Kayıtlar

Ağustos, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

KUR'AN (= ED-DÎN) NEDEN İNDİRİLDİ?!.

Önce, dinin ne olduğunu açıklığa kavuşturalım. Ed-Din, ilâhî düzenin adı. Bu düzen, sadece insanî dünyaya has/mahsus bişey değil. Kâinattaki düzen (= işleyiş, sistem) de bu düzenin (= bu dinin) bir “parçası”!. Göklerin ve yerin yaratılışı ve işleyişi; gökten yağmurun yağışı, bu yağmurla bitkilerin yeşerişi; Güneşin doğuşu-batışı; rüzgârların esişi; Ay, yıldızlar, galaksiler, ... herkes ve her şey bu dine göre hayatlarını devam ettiriyorlar.  Ve bütün bunlar da insan için var/lar. Ama insan, bu dine = Allah’ın kurduğu bu düzene (= işleyişe, sisteme) göre (= uygun ve uyumlu) yaşamaktan imtinâ ediyor (= kaçınıyor), ve alternatif dinlerin (= düzenlerin, işleyişlerin, sistemlerin) peşinden koşuyor. Yasak ağaca yaklaşma!, bu. İnsan, kendi (bireysel, ekonomik, sosyal, siyasal) dünyasını, ilâhî dinle (= işleyişle, sistemle) çatışacak bir şekilde kuruyor. Üstelik bir de “lâ ilâhe illâ, Allah.” diyor ve “namaz”! kılıyor. (Bknz. 107/4.) Bir de, bu ilâhî dine (= işleyişe, sisteme), kendi kurdu...

AĞAÇ

Ağaç : Kökleri toprakta, gövdesi ve dalları yukarda, meyve de veren, odun ve kereste olmaya da müsait olan uzun ömürlü bitki. Binbir çeşit ağaç var. Bir de metaforik ağaç : kökü, metafizik, gövdesi fizik, dalları diğer bilimler ve meyveleri bilgiler olan, bir felsefe ağacı var. Ağaç, (metafizik) kökünden kopartılırsa (= kesilirse), kurur, ölür, meyve vermez, kereste ve odun olur. Metafizik köküne (toprağa) bağlı olan ağaç, “yaştır”, canlıdır. Ağaç, kökleriyle bu kökten (= metafizikten, topraktan) beslenir, ama ağacın büyüme yönü semâya doğrudur; kökler kurursa, büyüme de durur. Metafizik köküne (toprağa) bağlı olan ağacın içi, topraktan aldığı su ve minerallerle doludur, bu suy ve mineraller tâ uç yapraklara kadar taşınır. Ağacın toprakla (= metafizik köklerle) irtibatı koptuğunda kurur, odunluk bir malzemeye (veya keresteye) dönüşür.  İnsanın yaratılışı ve yaşamı da bunun gibidir. Yasin Sûresi son sayfada Allah dışında ilâhlar edinen nankör insan, nasıl ve neden yaratıldığını unut...

MUSÎBET

Sıkıntı. Felâket. Dert. “mâ esâbe min musîbetin illâ bi-iznillah. = Başınıza gelen her musîbet, Allah’ın izniyledir.” (64/11.) Hadid, 22. âyette, meâlen “başa gelen her musîbet, önceden bir Kitâb’ta yazılıdır.”, Şûrâ, 30. âyette, “başınıza gelen her musîbet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir.” denir. Bu “zıt gibi” görünen durumu nasıl açıklarız?!. Önceden sonucu belli olan bir durum (= iyilik ve kötülük), bizim ellerimizle = irademizle ortaya çıkıyor. Bizler, bizim hakkımızda olacak olanı (= başımıza gelecek olanı) “önceden” bilmiyoruz, ama Rabbimize göre “önce ve sonra” yok. Bizler, zamana mahkûm varlıklarız; Rabbimiz, her şeye olduğu gibi zamana da hâkim. Bize göre ‘kader problemi’, bir zaman problemi. Bu ‘problemi’, akıl değil iman çözer. Nitekim, âyetin (64/11) devamı, “ve men yü’min billâhi yehdi kalbeh = Kim Allah’a iman ederse, Allah onun kalbine hidâyet verir.” der ve âyet, “vallahu bikülli şey’in alîm = Allah her şeyi bilir.” diye biter. Kalbinde iman hidâyeti olmaya...

FEYZ/FEYİZ

Feyz/Feyiz : Taşmak ve fışkırmak. Taşmak ve fışkırmak için, önce dolmak gerek.  Feyzi (= فيض) biz, genelde olumlu anlamda kullanırız; kelime, olumsuza da “çalar”!. İçerideki olumluysa, taşma olumlu; olumsuzsa, taşma olumsuz olur. Kelime Kur'ân’da 9 yerde geçer. 2/198 ve 199 iki kez. 5/83. 7/50. 9/92. 10/61. 24/14 ve 46/8. Bu yazı, kelimenin iki kullanımına da değinecek. 2/198, Hacda Arafat’tan Mescid-i Haram’a akın ettiğinizde (= efadtüm min arafât) Allah’ı anın/zikredin. Sonra, insanların aktığı (dağıldığı) yerden siz de akın (dağılın) = “sümme efîdu min haysü efédâ-nnâs; vesteğfirullah...” (2/199.) “Rasûle indirileni duydukları zaman, gerçeği anlamalarından dolayı onların gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün. = “reâ e’ayünehüm tefîdu min-ed demi’ mimmâ arafû minel hakk...” Derler ki : Ey Rabb'imiz! İman ettik, öyleyse bizi şahitlerle beraber yaz.” (5/83.) “Ateş halkı cennet halkına : Suyunuzdan veya Allah'ın rızık olarak verdiği şeylerden biraz da bize verin (= efîdû...

SESSİZ SÖZ

Söz, sadece hakikatten iz/ler (= işaret/ler, âyet/ler) taşır. Hakikatin “kendisi tam olarak” söze gelmez, gaybdadır. Söz, gaybı şehâdet kılmak için uğraşır ama bunu aslâ beceremez, sadece hakikati betimler. Bu yüzden, hakikate âşık olan kişinin “sessiz sözle” ile tanışması kaçınılmazdır. Sessiz söz ile tanışmak için, sesli sözün imkânlarının tüketilmesi gerekir. Sesli söz, bizi sessiz söze ulaştıran bir basamaktır. Bu basamağı, sadece kalbi çook temiz olanlar atlayabilirler.

SESSİZLİK, YALNIZLIKTIR.

Sessizlik, yalnızlıktan doğar. Ses, yalnızlığı boğar. Ses varsa, (ortalıkta) başka biri/leri vardır. “Başlangıçta” Allah, yalnızdı; Ses verdi. = Kün!. (= ol!.) dedi, ve sessizlik (= yalnızlık) bozuldu. Yalnızlık zordur; bu zorluğun tedavisi yine sestir, sestedir; ses, bizi tekrar sessizliğe (= yalnızlığa = huzura) çağırırsa!. Bizi sessizliğe (= yalnızlığa = huzura) çağırmayan ses, kuru bir gürültü, boş bir lakırtıdır. Nesir, düz giden bir yazı = düz yazı olmamalı; söz (= yazı), ilk çıktığı yere (= sessizliğe = yalnızlığa) geri dönmeli. “... innâ lillâhi ve innâ ileyHi râciûn.” (2/156.) İlk çıktığı yere (= sessizliğe = yalnızlığa = Rabbine) geri dönmeyen seste (= sözde) nisyan (= unutma) ve isyan vardır; o söz, şeytanî sestir, şeytanî sözdür. “Allah’ı nasıl inkâr edebiliyorsunuz?!. = O’nun varlığını nasıl örtüyor/örtebiliyorsunuz?!. = Allah’a, nasıl küfredebiliyorsunuz?!. Siz ölüler iken, O sizi var etti, sonra sizi öldürecek, sonra tekrar diriltecek ve Kendisine (= O’na) dönecek/döndür...

DİYALOG

Diyalog : Karşılıklı konuşma. Karşılıklı söz alıp-verme.  Söz söyleme = konuşma, hem söz verme, hem de söz alma. İlk sözü Rabbimizden aldık ve O’na söz verdik. Daha sonra, O’na verdiğimiz sözden döndük = şeytanın sözüne uyduk, şeytanın sözünü dinledik = aldık. Bizimle ilk olarak Rabbimiz konuştu. = Bize konuşmayı Rabbimiz öğretti. = “allemehü-l beyân.” (55/4.); beyân, konuşma, söz söylemedir. Konuşma, söz alıp-verme. Söz, taahhüt taşır; sözle, taahhüt alınır-verilir. Rabbimizden söz alırken = Rabbimiz bize söz verirken, bize aht (= ahit, yemin, söz) verdi, bizden aht aldı. Bu, bir sözleşmeydi. Çoğumuz (hepimiz) bu sözleşmeyi çiğnedi(k), ve şeytanla sözleşme yaptı(k) = sözleşti(k). Ve düştü(k). = Hubût. Tekrar çıkmak (= urûc, mî’rac) için, şeytanla yaptığımız bu sözleşmeyi tek taraflı olarak ilgâ etmek zorundayız. Çünkü, şeytanla yaptığımız her konuşmada (= sözleşmede), nezğ ve vesvese var. Bu nezğ ve vesvese, bize huzur (= güven, emn/iyet, iman) vermiyor, vermez. Nezğ (= نزغ), kötü...

KENDİNİ KURTARMAK

O, (artık) kendini kurtardı, ne demek?!.  Okudu; işini buldu; kendi kendine yeter hâle geldi; kendi parasını kendi kazanıyor; kimseye muhtaç değil. Bunlar, mutlak cümleler değil. Türkiye, hatta bütün dünya benim olsa, ben artık hiçbir şeye muhtaç olmam mı?!. Mutlak kurtulmanın, kendini kurtarışın, kurtuluşun mülkiyetle bir alâkası yok.  Neyle var?!.  İman ve iyilikle. İman, içte huzuru yakalamak, bulmak; iyilik, bu huzuru dışa yaymak, dağıtmak ve çoğaltmaktır. Öteki hayata inanmasak bile!, hastalanmanın, yaşlanmanın ve ölümün elinden kurtulamıyoruz. Mutlak olarak bizi kurtaracak olan, imandır, iyiliktir; başka bir kurtuluş yoktur.

ACÂİB SÖZ

Tuhaf, şaşırtıcı, garib, değişik, insanı hayrete düşüren (= hayret içinde bırakan) ve cezbeden söz.  Kimi insanların sözleri böyledir. Bu sözlerin çoğu yaldızlıdır; aman dikkat!. Çook azının sözü de sahiden, gerçekten acâibdir, câziptir. Bunu nasıl ayırt edilebiliriz?!. Bakara Sûresi 204. âyeti doğru anlarsak. “Kimi insanın, dünya hayatı ile ilgili sözü senin hoşuna gider. Kalbindekine de Allah’ı şâhit tutar. Oysaki o, düşmanların en azılısıdır.” وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يُعْجِبُكَ قَوْلُهُ فِي الْحَيٰوةِ الدُّنْيَا وَيُشْهِدُ اللّٰهَ عَلٰى مَا ف۪ي قَلْبِه۪ۙ وَهُوَ اَلَدُّ الْخِصَامِ Onun kalbinde (= niyetinde), muhatabını dünya (malı, makamı, vb.) ile kandırma vardır. Ne hindir o; hinoğlu hindir o. Oysa o, “Senden (sizden) ayrılınca, yeryüzünde bozgunculuk yapmaya, ürünü ve nesli yok etmeye çalışır. Allah ise bozgunculuğu (bozguncuları) sevmez. Ona : Allah’a karşı takvalı ol, dendiğinde; kendini üstün görür, bu da onu günaha sevk eder. İşte böylesine cehennem yeter. O, ne kötü bir döş...

ÇARMIH

Hıristiyanlıkta haç biçimindeki darağacı. Kişi, bu ağaca, ellerinden (kollarından) ve bacaklarından çivilenerek asılır = çarmıha gerilir. Hıristiyanlara göre Tanrı(ın oğlu) İsâ da böyle bir çarmıhta can vermiştir. İnsan, zalûm ve cehûldür = zâlim ve câhildir. (Bknz. 33/72.) Taqvâ, korumak, korunmak, sakınmak. Kimi, kimden?!. Tanrı’yı bizden = biz zâlim ve câhillerden. Kendimizi Tanrı’dan = Tanrı’nın ga(z/d)abından.. İnsanoğlu o kadar zâlim ve câhil ki, ‘eline geçirince’! Tanrı’yı (bile) çarmıha germeye kalkıyor. Bu yüzden Mü’min kişi, Tanrı’yı (= Rabbini) “bulduğunda”, O’nu bu zâlim ve câhillerin ve kadir-kıymet bilmeyen kimselerin eline ve diline  “teslim etmemeli”!. En kıymetlimiz, hatta tek kıymetlimiz O. O’nu gözümüzden bile sakınmalıyız.

TANRI'NIN TANIĞI ya da TANRI'YA TANIK OLMAK

Eşhedü en lâ ilâhe illâ, Allah. İllâ, Allah. İlâh, sadece ve sadece = kesinlikle Allah. Ben buna tanığım = eşhedü. Nasıl?!. Tanrı’nın emirleri, benden sorulur!. Ben ne yapıyorsam, Tanrı yap dediği için yapıyorum; ne yapmıyorsam, Tanrı yapma dediği için yapmıyorum!. Böyle yaşarsam (= yaşarsam), Tanrı da bana tanık olur. O’nun emirlerinin tersine bişey yaparsam, (O’nun bana tanıklığına değil) benim O’na tanıklığıma “gölge” düşürmüş olurum. ... İlâh, varlığı ile var olduğumuzdur.  İlâh, yokluğunda yok olacağımız = yaşayamayacağımızdır. ... Niyetim  Yazmaktaki niyetim, bütün sözlerim, O’nun Sözlerine yol vermek. Bu niyeti unutursam, Rabbim bana yazmayı ve söz söylemeyi nasip etmesin.

ZITLIKLAR

Dikotomiler. Çatallanmalar veya Bölünmeler. Zıtlık, mekân ve zaman algımızdan doğar. Mekân, mesafe; zaman, süredir. Mekânla, iç-dış, uzak-yakın; zamanla, kısa-uzak, sonlu-sonsuz gibi “zıtlıklar” oluşur. İç-dış, bir sınırın varlığını gerektirir. İçi, “tamamen” dışarı atarsak, iç diye; dışı, “tamamen” içeri alırsak, dış diye bişey kalmaz. Sınır, bizde. Bizdeki sınırı (“tamamen”) silersek (= ortadan kaldırırsak), uzak-yakın diye de bişey kalmaz. Böyle bir hâl “mümkün” olursa, zamandaki kısalık-uzaklık, sonluluk-sonsuzluk da “yok” olur. Bu, bizim için aslâ mümkün olmayacak bir hâl. Bu hâl, Tanrısal (= Tanrı’ya has/özgü) bir hâl. Bu yüzden, Tanrı’da zıtlık yok. Tanrı, mekândan ve zamandan münezzehtir. *** Niyetim  Yazmaktaki niyetim, bütün sözlerim, O’nun Sözlerine yol vermek. Bu niyeti unutursam, Rabbim bana yazmayı ve söz söylemeyi nasip etmesin.

ROL

Hayat, âdetâ çook uzun metrajlı bir film/filim gibi. Bu hayatta bazı rolleri ve görevleri kendimiz seçerken, bazı rol ve görevlere de mahkûm oluyoruz. Erkek veya kadın olmayı; fakir veya zengin olmayı değil, doğmayı, siyahlığı veya beyazlığı biz seçmiyoruz; ama cahil veya bilgin, hırlı veya hırsız, arlı veya arsız olmayı biz seçiyoruz... Rol seçimlerimizdeki amacımız belli; bu seçimlerle üstlendiğimiz roller ve görevlerden sorumluyuz; ve bu görevleri ve rolleri “senaryoya uygun”! yapmak (= oynamak) zorundayız; seçimle üstlenmediğimiz görevlerden ise sorumlu değiliz. Bu filmin çook kısa bir ânında, en çok 100 sene, bu rolleri üstleniyoruz. Bu film, nisbeten uzun metrajlı bir film, ama başı da sonu da belli. Bu filmi, çok hızlı bir şekilde geriye sarabiliyoruz. 1000-1500 yılı, 1-2 dakika içine sığdırabiliyoruz, ama bu filmi ileriye sarmamız mümkün olmuyor, bunun için normal zamanın geçmesini beklememiz gerekiyor. 1500 yıl önce yaşayanlar, bugünde; biz ise, 3500 yılında bu filmde kimlerin...

İNSÂNÎ MELEKELER

İnsana verilen melekeler. Nedir onlar?!. Duyu. Duygu. Akıl (= Düşünce). Sezgi. Hayal. İrade ve İman. Duyu, beş tane. Göz (= Görme). Kulak (= Duyma/İşitme). Dil (= Tatma). Burun (= Koklama) ve Deri (= Dokunma). Bunların içerdeki hâli, duygu. Duygulara, iç duyular da deniyor; bunlar, beşten çok. Korkma. Üzülme. Sevinme. Endişelenme. Umut etme. Tereddüt etme... Düşünme, duyuların ve duyguların “mantıklı bir düzen” hâline  getirilmesi, ve tedbir alınması. Sezme, olacakların önceden “tahmin” edilmesi, sezilmesi, görülmesi. Hayal, muhayyilenin serbest (= özgür, hür) bırakılması, olguların dışına taşılması. İrade, iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin arasında bir seçimin yapılması.  İman, nihaî bir kararın verilmesi. Tüm olup-bitenleri yöneten (= idâre eden) Bir’ine güvenilmesi.  İnsandaki bu melekeler “düzgün” çalışırsa, imana kolay ulaşılır; “düzgün” çalışmazsa, sürekli yalpa yapılır. Melekeleri “düzgün” çalışanı, melekler de destekler.  “Rabbimiz Allah’tır, deyip, dosdoğ...

ŞEHÂDET = ŞÂHİTLİK

Şehâdet : Tanıklık. Tanık : Birini, bir olayı “görme” ve onun o, o olayın öyle, olduğunu söyleme. Görme ve söyleme. Görmeden söyleme, yalancı şâhitlik, sahte tanıklıktır. Bizler Allah’ın tek ilâh olduğunu “gördük” de mi, O’ndan başka bir ilâh yok = “Lâ ilâhe illâ-l Allah.”, diyoruz?!. ... Görme : Nazar. Basar. Rü’ya. Reâ ve Ayn (= Teayyun). Nazar (نظر) : Nazariye = görüş, fikir = aklın görmesi. Basar (بصر) : Basîret = kalbin görmesi. Rü’ya (رؤيى) : Uykuda görme. Her rü’ya, uykuda görülmez. Reâ (رأى) : Görüş, anlayış, bilme. “elem tera = görmedin mi?!.” (105/1.) Fil hâdisesini=olayını bilmedin/duymadın mı?!. Ayn (عين) : Göz; taayyün, gözün görmesi. وَالْعَيْنَ بلعين = Göze göz. (5/45.) “Biz ona iki göz vermedik mi?!.” (90/8.) اَلَمْ نَجْعَلْ لَهُ عَيْنَيْن ... Allah’ı neyle “görüyoruz”! da Allah’tan başka ilâh yoktur, diyoruz?!. Nazarla mı, basarla mı, rüyada mı, kafa gözümüzle mi?!. Allah, kafa gözü (= ayn) ile görünmez, çünkü cisim değildir.  Rü’ya : Uykuda görme; rü’ya, delil teş...

HUBÛT

İki hubût var : Biri,  حبط; öteki,  هبط. İlki, boşa çıkmak; ikincisi, düşmek. İlkinde de ikincisinde de “inkâr ve isyan” (= şeytana uyma) söz konusu. Kim, münkir olarak ölürse, bütün amelleri boşa çıkar. (حبط) Bknz. 2/216. 3/22. 5/5. 5/53. 6/88. 7/147. 9/17. 9/69. 11/16. 18/105. 33/19. 39/65. 47/9. 47/28. 46/32. 49/2. İkinci hubût (هبط), “yüksek yerden” aşağı inmek. Bu yer, ilk etapta cennet (2/36. 2/38. 7/13. 7/24. 20/123.), sonra, gemiden karaya (11/48.), Sinâ’dan Mısır’a, vb. (2/61.)  2/74’deki hubût (هبط), çook ilginç!. Bağlamı yakalayabilmek için en azından 67. âyetten itibaren okumak gerekiyor. Mûsâ kavmine (= İsrailoğullarına) kurban kesmelerini söylüyor. Onlar, tâbiri caizse işi yokuşa sürüyorlar; kurbanın yaşını, rengini bahane ediyorlar, ama sonunda kesiyorlar. Kurbanın kesiliş amacı (Allah-u A’lem) : 1. İnek veya öküz putunu (apis) “öldürmek, tarihe gömmek”. 2. Önceden işlenmiş bir cinayeti açığa çıkarmak. (72 ve 73. âyetler.) 74. âyet, sonra kalbiniz yine katı...

ATEŞ, IŞIK (= ZİYÂ) ve NÛR

24/Nûr, 35. âyeti son okuyuşumda, bu üç kelimenin farkını ‘birazcık da olsa’! fark ettim!. Her okuma aynı olmuyor, olmamalı... Âyet, Allah’ın Nûru için, “O, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek bir ağaçtan yanar, Onun yağı, kendisine ateş değmese bile yanar = يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ (24/35.), denir.                        Âyette Nûr, Ateş ve Ziyâ kelimeleri geçer. Nûr da Işıktır, Ziyâ da. Ziyâ, Nûr’dan farklı (daha düşük yoğunluklu) ve ateş değmeyen bir ışık olmalı; Nûr ise “Saf Işık” (?!)... Ateşsiz (= yanma olmadan) ışık olur mu?!. Bu sorunun cevabını inanın ben bilemiyorum. Bu konuda “iyi bir fizikçinin veya uzmanın” görüşlerine ihtiyacım var. Yardımcı olursanız, minnettâr olurum. Blogda (bilmekisteyenlericin.blogspot.com’da), profile tıklarsanız (= yazı başlığındaki geriye ok, alt alta üç çizgi, profili ziyaret edin), orada mail adresim yazılı. En iyisi ben buraya da yazayım. drhasanmetin...

EV-VEL

Ev : Yuva. Barınak. Sığınak. Mesken = Sükûn bulunan yer. Dünyadaki ilk ev, Kâbe.  O Ev : Beyt-i Atîk. (22/29 ve 33.) Beyt-i Ma’mur. (55/4.)  İnsanlar için yeryüzünde ilk kurulan Ev.(3/96.) = اِنَّ اَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ لِلنَّاسِ  İnsanların güvenli bir şekilde toplandığı mekân. (2/125.)  = الْبَيْتَ مَثَابَةً لِلنَّاسِ وَاَمْناًۜ  O Ev’de (= Beyt’te), İbrâhim’in makamı ve apaçık âyetler (= işaretler, semboller) var. (3/97.)  = ف۪يهِ اٰيَاتٌ بَيِّنَاتٌ مَقَامُ اِبْرٰه۪يمَۚ O Ev'in Rabbi, Allah. = “Rabbe hâz-el Beyt. (106/3.) = رَبَّ هٰذَا الْبَيْتِۙ Bu yüzden bu Ev'e, Beytullah = Allah’ın Evi de deniyor. Ama Allah, bu Ev’de yaşamıyor!. Bütün mescidler (câmiiler) bu Ev’in şûbesi. Rabbe secde eden herkes, yüzünü bu Ev’e dönmek zorunda. Bu Ev, dünyanın merkezi.  Bir çember veya daire (= dünya) düşünün. Bu çemberin veya dairenin (dünyanın) çevresindeki (içindeki) uzak-yakın herkesin yüzü, merkeze (= bu Ev’e, Kâbe’ye) doğru saf tutmuş vaziyette!......

DÜŞ-ÜNCE

Düş : Rüya. Düşün ve düşünce : Fikir. Düş, görülür; düşünce, akledilir. Düş, sadece düşte (= uykuda, rüyada) görülmez, uyanıkken de düş görülür; uyanıkken görülen düşe, “hayal” denir. Hayal, geriye de ileriye de gider. Hayalde, “tam özgürlük” vardır. Hayalin düşünce gibi “mantıklı” olması da gerekmez.  Düşünce, hayalin mantık ve dil kurallarına uygulanmasıdır. Mantığın ve dilin kuralları “genel kabule” göre belirlenir. Genel kabul, %100 doğru sonuç vermez. Bu yüzden de her düşünce %100 doğru olmaz.  Pekiî, doğru düşünceyi, yanlış düşünceden ne ayırır?!. El-İlâh = Allah. Kur’ân. Kur’ân, Furkân’dır. Furkân, doğrunun-yanlışın, iyinin-kötünün, güzelin-çirkinin farkını ortaya koyan İlâhî Kitâb/Hitâb’tır.  Yaratan bilmez mi; en doğru, en iyi, en güzel hükmü vermez mi?!. Kur’ân/Furkân, düşlerimize de düşüncelerimize de yön (= ayar, kıble, doğru istikamet) verir. Hidâyet, düşlerin de düşüncelerin de doğru yönü ve doğru yolu bulmasıdır. Kur’ân/Furkân, içinde zerre şüphe (= rayb) o...

HIRSIZ-LIK

Hırsızlık : Sirkat. Hırsız, sériq (= سارق); birinin malını çalan.  Hırsızlık eden erkeğin ve kadının eli “kesilir”!. = “feqteû eydiyehümâ.” (5/38.) Buradaki kesme : fiilen ve mecâzen = zâhiren ve bâtınen. Bu âyeti, zâhirî fakihler, zâhirî (= fiilî) bir şekilde; bâtınîler, bâtınî (= mecâzî) bir şekilde  anlarlar, iki anlama da doğrudur. Bu “doğruluğu”, ülkenin (= toplumun) içinde bulunduğu ekonomik şartlar belirler. Toplumda (= ülkede) “gelir adâletsizliği = eşitsizliği” varsa ve insanlar açsa = aç bırakılıyorlarsa, bu “kesme” mecâzîdir, ve gelir dağılımını düzeltme anlamına gelir. Gelir dağılımı âdilse, ve ülkede işsizlik yoksa, insanlar keyfen çalıyorlarsa, bu “kesme” fiilîdir. ... Mülk Allah’ınsa, ki öyledir, Allah’ın mülkünü keyfe keder kullanmak da hırsızlık değil midir?!. Hem hırsızlık hem değil. O’nun mülkünü O’nun isteği dışında kullanmak, hırsızlık; O’nun mülkünü O’nun isteği doğrultusunda kullanmak, hırsızlık değil. ... Ya kamu malını haksız yere kullanmak, çalıp-çırp...

AHZ

Ahz : (اخذ)’den alma. Müâhaze (ﻣﻮﺌﺍﺧﺬﻩ), azarlama. İttihaz/e (ﺍﺗّﺨﺎﺫ), kabul etme, edinme. Alma, alınan o şeye ihtiyaç duymadır.  “...lâ tehuzüHû sinetün ve lâ nevm... = O (Allah), unutmaz ve uyumaz.” (2/255.) O, unutmaya da uykuya da ihtiyaç duymaz. Her şeyi, en ince ayrıntısına kadar bilir; bildiğini de unutmaz. Bu (ve O’ndaki her özellik, her sıfat) O’nu yormaz; dolayısıyla da uyumaya (dinlenmeye) ihtiyaç duymaz. Ahz, ittihaz, müâhaze, Kitâb’ta 270’ten fazla yerde geçer. Emir hâli : huz (خذ), anlamı, tut/yakala, tutukla!, demek. Kimi tut/yakala, tutukla?!. 1. Allah, çocuk edindi =  وَقَالُوا اتَّخَذَ اللّٰهُ وَلَداً diyenleri. 2. Mü’minleri bırakıp, kâfirleri dost edilenleri. =  لَا يَتَّخِذِ الْمُؤْمِنُونَ الْكَافِر۪ينَ اَوْلِيَٓاءَ مِنْ دُونِ الْمُؤْمِن۪ينَۚ 3. Dinlerini oyun ve eğlence gibi görevleri.  =  اتَّخَذُوا د۪ينَهُمْ لَهْواً وَلَعِبا.  4. Allah’tan başka ilâh edinenleri. “Allah : İki ilâh edinmeyin; O, ancak tek/vâhid = bir ilâhtır. O halde, ...

CEHD veya CEHT

Cehd veya Ceht : Çaba. Gayret. Uğraş. Cihat/Cihad. İctihad/İctihat. Mücahede ve Müctehid/Müctehit de aynı kökten. Herkes, bişey için çalışır-çabalar; kimi, zengin; kimi, bilgin; kimi, ünlü; kimi, güçlü olmak için. Kelimelere anlamlarını veren, dünya görüşü, paradigmadır. Paradigma, hayatı anlama ve ona değer verme biçimimizdir. İslâmî paradigmadan hayata bakarsak, ceht ve onun türevi olan tüm kelimeler (cihat, mücahit, içtihat, müctehit), belli bir “kutsallık” ve hiyerarşi kazanır. Kutsallık, Allah için olmayı (ve câhidû fî sebîlillah), ki bu aynı zamanda cehdin/çabanın amacını; hiyerarşi, cehdin/gayretin türünü verir. Allah için yoldaki maddî bir engeli (taşı, çalı-çırpıyı) kaldıran da, içtihat yapan da (= müctehit de), Allah yolunda savaşan da ceht hâlindedir (= müçtehittir). Bizler müçtehidi, Kitâb ve Sünnette açık hüküm bulunmayan konularda, Kitâb ve Sünnetin ruhuna uygun hüküm veren kişi/ler (= fakıh/ler) karşılığında kullanırız. Bu anlam, fikrî cehttir. İmanın amele dönüşmesi gib...

MEKÂNDA ZAMAN YOLCULUĞU

Yaşadığımız mekânlar (= evler, şehirler = çevre) her geçen gün değişiyor. 20-30 yıl önce büyüdüğümüz mekânları tanıyamıyoruz.  Kâbe hariç, 3000 yıl önce kurulmuş Mekke ve Medine de değişti. Bugün, Mekke ve Medine’ye gittiğimizde, dünü yaşayamıyor ve dünü, bugüne taşıyamıyoruz. Bu, Efendimizle bağ/bağlantı kurmamızı da engelliyor... Kâbe’nin temeli, ilk insan Âdem (a.s.) tarafından atıldı; Hz. İbrâhim (a.s.) onu yeniden inşâ etti; Efendimiz (s.a.v.) zamanında da bugünkü hâlini aldı. Ama etraf (= çevre) çook değişti. Meselâ Merve ile Safâ dağları camekâna girdi. Bugün, oraları ziyâret ederken, “geçmişle” bağ/bağlantı kurmak için, hem tarih bilgisine/bilincine hem de güçlü bir hayal gücüne ihtiyacımız var. Bizde (= çoğumuzda) ikisi de yok. Efendimiz, “bugünkü” Mekke ve Medine’de yaşamadı. Bugünkü Mekke ve Medine, büyük ölçüde şeklen ve ruhen modernizme teslim!. Buradan çıkış için, sağlam bir bilgi, bu bilgiye dayalı güçlü bir hayal (gücü = muhayyile) şart; aksi hâlde ziyaretlerimiz, t...

FARK

Fark : İki (bi çook) şeyi (ve kişiyi) birbirinden (birbirlerinden) ayıran, birbirlerine muhâlif (= ihtilaflı, farklı) kılan şey (şeyler). İngilizcesi, different, unlike. Fark, bi çook şeyden ortaya çıkar : Maddî : fiziksel, ekonomik; manevî : duygusal, fikrî/düşünsel, imânî, ... ısı/sıcaklık, güç, renk, ... Arabalarımızdaki diferansiyel (defransiyel), bu farkı dengelemeye yarar. Virajlarda arka tekerleklerin “dönüş hızları” farklı olmak (= içerdeki tekerlek daha yavaş, dışardaki tekerlek daha hızlı dönmek) zorundadır; bu farkı, diferansiyel dengeler; aksi hâlde araba devrilir. Virajlarda, dönüşleri (gidiş yönleri) değil, dönüş hızları bakımından iki tekerlek birbirine “muhaliftir”!, düz yolda dengelenirler. İki şey arasındaki ısı farkını da -- sözgelimi çook sıcak bir çayı veya çorbayı damak/vücut ısımıza uygun/uyumlu kılmadan --, dengelemeden --içemeyiz --, kullanamayız.  Ya fikir (= anlayış) fark-lılık-ları?!. Muhalefetin kökü, HLF (= خلف); ihtilâf da, muhtelif de halef de halife...

YÜKSEK IŞIK

Buradaki yüksek, hem mesafeyi (yukarıyı), hem voltajı (gücü) ifâde eder. Aşağıda (dünyada) yanan ışık, ne kadar güçlü olursa olsun, her yeri ve herkesi aydınlatamaz, bir Güneş (Şems) olamaz. Kur’ân, yukarıdan inmiş (= inzal edilmiş) bir ışıktır = nûrdur. Yerdeki her ışığın aslı (asıl vatanı) yukarıdadır. Işık vermeyen (karanlık olan) ışıksız ve dumansız ateşler, sadece yakarlar; şeytan, bu ateşten yaratılmıştır; onun yönü, aşağıya = çukura (gehinnoma : İbranice cehenneme) doğrudur. Işık ve Ateş Ateşi, ateş yapan ışıktır. Işık, alçaldıkça ateş; ateş, yükseldikçe ışık olur. Şeytan, alçalan; melek, yükselen ışıktır. “Alçak”! adamlara ateş; “yüksek” adamlara ışık değer. Bu yüzden, “alçak”! adamlar, cehennemde (= gehinnomda); “yüksek”! adamlar, cennette ağırlanır. Olmadan Ölmek Olmadan ölmek, çook kötü bişey; olmadan ölenler, yanacak!. Olmak ne, ölmek ne?!. Olmak : İyi bir insan = iyi bir kul olmak. Ölmek : Ne olursak olalım, Rabbe dönmek. Olmadan ölenlere : “Ey mücrimler! Bugün siz şöyle b...

HIŞIRTI veya ÇITIRTI

Kâğıt hışırtısı. Yaprak hışırtısı. Telsiz hışırtısı... Yanan ateşin hışırtısı veya çıtırtısı. = شهيق. Ateş, yanarken inler; buna, ateşin hışırtısı  = شهيق denir. (Bknz. 11/106. 67/7.) Şihâb (= شهاب) ise, yanan ateşten çıkan alevdir, ışındır, ışıktır. Bir de, ğayz (= غيظ) var. Ğayz, öfke demek. Öfke ile yanan ateş, ışık vermez; ışık vermek için yanmaz. (Bknz. 67/8.) Cehennem ateşinin öfkesi = öfke ile yanması, burada “yanmayanlar, yanmayı beceremeyenler”! ve orada zorunlu yananlar yüzündendir. Cehennem ateşinde, şihâb (= شهاب) = ışın olmaz; o ateş, (öfkesinden) kapkaradır. Çünkü oraya girenler, günahları yüzünden kapkara olmuş insanlardır; onlar, ziftin veya katranın yanması gibi yanarlar.

HÛRİ ve ĞILMÂN

حورى  و غلمان Hûri : Güzelliği ve sadâkatları ile erkekleri “büyüleyen” cennet kadınları. Ğılmân : Ğulâmın (= genç erkeğin) çoğulu, hizmetçi delikanlı. Hûrideki “ateş”! (= güzellik ve sadâkat), ğılmândaki “ateşle, şehvetle); ğılmândaki “ateş” (= şehvet) de hûrîdeki “ateşle” “yanar”!. Hûr’dan mihver (= محور) de türer; hûr, mihverdir = eksendir, akstır, ağırlık merkezidir. ĞLM (= غلم)’den de ğılmân türer. ĞLM (= غلم), şevhetle, aşırı bir istekle, bi şeyin, bi mihverin etrafında dönmek, demektir.  Hûri ve Ğılmanı Kitâb, şöyle tarif eder : “İşte böyle; onları güzel gözlü hûrilerle eşleştirdik.” (44/54.) كَذٰلِكَ۠ وَزَوَّجْنَاهُمْ بِحُورٍ ع۪ينٍۜ “Sıra sıra dizilmiş koltuklara yaslanırlar. Biz, onları temiz, ‘güzel bakışlı’ hûrilerle eşleştirmişizdir.” (52/20.) مُتَّكِـ۪ٔينَ عَلٰى سُرُرٍ مَصْفُوفَةٍۚ وَزَوَّجْنَاهُمْ بِحُورٍ ع۪ينٍ “Güzel bakışlı hûriler.” (56/22.) وَحُورٌ ع۪ينٌۙ “Çadırlarda korunaklı hûriler vardır.” (55/72.) حُورٌ مَقْصُورَاتٌ فِي الْخِيَامِۚ “Onların yanlarında, b...

MUM

Whatsappdaki profil fotoğrafım (= ikonum), bir mum. Bu muma, çook dikkatli bakın. Yanıyor, alevleniyor ve kendi gücü oranında etrafını ışıtıyor = aydınlatıyor. Yanma nedir?!. Mumun, ateşte erimesi.  Ya alev?!.  Ateşin yukarı doğru çıkarak (= yükselerek), ışık (= ziyâ, nûr) olmak için çabalaması.  Işık?!. Karanlığın yarılması (= felâk) ve etrafın aydınlanması. ... Yere yakın olan mum, katı ve donuktur. Mum, yanan yerinden erimeye başlar/başlıyor; bu noktada çıkan alevin rengi, mavi; daha yukarılara doğru mavi alev, kırmızıya ve sarıya dönüyor; ışığın (= ziyânın, nûrun) rengi ise beyaz. ... “Yanmazsak”!, ışığa (= ziyâya, nûra) dönüşemeyiz. Elbette bu “yanma”!, mumun yanması gibi değil, başka türlü bir “yanma”!. Bu türlü “yanmayanlar, yanamayanlar”, gerçekten (cehennemde odun gibi, çıra gibi, mum gibi) yanacaklar; ama bi türlü ışık (= ziyâ, nûr) olamayacaklar, kendilerini de etrafı da aydınlatamayacaklar; onlardan etrafa “karanlık bir duman” yükselecek...  Melekler, nûr...

ĞÂSİQ

Ğâsiq : ĞSG (= غسق) : Zifiri gece karanlığı, kokuşmuşluk ve irin. VKB (= ) : Çökmek, çukur ve oyuk. “ve min şerri ğâsigin izâ vegab.” (113/3.) = Çöktüğü (kokuştuğu) zaman, zifiri karanlığın (= gecenin) şerrinden. (Felâk’ın Rabbine sığınırım.) Felâk : Zifiri karanlığın (= gecenin, zulumâtın) yarılıp/dağılıp, gündüzün (= aydınlığın, nûrun) ortaya çıkması. Bunu çıkaran (= çıkaracak olan) Rabbe sığınırım. Doğal dünyada (= tabiatta) bu durum, her gün gerçekleşiyor; ama ya insanî (= toplumsal) dünyada (= insan ve toplum tabiatında)?!. İnsanî (= toplumsal) dünya, korkunç bir zifiri karanlığın ve kokuşmuşluğun içinde.  Buradan nasıl çıkar ve aydınlığa (= nûra) nasıl kavuşuruz?!. Nûr’a (= Kur’an’a) tutunarak, ve sadece âlemlerin Rabbi Allah’a kulluk ederek. “Allah, iman edenlerin velîsidir, dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tağutlardır; onlar, onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar. İşte onlar ateş ehlidir ve orada sürekli kalacaklardır....

VELED

Veled : Çocuk. VLD (= ولد), doğmak. Vâlide, doğuran, ana. Vâlideyn, ana-baba. Evlâd, çocuk. Vildân, çocuklar. Mevlûd, doğum.  Velede (= ولد), telidü (= يلد), ... fiil hâli. Lem yelid, doğmadı; lem yûled, doğurmadı. O’nu biri doğurmadı; O da birini doğurmadı. = “lem yelid ve lem yûled.” (112/3.) O, kesinlikle (= lem) ana-baba da, çocuk da olmadı. “Eğer Allah bir çocuk edinmek isteseydi, yaratacağından (yarattıklarından) dilediğini seçerdi. O, bundan münezzehtir. O Allah, eşsiz, benzersiz ve rek olandır, varlığın üzerinde mutlak egemendir.” لَوْ اَرَادَ اللّٰهُ اَنْ يَتَّخِذَ وَلَداً لَاصْطَفٰى مِمَّا يَخْلُقُ مَا يَشَٓاءُۙ سُبْحَانَهُۜ هُوَ اللّٰهُ الْوَاحِدُ الْقَهَّارُ (39/4.) O, baba da olmadı, oğul da. Bu yüzden Baba-Oğul-Ruh’ul Kuds (= teslis) saçmalığına düşmedi. Melekler, O’nun “kızları” değil, kulları = sadık askerleridir. “O (= Allah), göklerin ve yerin fıtratını belirleyendir. Size, kendinizden çiftler, hayvanlardan çiftler yapandır. Orada sizi bir düzen içinde üretiyor. O...

VESVESE

Vesvese : İçe doğan olumsuz (= kötü) fısıltı, kuruntu, işkil, şüphe. Bu hâlin, şeytanın işi olduğu, 7/20 ve 20/120’de açıkça belli. 50/16’da vesvese, nefse; son sûre Nâs’da, hannâs’a atfedilir; toplamda 5 yerde geçer.  Şeytan, ŞTN (= شطن)’dan, Rabbin Sözünü (= emrini) dinlemeyen, bu yüzden uzaklaşan (= uzaklaştırılan, taşla kovulan, taşlanan = recmedilen) varlık. Hannâs, sinsi, kurnaz ve hilebaz. Nefs, kişi, entite, nefes alıp-veren (= can taşıyan, canlı) birey; kişiyi başka bir kişiden ayıran “şey”; kişinin kendi, açığa çıkmamış = görünmeyen beni. Nefs, yaratılışı itibariyle nötrdür. Onun bu nötrlüğünü insan bozar. “ve nefsin ve mâ sevvâhâ, fe-elhemehâ fücûrehâ ve taqvâhâ.” Nefse ve onu tesviye Eden'e andolsun ki O, ona iyiliği ve kötülüğü (= taqvâ ve fücûru) ilham etti. (91/7-8.)  İlham da vesvese gibidir ama onun zıddıdır; o da içe doğar. İlham, rahatsız etmez, huzur ve rahatlık verir; vesvese, rahatsız eder, kişinin içini kemirir. İlham (= إلهم), onarır; vesvese, yıkar. Ve...

ETKİLİ SÖZ

Etki : Tesir. Etkili söz, tesir = iz bırakan söz. Söz, nasıl iz bırakır?!. Kelâm olursa.  Kelm, iz; kelime, iz bırakan söz demek. Bırakılan iz, yaraya (= cerahata) da dönülebilir; yarayı da iyileştirebilir. Cerh ve ta’dil, hadis ilminde sözün (= hadisin) “kritiği” demek. Cerh, ‘yara’dan; ta’dil de adâletten.  Demek ki etki, hem olumlu hem de olumsuz olurmuş. Olumlu etki bırakan söz, âdil (= doğru) söz; olumsuz etki bırakan söz de âdil olmayan (= yanlış) sözmüş.  Sözün âdil (= doğru) olup-olmadığını nasıl anlarız?!. Hakikate uygunluğundan.  Hakikati ne belirler?!. Cenâb-ı Hakk. Cenâb-ı Hakk’ın Sözüne (= Kelâm-ı İlâhiye, Kur’ân’a) uygun olan sözler, olumlu tesir (= etki); uygun olmayan sözler, olumsuz tesir (= etki) bırakır. Bu tesir (= etki), hem sözü söyleyenler hem de o sözü dinleyenler için geçerlidir.  Cenâb-ı Hakk’ın Sözünden olumlu etkilenenlerin sözü, O Söze “aç ve muhtaç” olanları, olumlu; O Söze “tok” olanları, olumsuz etkiler. Cenâb-ı Hakk’ın Sözüne “to...

DAN DUN KONUŞMAK

Dan dun konuşmak, argoda, gereksiz (= boş yere, boşuna) konuşmak demek; ama ben, dun hakkında değil, dan (ve den) hakkında konuşacağım.  Dan (ve den), Arapçada an (= عن) ve min (= من) karşılığında kullanılan harf-i cerlerdir. Harf-i cerler, özel ilgi alanım. Harf, dilin (= ABC’nin, alfabenin) sesli ve sessiz en küçük birimi. Cer, çekme, sürükleme. Cer atölyesi, tren vagonlarını çeken lokomotiflerin yapıldığı atölye. Harf-i cerler de (genelde) kendisinden sonra gelen kelimeyi (aşağı) çekerler ve o kelimenin son harfini esre/kesre (= mecrûr) yaparlar. Dan anlamına gelen an (= عن) da bunlardan biridir. Meselâ, “fe-veylül lil musallîn, ellezîne hüm an salâtihim séhůn” deki an. = Yazıklar (= veyl) olsun o musallînlere (= namaz kılanlara), onlar kıldıkları namazDAN (= namaz/ın şuurunDAN) uzaktırlar = gaflet içinde namaz kılarlar ve kıldıkları namaz, onları yanıltır (= sehv, séhůn); sehven (= şuursuzca, yanılgıyla) namaz kılarlar. “O Mü’minler, boş şeylerDEN yüz çevirirler. (= Boş işlerDE...

SÖZDE ...

Sözde : Gerçekte (hakikatte) olmayıp, öyle söylenen, öyle bilinen; sözüm ona, sanki, güya. Sözde yazar. Sözde şair. Sözde devlet... Sözde olan, gerçekte (hakikatte) yok mudur; yoksa, söz niye söylenir?!. Söylenen sözün, pratikte (eylemde, yaşanan hayatta) herhangi (en ufak) bir karşılığı yoksa; o söz, sadece sözdür/sözdedir.  Sadece sözde olan bişey; yoktur, yok hükmündedir. Meselâ, sözde Müslüman, “sadece söz olarak”, “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ur Rasûlüllah.” diyen adamdır. Gerçek Müslüman ise, bu Sözü (= “Lâ ilâhe illâ-l Allah, Muhammed-ur Rasûlüllah.”ı) hem diliyle söyleyen, hem de pratiğine geçiren, = eylemiyle hayatında yaşayan ve Allah’tan başka hiç kimseye (= çağdaş putlara ve tağutlara) kulluk etmeyen adamdır. Samimî bir şekilde yaşantımıza (= amellerimize) bakarak kendimizi hesaba çekelim; yarın, (Allah korusun) Rabbimiz bizi de sözde Müslüman kategorisine koyabilir!.

DİN DİLİ

Din dili, Arapçadır.  Neden?!. Dini getiren Elçi, Arap olduğu için. Bu Elçi, Türk veya Rus olsaydı, o zaman da din dili, Türkçe veya Rusça olurdu. Olmaz mıydı?!. “Biz, mesajımızı anlaşılır olarak iletebilmesi (= anlatabilmesi) için hiçbir Rasulü kendi halkının dilinden başka bir dille göndermedik. Allah, hak eden kimseyi saptırır, hak eden kimseyi de doğru yola iletir. O, mutlak üstün olandır, en iyi hüküm verendir.” وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ رَسُولٍ اِلَّا بِلِسَانِ قَوْمِه۪ لِيُبَيِّنَ لَهُمْۜ فَيُضِلُّ اللّٰهُ مَنْ يَشَٓاءُ وَيَهْد۪ي مَنْ يَشَٓاءُۜ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ (14/4.) Arap olmayan kavimler bu dili öğrenmek zorunda mı?!. Herkes değil; ama o kavmin âlimleri bu dili öğrenmek ve kendi kavimlerinin diline “transfer” etmek zorundalar. Nasıl?!. Orijinal dildeki “tınıları ve anlamları” iyi ve doğru yakalayarak. Tını nedir?!. Dildeki seslerin ayrımı. Ses, anlamla (= ma’na ile) bağlantılıdır. Tını ve ma’na, insanda “duygu ve düşünce ateşini” yakan şeydir. Bu “ateş”, orijina...

ÜÇ G = 3G

Üç G / 3G : Görme. Gösterme ve Görünme. Var olmak, görünmektir. Varlığı “ışık” (= nûr) gösterir; karanlıkta hiçbir şey görünmez. Işık (= Nûr) olmasa, hiçbir şeyi göremeyiz. = “Allah, yerlerin ve göklerin Nûr’udur...” = اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ...  (24/35.) Karanlıkta kalan, hiçbir şeyi, kendi elini dahî göremez. = “... اِذَٓا اَخْرَجَ يَدَهُ لَمْ يَكَدْ يَرٰيهَاۜ...  (35/40.) Kur’ân, Münîr’dir; Efendimiz, Münîr’dir. Münîr, aydınlatan demektir, ve geçişli bir sıfattır. İçi (= kendi), aydınlık olmayan = karanlık olan, hiç kimseyi ve hiçbir şeyi  aydınlatamaz ve gösteremez. “Allah, iman edenlerin dostudur = velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır...” =  اَللّٰهُ وَلِيُّ الَّذ۪ينَ اٰمَنُواۙ يُخْرِجُهُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ اِلَى النُّورِۜ  (2/257.) Kişide iman (= ışık, nûr) yoksa, karanlıktadır; onun, fizîken beden (kalıbı) olarak görünmesi, dışarının aydınlığındandır. Karanlıkta, yol gösterme (= hidâyet) mümkün mü?!. “Biz Onu (= Kur’ân’ı) g...

MEBDE' ve MEÂD

Mebde’ ve Meâd : Başlangıç ve Son. İlk kaynak. Son kaynak. Asıl. Temel. Mebde’, BDE (= بدأ)’den, başlamak veya başlangıç, başlangıçtaki hayat; bu kalıp, hem ism-i zaman hem ism-i mekân; meâd, عاد veya  عود / avdetten; sonraki, dönüşteki hayat demek. Hayat, mebde’ ile açığa çıktı, başladı, göründü; çıkaran, El-Bedî’. “Bedî’-üs semâvâti vel arz/d.” (2/117.) Buradaki Bedî’nin son harfi, elif değil ayn, kelime بدع ; anlamı : yaratma, icat etme. İlk kaynak, Tek kaynak ve Asıl, O. = El-Bedî’. Son varış da O’na. “innâ lillâhi ve innâ ileyHi râciûn.” (2/156.) Önemli olan : varınca, nasıl (= ne hâlde) vardığımız; bize verilen imkânları nasıl kullandığımız?!. “De ki : Rabbim bana haktan (= adâletten = kıst) yana olmayı emretti. Her mescitte yüzlerinizi O’na doğrultun ve dini yalnızca O’na has kılarak duâ edin. (= duâ etmeyi/istemeyi emretti.) Sizi ilk yarattığı gibi yine O’na döneceksiniz.” قُلْ اَمَرَ رَبّ۪ي بِالْقِسْطِ۠ وَاَق۪يمُوا وُجُوهَكُمْ عِنْدَ كُلِّ مَسْجِدٍ وَادْعُوهُ مُخْلِص۪ينَ ل...

BORU MU?!.

Boru : İçinden su, gaz, petrol, vb. şeylerin aktığı iki ucu açık âlet.  Tüm dünyada, yerin/toprağın ve denizlerin altına döşenmiş boruları (boru ağlarını), bunlardan akan ve evlerimize kadar gelen suyu, doğalgazı ve petrolü düşünün...  Elektrik ve internet kabloları da bir tür “boru”!; onların da içlerinden enerji ve veri (= elektrik ve bilgi/malûmat) akıyor. Ya vücudumuzdaki damarlar, sinirler ve bağırsaklar!... Bütün bunlar boru mu = küçümsenecek, önemsenmeyecek, az-buz bi şey mi?!. Bu boruların içinden akanlar (= su, gaz, kan, uyarı, vb.) nereden nereye ve niçin akıyorlar?!. Pekiî kablosuz (= wireless) akanlar = görünmez “elektro-manyetik dalgalar/borular.”... Bi çoğu, belli bir süre yatay akıyor ama hepsi, sonunda dikeye dönüyor. Yatay akım, entropi yasası gereği, dikey akım olmazsa, biter, çöker. Kapalı sistemler, dışarıdan (= başka sistemlerden) enerji alamazlarsa, içlerindeki enerjiyi bitirince sönerler. Özelde, içinde yaşadığımız dünya, genelde tüm âlem, açık bir sitem...

UMUT veya ÜMİT

İnsanı diri tutan, umuttur. Umut, beklentidir, pozitif duygudur; dindeki karşılığı da recâdır. = رجاء; zıttı, havf = خوف veya kunûd = قنوط ; öbür kunût (= قنوت) ile karıştırmayın; bu t ile yazılan kunût (= قنوت), itâat demek; havf ve recâ ise, korku ve ümit.  Ernst Block’un her bir cildi 800 küsür sayfayı aşan iki ciltlik 1600 küsür sayfalık baş yapıtı ‘Umut İlkesi’ni dikkatli bir şekilde okudum. Yazar, kitapta antik ve modern çağın düşünce akımlarında (= felsefe, bilim ve ideolojilerde) ve doğu-batı dinlerindeki umudu incelemiş; İslâm dinine çok az yer vermiş ve bu dini doğru anlamadığı için, yanlış çıkarımlarda bulunmuş... Bu yazı, İslâm dinini doğru anlayan Müslümanların umuduna (= beklentisine) değinecek. Müslümanların umudu aslâ sönmez; sönmeyen bu umut, onları her dâim motive eder. Onların umutları, burada “gerçek olmazsa = gerçekleşmese” bile öte dünyada gerçek olur, gerçekleşir. Başka hiç bir ideoloji (= düşünce sistemi) ve din, umudu bu şekilde canlı veya diri tutarak “uzu...

ÜLKÜ

Ülkü : Ulaşılması gereken hedef, ideal; karşıtı : Matter/materia/l, substance = olan, vukû’ bulan, gerçekleşen somut hedef, durum. Günümüz siyasî akımları, genelde/kabaca, sol ve sağ diye ikiye ayrılır; solda, sosyalist-materyalistler; sağda, ülkücüler ve islâmcılar yer alır. Bunların hedefe doğru “hareketi”, ya solcularda olduğu gibi diyalektiktir (= Çatışmacıdır. = Tez > Antitez > Sentez. Buna diyalektik materyalizm de denir.); ya da sağcılarda olduğu gibi eklektiktir. (Eklektizm, seçmeciliktir.) Nureddin Topçu’nun kurduğu Hareket dergisi, Alparslan Türkeş’in kurduğu Milliyetçi Hareket Partisi, “ülkü” kökenlidir; bu hareketlerin mensuplarına da ülkücü denir. Ülkücülerin ülküsü (= ideali), aynı ırka mensup olanların birliği ve beraberliği, bugün kullanılan anlamıyla milliyetçiliktir, kızıl elmadır. İslâmcıların ülküsü ise tüm dünya Müslümanlarının (hatta insanlarının) birliği ve beraberliğidir. ... “İslâmcı”! bir parti ile, ülkücü bir partinin ittifakı; “islâmcı”! partinin “geri...

DESTEK OLMAK & KÖSTEK OLMAK

Destek olmak, güç-kuvvet, emek vermek; köstek olmak, engellemek. Neye ve kime?!. Hakka ve bâtıla. = İyiye ve kötüye. Doğruya ve yanlışa. Güzele ve çirkine. Dine ve dinsizliğe. Tevhîde ve şirke. Sallâ (= صلى), mastar hâli salât (= namaz), dine destek verme; daha doğru bir ifâde ile destek hazırlığı yapma anlamındadır. Salât (= namaz), dine = dînî yaşama, dini hâkim kılmaya bireysel ve toplu (= cemaatle) destek için hazırlık yapma, güç biriktirmedir. Bu yönüyle salât (= namaz), bir amaç değil, araçtır. Salâtı (= namazı), amaç olarak görme, dini eksik bilmedir. Salât (= namaz), İslâm davası için “yanmadır”!. Yanmazsak, yanarız. Birinci yanma ile ikinci yanmanın, mâhiyeti farklıdır. İlk yanma, aydınlanma = nurlanma ve güçlenme; ikinci yanma, karanlıkta (= zulumâtta ve cehennemde) kalma ve narlanmadır. Nûr (= نور) ile nâr (= نار) da, صلو ve صال   صلي gibidir. صلو den salât; صلي   veya  صال den, ateşe yaslanma (= girme) türer. = “seyaslâ nâren” (111/3.) “ıslavhel yevm...

MÜKEMMEL ve BERBAT

Mükemmel bir yemek. & Berbat bir yemek. Mükemmel bir konuşma (yazı). & Berbat bir konuşma (yazı). Mükemmel bir insan. & Berbat bir insan... İlk iki cümle, biten (= sona eren) durumlar; üçüncü cümle, devam eden (yaşayan) durum için söylenir. Mükemmel bir insandı veya berbat bir insandı, deseydim; geçmiş/bitmiş veya ölmüş bir insandan bahsediyor olurdum. Cennet ve cehennem için de, üçüncüye benzer bir hâl (= durum) geçerlidir. Cennet, bitimsiz, sonsuz, nihayetsiz, mükemmel; cehennem, bitimsiz, sonsuz, nihayetsiz, berbat bir “yer”!. Şöyle : Cennette de cehennemde de sonsuz “duraklar = ikâmet yerleri” var (= olmalı). Cennet içindeki her bir durak, bir önceki duraktan daha mükemmel; cehennem içindeki her bir durak, bir önceki duraktan daha berbat olmalı; ve herkes, gittiği (= hak ettiği) durakta “ikâmet” etmeli. (= may, must değil; en doğrusunu Allah bilir.) Herkes, buradan topladığı ve amel defterine yazdırdığı “puana” göre, oralardaki yerini alacak. Sözgelimi, 100 üzerinden bi...