O İLK ÂN!...

O ân, âdetâ bizim için zamanın veya tarihin başlangıcı; bizim için bundan daha öncesi “yok”!.

O ân, Rabbimizin bizi yaratmak istediğini meleklerine söylediği ân... o ân ve sonrası, Bakara Sûresi, 30 ilâ 40. âyetler arasında anlatılır. Bu pasajı hazine arar gibi her gün okurum, bu okuyuşumda (da) hazine değerinde bir “ipucu”! yakaladım.

Âdem’e (= bize) isimler öğretiliyor, melekler Âdem’e bu yüzden secde ediyor. İblis (= şeytan) secde etmiyor. Âdem’e ve eşine cennette yaşayın ama şu ağaca yaklaşmayın, deniyor. Şeytan, onların (= Âdem ve eşinin = bizim) ayağını kaydırıyor. Bu ağaçtan yerseniz birer melek olur ve ebedî yaşarsınız diye kandırıyor. (7/20)

Yiyorlar, “sonra”!, Âdem ve eşi, Rabbinden (yeni) kelimeler alarak tövbe ediyorlar.

Bütün kelimeler daha “önce”!, Âdem ve eşine (= isimler) öğretilmemiş miydi?!.

Öğretilmişti.

Unuttular. 

Kim unutturdu?!.

Şeytan. 

Neyle?!.

Yalan bilgi (manipülasyon) ile.

Aynı şeytan, Kehf Sûresi 63. âyette, balığı da unutturmuştu. = “ve mâ ensènîhu ille-l şeytânu en ezkürahu”.

Unutkanlık, zikirsizliktir.

“yâ eyyühellezîne émenû-zükrürullahe zikran kesîrâ, ve sebbihuHû bükraten ve esîlâ.” (33/41-42)

Şeytan, Allah’ı unuttuğumuz ânı/ânları = zikirsizlik hâllerimizi kolluyor. Zikir, hiç bir şey yapmadan oturup sadece Allah, Allah, ... demek değil, aynı zamanda Allah’ın emirlerini sabah-akşam (= her ân, ayaktayken, otururken, yatarken. 3/191) yerine getirmektir. 

Âdem ve eşi, Rabbinden aldığı = hatırladığı (yeni) kelimelerle tövbe ediyorlar; Rableri onları (= bizleri) “dünyaya göndererek” “yeni bir fırsat/şans” veriyor.

Rabden kelime alma, aynı zamanda Rabbin o kelimeleri vermesidir. Rabden isteme (= zikir), sözle ve fiille (= kavlî ve amelî = yaşamın kendisiyle) olur. Duâ da istemedir ama biz duâyı bencilleştirdik. Yaşantının duâya, duânın yaşantıya uygun olması esastır; aksi hâl, tövbe gerektirir. Sürekli ağaca yaklaşanın (= günah işleyenin = söz dinlemeyenin) duâsı kabul olmaz. Unutunca, hatırlamak (= zikr) ve hatırlanan (yeni) kelimelerle tövbe etmek şarttır. “Teleqqâ” (2/37) kelimesinin kökü, laqıye. Laqıye, karşılaşmak, rast gelmek, kavuşmak = mülâqî olmak, demek; kelimenin zıttı, uzaklaşmak, akıldan/gönülden çıkmak, unutmak.

Ve Âdem ve eşi, cennetten dünyaya gönderiliyor (= hubut).

Burada da “unutursak” (= zikirsiz olursak), işimiz harab.

Unutmamak için “sürekli” kavlî ve fiilî zikirle (= ilimle ve sâlih amelle) meşgul olmamız gerekiyor.

Tüm bedenî, zihnî ve mâlî ibâdetler, O’nu unutmamak (= zikretmek = hatırlamak) için.

Unutursak, unutuluruz. = “nesullahe feensâhüm enfüsehüm” (59/19)

“... onlar, Bize kavuşmayı unuturlarsa, Biz de onları unuturuz!...” (7/51. 32/14)

Tıpkı, şeytan, ötede bizi ağaca yaklaşırken ebedîliği ve melekliği (= temizliği, saflığı, suçsuzluğu) öne sürerek kandırdığı gibi, burada da bize dünyanın ebedî olduğunu söyleyerek, bize Allah’ı ve âhireti unutturuyor; bu kandırıcıya (= sahtekâra, şeytana = içimizdeki kötücül güce = fücura) karşı çook dikkatli ve çook uyanık olmalıyız. Bunun tek etkili yolu, kavlî/sözlü ve amelî/fiilî zikir = sâlih ameldir (= uyanıklıkltır).

Modern dünyanın bize Rabbimizi unutturacak o kadar çook şeytanî araçları (= oyuncakları) var ki, bunu göremiyorsak, işimiz harab.

...

“... elâ bizikrillahi tatmainnül qulûb” (13/28)

“... Qul temettea’ biküfrüke kalilâ...” (39/8)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İHÂNET

HADİS & SÜNNET

RECM