarılırsa, ölüm gerçekleşir. İnşirah (= şerh), fizik/î değil, metafizik/î bişey olmalı ve bu yapılırken kişi acı değil, bir tür huzur, rahatlık, mutluluk “hissetmeli”!.

Sudûr Nazariyesi, felsefî olarak yaratmayı açıklayan bir teori. Tanrı, “taştı”!. (= feyz etti.) ama “taşan”, O değil. Benden taşan bu yazı, ben değilsem, Tanrı’dan taşan kâinat da Tanrı değil. Benden bu yazı taşınca, benden bişey eksilmiyorsa, Tanrı’dan kâinat taşınca da Tanrı’dan bişey eksilmiyor. 

Taşan şey, zamana ve mekâna tabiî iken (= zamanda ve mekânda ortaya çıkarken), Tanrı, zamandan ve mekândan münezzehtir. “Zaman ve mekân problemi” çözülmeden sudûr (= yaratma) anlaşılmaz ve bunu biz belki de hiçbir zaman anlayamayacağız.

Tanrılığa soyunmanın âlemi yok. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

HADİS & SÜNNET

RECM