Kayıtlar

Ağustos, 2024 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

EYYUB (A.S.)'IN TEKÂMÜLÜ

Nebîler ve Rasüller (aleyhimüsselâm) bizim için örnektir; Onlardan biri de Eyyüb (a.s.). Kur'ân, Eyyüb (a.s.)’ın tekâmülü hakkında bize çok az bilgi verir; ayrıntı için Tevrat’ın (= Tanah’ın) Eyyüb bölümüne bakmak gerekiyor; orada Eyyüb’ün ve üç arkadaşının (= Elifaz, Bildad ve Sofar), insanın başına gelen (= mukadder olan) olaylar hakkında farklı yorumlarına değinilir. Sanki bu yorumlar, bu konudaki İmam Eş’arî’nin (= Eş’arîliğin), Mu’tezilenin ve İmam Maturidî’nin görüşlerini andırır. İmam Eş’arî, insanın başına gelen olaylarda insanın bir dahli (etkisi) yoktur, derken; Mu’tezile, insanın başına gelen olaylar, büyük oranda insanın kendi seçimidir, der. İmam Maturidî, arada bi yerdedir... Eyyüb (a.s.)’ın başına büyük musibetler gelir. Önce elinde-avucunda olan tüm malını kaybeder; sonra, hısım-akraba, hatta çoluk-çocuğunu kaybeder; sonra da kendi çook ağır bir hastalığa yakalanır. Bu durum, şeytanı (= içindeki kötücül-kötümser gücü/duyguları = fücur) harekete geçirir. Hepsinde de,

İNSAN

İnsanı tanımak (tanıyabilmek) zor. İnsan, ne zaman ne yapacağı belli olmayan, sürekli değişim hâlinde olan bir canlı. Yüzeysel bakarsak, et-kemik ve kan (= beden) ve can (= ruh). Beden, âlet; ruh, bu âleti kullanan. Beden de değişiyor, ruh da. Bedenin değişimi, nutfe, bebek, ergen (genç/delikanlı) yaşlı (ihtiyar) şeklinde tezahür ediyor. Güçsüzken güçleniyor, sonra da güçten düşüyor, yürüyemez, kendi işini kendi göremez hâle geliyor. Bu, fizikî değişim. “ve men nuammirhu nünekkishu fil halq, efelâ ye’aqılûn.” (36/68) Bir de ‘metafizikî’ değişim var. Bu, duyu, duygu ve akılda. Beş duyunun üçü (görme, işitme ve koklama) uzak duyular; ikisi (dokunma ve tatma) de yakın duyular. Yakın duyuların uzağı, dokunma (temas); yakını, tatma. Yaklaşma ve tatma, Âdem’in başına iş açmıştı!. Duygular çook daha karmaşık, taâ içimizde hissettiğimiz şeyler. Duyuları da duyguları da selim aklın kontrolüne vermezsek, işimiz harap. ... Çoğu insan, (zorunlu olarak) bedenen (= madden) değişiyor ama ruhen değişm

NİYET

Bir işi yapmadan “önce”!, yapmaya karar verme. Niyette, yapılacak işin gayesi de (= amacı da) saklıdır. Her iş (= her fiil), bir amaç (= gaye) için yapılır; gayesiz iş yapılmaz. Haâ, her zaman, niyetle gaye uyuşmayabilir ama esas olan (hâlis) niyettir. Filozoflar, bir işin dört sebebi olduğunu söylerler : 1) Etken sebep. 2) Maddî sebep. 3) Sûrî sebep ve 4) Gâî sebep. Maddî ve sûrî sebepler, ara sebeplerdir; etken ve gâî sebepler ise “uç” sebeplerdir; bunların “uçları” bir çemberin (veya dairenin) uçları gibi birleşirler.  İnsanın maddî sebebi, toprak; sûrî sebebi, insan şekli; etken sebebi, “istek” (bu, ilk tahlilde anne-babanın; son tahlilde Tanrı’nın isteğidir);  gâî sebebi ise, Tanrı’nın isteğinin yerine getirilmesi = Tanrı’ya kulluktur. İnsanın var oluş (= yaratılış) gayesi budur. Tanrı, insanı bu “niyetle”! yaratmıştır. Tanrı’nın bu “niyetine” uygun yaşamak, kulluktur. İnsanın Tanrı’ya kulluğu, Tanrı’nın etken sebebi (= niyeti) ile gâî sebebini “uyumlu” hâle getirmektir. Tanrı’nın

GÖRMEK

Görmek için : Gören (göz), görülen ve ışık şart. Karanlıkta bişey görülmez. Ortalık aydınlıksa (= nurlu ise) ama önümüzde engeller (= perdeler, duvarlar, vs.) varsa, onları ya kaldırmak ya da bir “pencere” açmak gerekir. Göz, bedenin penceresidir.  İnsanda, kafa gözünün yanında akıl gözü, gönül (kalp) gözü de vardır. Kafa gözü ile görenler, akıl gözü ile; akıl gözü ile görenler, (kalp) gözü ile göremezler. Kalp (gönül) gözü ile görenler, akıl gözü ile de kafa gözü ile de görebilirler. Akıl gözü ile görmek için “bilgi”; gönül (kalp) gözü ile görmek için “iman” şarttır. Bilgi ve iman, nurdur. Bilginin nuru ile imanın nuru kardeştir ama ikisi “bir ve aynı” değildir.  “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” (24/35.) “Sen, Rabbinin hükmüne (hükmünü) sabret (bekle)!. Gözlerimizin önündesin. (Biz, her zaman seni görüyor-gözetiyoruz.) Her (bir işe) kalkışında (= hıyne teqûm) Rabbini hamd ile tesbih et.” (52/48.) “Rabbin Gözleri”!, her ân her şeyi görür. O’na hiçbir engel yoktur, O, Saf/Pür Nûr’

PLAN

Bir işi gerçekleştirmek için, kısa, orta ve uzun vadede yapılması gerekenler. Planlar stratejiktir, her planın bir zamanı ve amacı (sonucu) olur; planın ara aşamalarına taktik planlar denir. İşletmelerin ve devletlerin kısa, orta ve uzun vadeli planlarını “yöneticiler” (= kurmay heyet, büyükler!) yapar; bu planları her kademe uygulayıcılar (= “yönetilenlere göre küçükler”!) hayata geçirirler. Planları, “büyükler”! yapar; “küçükler”! uygular, diyebiliriz. Dünyayı yöneten küresel (karanlık) güçlerin (“büyüklerin”) de planları ve bunların uygulayıcıları (taşeronları) var. Âlemlerin Rabbinin de bir planı var; biz bu plana kader diyoruz.  Pekiî âlemlerin Rabbinin bu planının uygulayıcıları kimler?!. Yarattıkları. (= melekleri, insanlar ve tüm varlıklar, canlı-cansız herkes.) Bizler, âlemlerin Rabbinin bu planının tamamını bilemeyiz, sadece bize düşen kısmını bilebiliriz; Kitâb’ında bu planın kodları (şifreleri) vardır. Planın tamamını bilemediğimiz için, her yapıp-etmelerimiz plan dahilinde

İÇ ve DIŞ

İç-dış, mekânla ilişkili kavramlar. Evin içi-dışı; şehir içi-dışı; ülke içi-dışı; dünya içi-dışı; dünya dışı uzaysa, uzay da sonsuzsa, sonsuzu neye göre belirleyeceğiz?!. Hegel’i dinlersek, bişeyin sonsuzluğunu sonlu bi şey belirleyemez; sonsuzun kendisi belirleyebilir, der. Sonsuzda sınır olmaz; sonsuza, sonsuz dışında başka biri sınır koyamaz. Sonsuz, bize (= biz sonlulara) göre belirlenemez. Hegel, Varlığı da, Belirlenmemiş Saf Varlık ve Belirlenmiş Varlık diye ikiye ayırır. O, (muhtemelen Tanrı’ya inanmadığı için?!) Belirlenmemiş Varlığı, Hiçlik’le (= Yokluk’la) “özdeş”! görür. Bizce, Belirlenmemiş Varlık, Hiçlik’le; Belirlenmiş Varlık ise Oluş’la anlaşılır, der. Dışın sınırlarını bizler belirleyemediğimiz için ona “Sonsuz” diyoruz.  Pekiî, için sınırlarını belirleyebiliyor muyuz?!. Kuantum fiziğine (= atom altı fiziğine) göre, için sınırlarını da belirleyemiyoruz. Bu durum bize ne söyler?!. İç-dış, izafîdir. (= göreli-göreceli, nisbîdir.) Sonsuzluk, Sonsuz’a göre mutlak, bize göre

EVRİM ve DEVRİM

Evrim, biyolojik; devrim, sosyolojik. Evrim, devrimden daha netâmeli bir konu. Kitâb’ın halaqa fiili ile ceale fiili arasındaki fark, büyük ihtimalle evrimle alakalı. Ceale, bişeyi, bişeyden yaratma; halaqa ise yoktan yaratma. İnsanın yaratılışı öncesinde bi çook şey (melek, toprak, bitki, hayvan, vb.) yaratılmış, insanın yaratılması ise en son (= halife) ceale ile belirtilmiş. “innî câilun fil ardı halife” (2/30) İnsanlardan önce yaratılan canlılar hayvanlar. Hayvanların da kendi aralarında bir çok türleri var. Sürüngenler, memeliler, kanatlılar, etçiller, otçullar, vs. Bize göre ben, hayvanları iki gruba ayırırım. Evciller ve vahşiler (= yırtıcılar). İnsanların hayvanlardan farkı ne?!. Bu soruya iki şekilde yaklaşılabilir. 1) Şeklî farklılık. 2) Davranış ( yaşayış) farklılığı. Şeklî farklılık, dik yürüme = ön ayakların (= ellerin) boşa çıkması ve bu sayede gözün görüş alanının açılması. Şekli meydana getiren madde, hayvan ve insanda aynı = et, kemik ve kan. Darwin, kuramını bu kısma

ALLAH-İNSAN İLİŞKİSİ

Allah’ın insanı yaratması, onu bizzat muhatap almasıdır. Ama, ma’lesef çoğu insan, Rabbinin kendisini muhatap almasının farkında bile değildir. Bir kısım insan da (= kâfirler de) bu muhataplığı reddetmektedir. Çook az insan, bu muhataplığın farkındadır ve bunu “büyük bir nimet” olarak görmektedir. Buradan bakarsak, üç tip insan vardır : 1) Vurdumduymaz insan. 2) Nankör insan. 3) Vefâlı insan. İlk iki tip insanın Rabbi ile ilişkisi, “zor zamanların” ilişkisi iken; üçüncü tip insanın Rabbi ile ilişkisi, “tüm zamanların” ilişkisidir. Kâinattaki düzen (= kâinatın insana mekân ve imkân olması), bir Allah-insan ilişkisidir. Vahiy de bir Allah-insan ilişkisidir. Vahiyle Allah, insanı muhatap almıştır.  Yine, duâ da bir Allah-insan ilişkisidir; ilk iki tip insanın duâsı ile üçüncü tip insanın duâsı aynı değildir. İbâdetlerimiz de bir Allah-insan ilişkisidir. İnsan, Allah ile olan ilişkisinin farkına varmasa da, Allah hiçbir insanla ilişkisini koparmaz ama bu ilişkinin sağlamlaşmasını ister. 

İBÂDETLERİMİZ ve BİZ

İbâdetler, sanki ruhsuz sûretlerden ibâret!.  Bu, ibâdetlere “hakâret”!. Kulluğumuzun ‘ilk göstergeleri’ olan ibâdetlerimiz, hem kulluğumuza hasret, hem de günahlarımıza kefâret. İbâdetler, bizi olduracakken, biz ibâdetleri öldürdük!. Onları birer cansız hareketlere (= şekillere) döndürdük. İbâdetlerin bizden talep ettiği hayatı ıskaladığımız için, Onların ruhumuzda (= gönlümüzde) yakacağı kutsal ateşi söndürdük. 

FEYZ

Kula (= insana) Rabbinin maddî-mânevî olarak verdiği (= akıttığı) şeyler. (= Mal, sağlık-sıhhat, ilim, iman, vb. İlim ve iman, kulun kalbine veya aklına akar.) Feyz, alınan ve verilen bi şeydir. Kâinat, Allah’tan bir fezeyândır, bir taşmadır (= sudûrdur?!.) Bu yazı, 10/Yunus Sûresinin 61 ilâ 71. âyetlerinin bir yorumu (= te’vili) olacak. 61. âyette feyz kelimesi geçer (= tufîdûne). Âyet, “ne yaparsanız yapın, ister Kur'ân okuyun, ister hiçbir iş yapmayın; siz o işlere daldığınızda (= o işlere kendinizi kaptırdığınızda = iz tufîdûne fîh) Biz, size şahidiz. Yerde ve gökte, küçük olsun, büyük olsun, hiçbir (zerre kadar bi) şey Bize gizli değildir. Hepsi, Mubîn bir Kitâb’tadır.” Buradaki feyz, “dalma”!, işe kendini kaptırma. = Yapılan işten zevk, haz, keyif alma!. Pekiî, ilâhî feyz bize nasıl akar ya da gelir?!. Farâbî, İbn-i Sinâ ve İbn-i Rüşd’e göre, bizdeki aklın, Faal Akıl’la irtibatı sayesinde. Bunun da dereceleri vardır; bu feyz, en kâmil derecede Peygamberlere akar. Kimin “gönlü

SIR

Açıklanması istenmeyen = gizli (= gizemli) kalması istenen şey. Sırlamak, örtmek. Sırlı cam = ayna, arkasını göstermez, kendine yansıyan görüntüyü geri verir. Pekiî, hakikat bir sır mıdır, sır olarak kalmalı mıdır?!. Hayır ama hakikat, gerçekten sırlıdır, hatta esrarlıdır (= çok katmanlı sırla kaplıdır); onun sırrı çözülmeden, ona ulaşılamaz. Bu sırları çözmek, insanı yorar ama bu yorgunluk aynı zamanda insana çook büyük keyif verir. (= bilmek kadar keyif veren bişey yoktur!.) Hafî (= خفى) kelimesinin ism-i tafdili ehfâ, gizli sır demek. (Bknz. 20/7) Sürûr veya mesrûr ise sevinç; taht anlamı da var. Sanki, sır ile sürûr kardeş; sırrı yakalayan, mesrûr oluyor gibi. Pekiî sırrı fâş (= ifşâ) eden?!. Ehlini bulursa, onu da mesrûr ediyor. = sır, “saklayana” (ehline, onu saklayabilene) verilir. Buradaki saklama, kıymetini bilmedir, biriktirme = tutma değil. Kişi, sırrın ehlini bulamaz da verirse, “büyük günaha”! girer = o sırrı değersizleştirir; çünkü sır, çook değerli bişeydir. ... Blogda 2

MİKTAR

Arapçası mikdâr. Kader de aynı kök. Biz, miktarı nicelik (sayı, kilo, kemiyet, vb.) olarak bilir-algılarız; oysa miktar, aynı zamanda nitelikseldir, keyfiyeti de kapsar. Nisab miktarı mal, nicelikçe zekât oranına ulaşmış mal demektir. Kader, “ölçüdür, miktardır.”!. Kimine nicelik ölçüsü ile mal ve ömür, kimine nitelik ölçüsü ile bilgi, ilgi, sevgi, vb. verilir. Kimi, verileni kendi için kullanır; kimi de kullandırır. Kimi, kendine yeter ölçüde verileni, temizlemek ve temizlenmek (= zekât) için verir. Artık malı (= artı değeri) tutmak/biriktirmek, onu kirletmektir; çünkü mal, herkese yetecek bir hesab ile indirilir. ... Zaman da miktara (ölçüye) tâbîdir. Buradaki yaşam süremiz (= ecelimiz), süresi belirlenmiş bir zamandır. Küçük kıyamet, bize verilen zamanın; büyük kıyamet, kainata verilen zamanın sonudur.   ... Hesabını burası için yapanlara, ötede hesapsız mal ve zaman (= bi gayri hisâbin), verilmeyecek, onlar orada hesapsız rızıklarla rızıklandırılmayacaklardır.  “Yaptıklarına karşıl

YORGUN/LUK

Yorgun-luk, yormak fiilinin isim hâli. Çook çalışıp güçsüz hâle gelerek, artık çalışamaz (iş yapamaz) duruma düşmek. Beden yorulur, kafa yorulur; bir de gönül yorgunluğu vardır. Rüyada görülen bişeyi, bişeye yormak ise, yorumlamak, bu, bu yazının konusu değil. Demek ki iki (üç mü) tür yorgunluk varmış. Beden, kafa (ve gönül) yorgunluğu. Soru şu. Yorgunluk nasıl oluşur?!. Bizde olanı (= gücü, enerjiyi) vererek = tüketerek; âdeta içimizi boşaltarak. “feizâ ferağte fensab” (97/7.) Bu âyet, genelde “işini bitirince, boş kaldığın zaman, yeni bir işe başla, yorul, başka bir işe koyul.” diye çevriliyor; ferağteye, ferahlama anlamı veriliyor. Oysa kelime, ferahlama, feraha erme değil, ferağat/feragat etme. Ferağte’nin kökü, ferağa; ferağanın boşalma, boş kalma anlamının yanında, (yeni bir işe) hazırlanma ve toparlanma anlamı da var. Ferağat, hakkımız olan bişeyden gönüllü vazgeçmemizdir. Böyle bakarsak, âyeti şöyle de anlayabiliriz. Yaptığın bir işi bitirdiğinde veya onu yapmaktan vazgeçtiğind

ŞAPKA

Adem ve Âdem’i ayıran şapkadan söz edeceğim. Adem, yokluk, fıkdan; Âdem, ilk insan, ilk Peygamber. Âdem, geriye doğru gidersek, ademden (= yokluktan) yaratıldı. Âdem’in topraktan yaratılması, “ara aşama”; “ilk aşama” adem/yokluk. Âdem’in aslı (= bizim aslımız) yokluk. Toprak, bizim maddemiz; her birimiz, o toprağın farklı farklı şekillenmiş hâlleriyiz. Varoluşçular (= egzistansiyalistler), insan, burada kendini var eder, derler. “Varlık, özden önce gelir.” sözü, özün (= esas varlığın) ortaya çıkarılmasını ifâde eder. Buradaki varlığımız, asıl/esas varlık değil, fenomenal varlık; esas (= nümenal) varlığımızı biz, kendimiz, amellerimizle (= yapıp-etmelerimizle) “yapıyoruz”!. = Burada yaptığımız amellerdir bizi ötede var kılacak olan. Burada, herkesin “şapkası” aynı gibi görünse de; ötede, herkesin “şapkası” aynı olmayacak. Allah-u A’lem.  Âkif aklıma geldi. “Kimi yamyam, kimi Hindu, kimi bilmem ne belâ...” kimi âlim, kimi ârif, kimi câhil, kimi de cühelâ...  olacak. Kimi bozulacak, kimi

FİZİK & METAFİZİK

Dinî karşılığı Şehâdet ve Gayb. (= Görünen ve Görünmeyen) Fizik ile Metafizik arasındaki “sınır” nerede/n başlar, diye bir soru sorsak; cevabımız bizi maddeye götürür. Fizik, görünenin bilgisi; Metafizik, görünmeyenin bilgisi ise; görüneni görünür kılan madde mi yoksa şekil (= sûret) mi, sorusunu sorarak işe başlarız. Buradan (bu düzeyden) başlayalım. Dört çeşit (= tür) madde var : Toprak, su, hava ve ateş. Ama biz, bu maddeleri şekilsiz (= sûretsiz) algılayamayız. Toprak, taş, kiremit, tuğla, seramik, ... insan bedeni olur; o şekilde algılarız. Suyu, nehirde, gölde, denizde, okyanusta veya bardakta algılar/görürüz. Su, içinde bulunduğu kalıbın şeklini alır. Ateş ve hava da öyle. Piknik ateşi ile yangın ateşi, kibritin ateşi ile ocağın ateşi, Güneşin ateşi ile insanın ateşi bir değil. Hava, bunların içinde en latif olanı; onu da bir balonun, odanın içine hapsedebiliyor veya bir yerin havası boşalabiliyoruz... Şekilsiz (= sûretsiz) maddeye, ilk madde deniyor. Fizik ile Metafiziği şekil

PROVOKASYON

Açık kışkırtmaya, tahrike ve ajitasyona provokasyon; gizli kışkırtmaya, tahrike ve ajitasyona, vesvese diyoruz.  Eylemlerimiz, dışsal mı, içsel mi, yoksa her ikisi de mi?!. Acıkma olmazsa, yemek yeme; susama olmazsa, su içme olmaz; bunlar içsel.  Müstehcen birini görünce, cinsel arzularımızın (= dürtülerimizin) uyanması dışsal. Pekiî, rüyada görülen ihtilâm?!. Ya nezğ?!. (Nezğ, kötü, kötücül dürtü. Nezğ, hem içsel hem dışsal.) “fe immâ yenzeğanneke mine-ş şeytâni nezğun, festeız billah...” (7/200. 41/36) Yusuf (a.s.), “şeytan, Benimle kardeşlerimin arasını bozdu (= aramıza nezğ attı)”, der. (12/100) “Kullarıma söyle, sözün en güzelini söylesinler; yoksa, şeytan aralarına nezğ atar (= aralarını bozar). Çünkü şeytan, insanın apaçık düşmanıdır.” (17/53) İnsan, nezği fark ettiğinde, hemen Eûzü-Besleme çekmeli (= festeız billah), Allah’a sığınmalı!. Allah’ı çok nadir (= başlarına sıkıntı geldiğinde) hatırlayanlar (= zikredenler), her nezği fark edemezler.  Nezğ, kişinin içinden de dışından

RASTLANTI

Tesadüf. Beklenmedik (öngörülemeyen) durum. Öngörme, belli sebeplerin belli sonuçlara yol açması = nedensellik veya kurallılık.  Evrendeki düzende rastlantıya yer yok. Evrendeki düzenin adına “âdetullah”; toplumdaki (= insandaki) düzenin adına “sünnetullah” deniyor. Kader ve kaza, hem âdetullah hem sünnetullah ile ilişkili.  Âdetullah’ın ve Sünnetullah’ın sıklığını, bizler her zaman kestiremeyiz. Her zaman olan bize normal, çook nadir olan bize anormal gelir. Mu’cizeler, nadir olan olaylardır. Pekiî Âdetullah’ın ve Sünnetullah’ın kaderle (= belirlenimcilikle!) ilişkisi nedir, nasıldır?!. = Her şeyin bir nedeni varsa; şeyleri, nedenleri belirliyorsa (= nedensellik), bizim özgür irademiz nerede durur?!. Belli nedenler, belli sonuçları doğurur = belli nedenler belli sonuçlara etki eder. Neden ayrı, sonuç ayrıdır; onları bir araya getiren, âdetullah’ta “doğa” (?!); sünnetullah’ta insandır. Ateş, pamuğu yakar, bu âdetullah’tır (= doğanın kanunudur); pamuğun yanma sebebi ateştir ama ateşin p

YANLIŞ HESAP

Yapılan “kâr-zarar” hesabının tutmaması, zarar edilmesi, sonucun yanlış çıkması. Meselâ, kâr edeceğiz diye bişey (ev, araba, arsa, vs.) alırız; yaptığımız hesaplar yanlış çıkar, zarar ederiz. Hesaplar neden yanlış çıkar?!. • Bilgisizlikten = cehâletten. Toplamayı bilmezsek, 19 ilâ 13’ü toplayamayız. • Unutmaktan veya hata etmekten. Elde var 1’i unutursak, 19 ilâ 13’ün toplamını 22 çıkarırız. • Cehl-i mürekkepten. Bilmiyorsak, öğreniriz ama öğrenmek istemiyorsak, câhil kalırız. Adam bilmiyor ama bildiğini iddia ediyor, düşünüyorsa (= sanıyorsa) ona, cehl-i mürekkep denir. Bu adamın doğru bildiği yanlış; yanlış bildiği doğru çıkar ve çoğu zaman hata yapar. ... Bu durum dînî bilgi için de geçerlidir. Adam, samimî bir dindar ama cahil, öğrenir veya bilen birini taklit eder. Bildiği hâlde unutmuş veya hata yapmışsa, hatırlayınca hâlini düzeltir. “Rabbenâ lâ tüâhiznâ in nesînâ ev e’ta’nâ...” (2/286) Bilmediği hâlde bildiğini iddia ediyorsa, bu adam için yapacak bişey yoktur; onun doğru

YEMEK ve NAMAZ

Yemek ile namazın ne ilgisi var, denebilir ama var.  Eğer insan, beden ve ruh varlığı ise, yemek bedenin; (özelde) namaz da (genelde zikir de) ruhun gıdasıdır.  Yemek de namaz da “belli” vakitlerdedir. = Yemek, üç vakitte (= öğünde); namaz, beş vakittedir. (uyku hâriç her ândır). Kaç öğün (= gün) yemek yenilmezse, insan (bedeni) yaşayabilir?!. Ruh için aynı (benzer) soruyu soramaz mıyız?!. = Kaç gün namaz kılınmazsa (= Allah hatırlanmazsa = zikredilmezse), insan, rûhen/ma’nen canlı kalabilir?!. Belki de “yaşayan ölüler, canlı cenazeleriz!.”

O İLK ÂN!...

O ân, âdetâ bizim için zamanın veya tarihin başlangıcı; bizim için bundan daha öncesi “yok”!. O ân, Rabbimizin bizi yaratmak istediğini meleklerine söylediği ân... o ân ve sonrası, Bakara Sûresi, 30 ilâ 40. âyetler arasında anlatılır. Bu pasajı hazine arar gibi her gün okurum, bu okuyuşumda (da) hazine değerinde bir “ipucu”! yakaladım. Âdem’e (= bize) isimler öğretiliyor, melekler Âdem’e bu yüzden secde ediyor. İblis (= şeytan) secde etmiyor. Âdem’e ve eşine cennette yaşayın ama şu ağaca yaklaşmayın, deniyor. Şeytan, onların (= Âdem ve eşinin = bizim) ayağını kaydırıyor. Bu ağaçtan yerseniz birer melek olur ve ebedî yaşarsınız diye kandırıyor. (7/20) Yiyorlar, “sonra”!, Âdem ve eşi, Rabbinden (yeni) kelimeler alarak tövbe ediyorlar. Bütün kelimeler daha “önce”!, Âdem ve eşine (= isimler) öğretilmemiş miydi?!. Öğretilmişti. Unuttular.  Kim unutturdu?!. Şeytan.  Neyle?!. Yalan bilgi (manipülasyon) ile. Aynı şeytan, Kehf Sûresi 63. âyette, balığı da unutturmuştu. = “ve mâ ensènîhu ille-l

ZAMAN ve BEN

Buradaki ben, sadece ben değil, sen, siz, hepimiz. Zaman, bizsiz yok. Zamanı algılayan bizleriz, bizler zamanda (ve mekânda) yaşarız. Bu yaşantımızın öncesine, geçmiş zaman; ânına şimdiki zaman; sonrasına gelecek zaman, diyoruz. Psikolojinin ‘kurucu babası’ sayılan Freud, (psikoloji) sistemini (analitik psikolojiyi) geçmiş zamanımıza; onun asistanı Jung, şimdiki zamanımıza (= içinde yaşadığımız kültüre) göre kurar. Oysa (akıllı) insan, tüm yapıp-etmelerini (= planlamalarını) “geleceğ(in)e göre” kurar. Modern psikoloji, geleceği (âhireti) devre dışı tuttuğu için, insanı “yarım-yamalak” tanır. Hayatın çeşitli badirelerini (= iyi-kötü hâllerini) yaşamış (inançsız veya inancı zayıf yaşlı) insanlara : bu hayat size ne/neyi öğretti? diye sorun; alacağınız cevap, büyük oranda “boş ya da hiçbişey”! olacaktır. Sonu boş olan, sonunda hiçbir şey elde edilmeyen bir hayat, yaşanmaya değer midir?!. Hayatı anlamlı kılan (= kılacak olan), gelecektir. İnançsız veya inancı zayıf yaşlı insanlar, gelecekl

İŞİTTİK ve ...

İşittik ve itaat ettik. = “semi’nâ ve ata’nâ” (2/285. 5/7. 24/51.) İşittik ve isyan ettik. = “semi’nâ ve asaynâ” (4/46) İşittik, derler; işitmezler... = “kâlû seminâ ve hüm lâ yesmeûn...” (8/21) Rabbimiz, gördük, işittik, bizi geri gönder de ... (32/12.) Niye, ‘semi’nâ ve basarnâ’ (= işittik ve gördük) değil de semi’nâ ve ata’nâ, deniyor?!. Çünkü, “Haber” (= Vahiy) bize sözle/sözlü geliyor. Sözün göze (= kalp gözüne) tesir etmesi, ve oradan (sâlih) amele dönüşmesi isteniyor. Ama biz, işittik diyoruz; oysa (hakkıyla) işitmiyoruz. (Bknz. 8/21.) İşitsek, semi’nâ ve ata’nâ deriz = itaat ederiz. Söz, bizim bir kulağımızdan giriyor, ötekinden çıkıyor; kalbimize (aklımıza) hiç mi hiç (!) etki etmiyor. Ama ötede, “Rabbimizin önünde (= ınde = Huzurunda) başlarımız öne eğik (= bükük), gördük, işittik, bizi tekrar geri gönder de sâlih amel işleyelim, gerçekten iknâ olduk = yakînen iman ettik = mûkîn olduk.” (32/12.) diyeceğiz. Görmeden (= işiterek) iman edenlere (ve sâlih amel işleyenlere) ne mut

İNÂYET

İnâyetin kökü, ınâ (= عنى). Ma’nâ da ınâ’nın mimli mastarı. Inâ (= عنى), kastedilen şey; mâ’nâ (= معنى) da aynı = anlam. Anâ (= عنى), zihni meşgul eden şey. Aniye (= عنى), ilgilenmek ve “endişelendirmek”!. Ya'nî (= يعنى), anlamına gelmek, demek istemek. Ma’nâ, maksattır = kast edilendir, maksûddur, zihni meşgul eden, peşine düşülen, izi sürülen şeydir.  Her şeyin (her kelimenin de) bir ma’nâsı vardır; ma’nâsız bişey yoktur = hiçbir şey abes yaratılmamıştır.  Ma’nânın kalıbı lafız, fiziktir; fizikten metafiziğe doğru gidildikçe ma’nâlar birbirine yakınlaşır. Maksûd (= kast edilen) tekleşmedikçe, zihin rahat etmez.  Farklı maksatlar, kişiyi böler-parçalar; maksadı birlemeye (= tevhîde ulaşmaya) çalışmak, her aşamada kişiye çok güzel ve çok verimli bir motivasyon ve güven (= iman, emniyet) sağlar. (Bknz. 39/29.) Ma’nâ, sadece lafızda (= kelimede) değil, cümlede (= bütünde) ve her yerde, her şeydedir. Bütün kâinat, âyettir.  Ma’nâ = anlam bilimi = Semantik. Bilgi, ma’nâ ile taşınıyorsa

SEÇİM

Seçim, bilgi ve irade işidir. Bilmek de irade etmek de belli oranda bir kudreti de gerektirir. Seçimde, seçen ve seçilen vardır. Siyasî seçimlerimiz gibi, birilerinin seçtiğini seçmemiz, gerçek bir seçim değildir. Özgür seçime, dış müdahale olmaz; olursa, o seçim, seçim olmaz. Onu değil de bunu yapmak da bir seçimdir. İnsan, iyi olanı da kötü olanı da seçebilir, bu konuda özgürdür, dinde zorlama yoktur. Seçimlerimiz, doğru bilgilere dayanmazsa, yanlış seçimler yapabiliriz. Seçme (= seçim) için, birden çok (en az iki, bir çok) alternatifin olması gerekir ki, onların içinden en iyisini seçebilelim. ... Allah da seçer. O da İlim, İrade ve Kudret sahibidir. O’nun seçtiklerine Rasül (= Elçi) ve Nebî diyoruz. O, Rasül (= Elçi) ve Nebîlerini meleklerden ve insanlardan seçer. (Bknz. 22/75.) Istıfâ (= اصطفى) da ihtiyar (= اختيار) da seçmedir. Bizler bile seçimlerimizi keyfî/rastgele yapmazken, Allah keyfî/rastgele seçim yapar mı, seçtiği kişide bazı (= mükemmel) özellikler aramaz mı?!. Bu soruy

SUDÛR

Kelimenin kökü, SDR (= صدر). Dilbilgisindeki mastar da aynı kök.  İslâm filozofları Aristo’dan, daha doğrusu Plotinos’tan etkilenerek “Sudûr Nazariyesini” geliştirmişlerdir. Sadr, göğüs demektir. “elem neşrah leke sadrek.” = “Biz Senin göğsünü şerh etmedik mi (= genişletmedik, açmadık mı)?!.” (94/1.) Göğsün açılması (= genişlemesi) nasıl bişey; bir tür “rahatlık, ferahlık, huzur hâli” değil mi?!. Şakk-ı Sadr = Göğsün fiziken yarılması değil, olmamalı!. Fiziken göğüs yarılırsa, ölüm gerçekleşir. İnşirah (= şerh), fizik/î değil, metafizik/î bişey olmalı ve bu yapılırken kişi acı değil, bir tür huzur, rahatlık, mutluluk “hissetmeli”!. Sudûr Nazariyesi, felsefî olarak yaratmayı açıklayan bir teori. Tanrı, “taştı”!. (= feyz etti.) ama “taşan”, O değil. Benden taşan bu yazı, ben değilsem, Tanrı’dan taşan kâinat da Tanrı değil. Benden bu yazı taşınca, benden bişey eksilmiyorsa, Tanrı’dan kâinat taşınca da Tanrı’dan bişey eksilmiyor.  Taşan şey, zamana ve mekâna tabiî iken (= zamanda ve mekând

ÇELİŞMEZLİK İLKESİ

Mantığın dört temel ilkesi var : 1. Özdeşlik. 2. Çelişmezlik. 3. Üçüncü hâlin imkânsızlığı. 4. Yeter neden. Özdeşlik : A = A’dır. Çelişmezlik : A, A ise AYNI ÂNDA/ZAMANDA B olamaz. Üçüncü hâlin imkânsızlığı : A, ya doğrudur (= A’dır) ya yanlıştır. (= B’dir); üçüncü bişey (= C) olamaz. Yeter neden : Bir şeyin sonsuz nedeni olamaz = teselsül mantık dışıdır.  Bu yazı çelişmezlik ilkesini, insandaki taqvâ ve fücur (= iyi-kötü, doğru-yanlış, güzel-çirkin) bağlamında ele alacak. Yukarıda büyük harflerle yazdığım (= AYNI ÂNDA/ZAMANDA) ibaresine dikkat edin!. İnsan, aynı ânda hem iyi hem kötü olamaz; o ânda iyi ise, iyidir; kötü ise kötüdür. İnsan, ânda yaşar, ânın çocuğudur; ânlar birleşir, zamanı oluşturur. Şu ân iyiyimdir; biraz sonra (= o ân) kötü olurum. İdeal olan, her ân iyi olmaktır. İnsan, aynı ânda tutarsız olmaz; tutarsızlık, farklı ânlarda ortaya çıkar. İnsan, aklını ve iradesini kullanarak (iyi ya da kötü, doğru ya da yanlış) bişeye karar verdiyse, o şeyi o ânda yapar; köt

ŞÜKÜR = ŞÜKR

Sınanma yazımda, varlıktaki (bolluktaki) kulluk, şükürle; darlıktaki (yokluktaki) kulluk, sabırla kazanılır; demem, “yanlış”, yanlış olmasa da eksik anlaşılmış; şerh (açıklama) zorunlu hâle geldi. Şükür, verilen nimete sadece “sözlü teşekkür” (= Elhamdülillah demek) değil; verileni vermektir, verdikçe biriktirmek değil.  Verilen sağlıksa, bu sağlığı doğru yerde kullanmak (= hastaya bakmak, helâl kazanmak, doğru işler yapmak)... Verilen malsa/paraysa, bu malı/parayı ihtiyacı olanlarla paylaşmak (= infak)... malı/parayı da kalbi/gönlü de temizlemek (= zekât)... mal birikince, gönül/kalp kirlenir. (Vermenin ölçüsü nedir? Bu, ictihadî bir meseledir. Bunu zamanın müctehidleri toplumunun ekonomik düzeyine göre belirlerler. Biz, eski ictihadı esas alalım, 1/40 = 2.5/100... Aylık 10.000 TL altı fakir sayılırsa (bu da ictihadîdir), 100 lirada 2.5 lira. Ayda 100.000 TL gelir varsa 2.500 TL. 25.000 varsa 625 TL bu insanlara verilmeli.) Verilen bilgi ise, sevgi ise, bu da paylaşılmalı. İnsanların

SINA(N)MAK

Dünya (hayatı), sınanma (= sınav) yeri. İnsanın dünyaya gönderilme amacı, kulluk.  Varlıktaki (= bolluktaki) kullukla, yokluktaki (= darlıktaki) kulluk aynı değil. İnsan, hem varlıkla (= bollukla) hem yoklukla (= darlıkla) denenir/sınanır. Varlıktaki (bolluktaki) kulluk, şükürle; yokluktaki (darlıktaki) kulluk, sabırla kazanılır. Bazı insanlar hiç yokluk (darlık); bazıları da hiç varlık (bolluk) görmez, görmeyebilir; kimine de her ikisi sırayla veya dönüşümlü gelir. Bazı insanın başına darlık gelince Rabbine yalvarır (= duâ eder); o darlık ondan gidince (= bollukta) Rabbini unutur ve bu (zenginlik/bolluk) benim ilmim (= gayretim, çalışmam) sayesinde bana verilmiştir, der. (Bknz. 39/49.) Bazıları da daha “ileri”! gider, daha önce yalvardığı Rabbini unutur ve insanları Rabbin yolundan alıkoyar. (Bknz. 39/8.) Bazılarının Allah’a kulluğu ise bıçak sırtındadır (= alâ harf); bu kulluk, en küçük bir bişeyle değişir; küçük bir iyilikten memnun olur; küçük bir sıkıntıda döner, isyan eder. (Bknz

YARATMA ve ÜRETME veya YAPMA

Yaratma, Allah’a mahsustur. İnsan ise yaratılanlardan üretir, yapar. Yaratmanın nasıllığını bizler bilemeyiz. Ay-altı dünya için yaratma, anâsır-ı erbânın (= dört unsurun = toprak, su, ateş ve havanın) yaratılmasıdır. Ay-üstü dünyada ne gibi unsurlar var, bilmiyoruz. (Ay-altı, Ay-üstü tanımlaması, Farabî’ye ait.) Anâsır-ı erbânın (= maddenin) “ilk şekline/sûretine”, hyle (Arapçası heyulâ) deniyor; bu şekli de bilmiyoruz. Bizler maddeyi şekil/sûret almadan göremiyor/bilemiyoruz. Maddeyi “cansız”! kabul ediyoruz; oysa, madde de “canlıdır”!. Can, ona “üflenen ruh” iledir. Her maddedeki ruh, “aynı yoğunlukta” değildir. Toprağın bitirmesi, suyun akması, ateşin yakması, havanın devinmesi, bu ruh iledir. Ruh, aynı zamanda nûrdur. “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” (24/35.) İnsanın yaptığı, birleştirme ve parçalamadır. Taşları (tuğlaları, demirleri, tahtaları, vs.) birleştirir, ev yapar. Ağaçları keser (= parçalar), masa, sandalye, kapı, pencere, vs. yapar... yani, yaratılmış şeyleri keser

EĞİTİM-ÖĞRETİM

Okulların açılmasına çok az bir süre kaldı, eğitim-öğretim başlayacak. Çocuklarımıza ne öğreteceğiz, onları nasıl eğiteceğiz?!. Öğretim, zihnî (= fikrî, teorik); eğitim, ahlâkî (= amelî, pratik) ama ikisi aslâ birbirinden ayrılmaz. Zihnî (= fikrî, teorik) eğitim, bilme, sorgulama, niçin ve neden sorularını sorma; ahlâkî (= amelî, pratik) öğretim, yapma, nasıl yapılacağına dair yetenek geliştirme iledir. Eğitim-öğretim için, eğitici-öğretici (= hoca), eğitim malzemesi (= kitap, birikim) şart. Örgün eğitim, okullarda; yaygın eğitim ise, hayatta (= hayatın içinde) verilir. Eğitim müfredatımızı kim, neye göre belirliyor ve “yetişmiş” hocalar ne şekilde (nasıl) yetişmiş?!. Bu soruyu şu şekilde de sorabilirim : Eğitimi “millî”! kılan ne?!. Büyük ölçüde zamanın ruhu (= zeitgeist). Pekiî, zamanın ruhu (= zeitgeist) “kâmil/mükemmel insanın” yetişmesi için uygun mu?!. Zaman, çoğumuz için hayatta kalmayı (= temel ihtiyaçların teminini); çok azımız için iyi (= rahat, konforlu) yaşamayı öngörüyor.

MÛSÂ'NIN ARAYIŞI

Kehf Sûresi, 60 ilâ 83. âyetler arasında Mûsâ’nın arayışına değinilir. Sûrenin neredeyse tamamı ibretlik “mesellerle” doludur. (Her ne kadar sözlükler, misal ile mesele aynı anlamı verseler de ikisi farklıdır. Mesel, yaşanmış/pratik örnek; misal, teorik/nazarî örnektir.) Mûsâ, (Allah-u A’lem) aradığını teorik/nazarî yoldan bulacağını “sandı”! ama Ona öğretim, pratik yoldan = amelle/yaşayarak verildi. Genç arkadaşı (= fetâ) ile yaptıkları uzuun bir yolculuktan sonra acıkırlar. Azıkları balıktır ama balık (“canlanarak”!) denize (aslî vatanına) gider. Sanırım, buradaki balığı ve denizi hem zahirî hem bâtınî (= sembolik) anlamıyla okuyabiliriz. Balığın denizle buluştuğu yer, Mûsâ’nın kendisine ilim verilen kulla (65. âyet) buluştuğu yerdir. Mûsâ, bu kulu zâhirde denize düşen balık sayesinde bilmiş/tanımıştır. Ve Ona : “Allah’ın Sana öğrettiği ilim ve hikmetten Bana da öğretebilir misin?!.” der. (66. âyet.) Kul (= Hızır) : Sen, benimle olmaya sabredemezsin. = “len testaîa maıye sabrâ” (67.

ŞER = KÖTÜLÜK

Kötülük, evrensel ilâhî düzene aykırı hareket etmenin adıdır. Şer (= kötülük), ilâhî değil, insanîdir. İlâh’ta (= Allah’ta), zerre kötülük yoktur. İnsandaki şerrin/kötülüğün dereceleri ise çook farklıdır; en büyük (= çook büyük) şerr/kötülük ise şirktir. Şirkin altında da büyük günahlar vardır... şerr/kötülük, ilâhî değil, insanî bir problemdir. Teodise (= kötülük) problemine buradan bakmak gerekmektedir.

DÜZEN

Âlemde tıkır tıkır işleyen kurulu bir düzen var. Dar anlamdaki din, insanın bu düzene uygun yaşamasını ifâde eder. Böyle bakarsak, dine uygun yaşama, insanın huzur bulmasına; dine muhalefetin mahzurlu bulunması da evrensel düzenin bozulmasına karşılık gelir. Düzen Kurucu’yu (= âlemlerin Rabbini) inkâr (= şirk), O’na çook büyük saygısızlık ve haddini bilmezlik olduğu için, onların günah ve hataları bağışlanmaz. Düzen Kurucu’yu tasdik (= tevhîd) varsa = kişi, “Lâ ilâhe illâ-l Allah” diyorsa, ama yine de (hataen) günah ve hata işliyorsa, Düzen Kurucu Rahmân ve Rahîm’dir. Bilerek (= taammüden, kasten) günah ve hata işlemek (ise), O’na “kafa tutmak”!, artık ben Seni tanımıyorum ve Sana isyan ediyorum, demektir. Din, Rahmân ve Rahîm olan Allah’a (= Bismillahirrahmanirrahim) teslimiyetin (= İslâm) adıdır.  “Kim İslam'dan başka bir din seçerse, bilsin ki o din ondan aslâ kabul edilmeyecektir ve o ahirette hüsrana uğrayacaktır.” (3/85.) İnsan hayatında kurulması umulan âdil düzen, sadece İs

AKLIN ERMESİ

Akıl, sebep-sonuç (= delil-medlül) ilişkisi ile çalışır. Akıl, yakın sebepleri bilir, ona göre karar verir ama uzak sebepleri bilemez. Uzak sebeplerin sonuca etkisine tesadüf veya rastlantı der. Akıl, ne kadar yetkin olursa olsun, tüm sebepleri kavrayamaz. Kendimden bir örnek vereyim. Kafamı aylarca meşgul eden bir düşünce (= mesele), kütüphanenin rafları arasında dolaşırken ‘tesadüfen! rast geldiğim’ bir kitap sayesinde hâlloluyor. İbn-i Sinâ, bu konuda çook daha uzak bir sebebi örnek verir; der ki : “Benim burada oturmamla, Güneşin tutulması arasında nasıl bir sebep-sonuç ilişkisi olabilir?!.” Oluşta ve bozuluşta tüm sebepleri zamana tâbî olmaksızın bilen, sadece Allah’tır. O, “Bu Bilgisi” (= Gönderdiği Kitâb) ile bize (= bizim aklımıza) rehberlik (= inâyet) eder. Nakilsiz (= Kitâb’sız) akıl, aslâ yetkin olamaz, uzağı (= gaybı) göremez = miyoptur. Akılsız, Nakil (de) hayatımızda etkin olamaz. Akılsızın dini olmaz. Nakil, aklın ufkunu açar. Farabî’ye atıf yaparsak, bizdeki akıl, Faal

ALAK

Alak (= علق), Alak Sûresi 2. âyetin son kelimesi. İlk âyetin son kelimesi de halaq (= خلق). Kelimeye meal sahipleri kan pıhtısı (= embriyo) anlamı veriyorlar. Kelime, Kitâb'ta buradan başka beş yerde daha geçer; bunların hepsinde yuvarlak te (= علقة) vardır; bir yerdeki kullanımı da (4/129) kelmuallega (= كالمعلقة) şeklindedir. Alak Sûresinin ilk 5 âyeti, ittifakla ilk gelen vahiy kabul edilir. Allah, “arayış içinde bulunan” kuluna (= Elçisine) ilk söz olarak, “Yaratan Rabbinin adıyla oku. O, insanı (Seni) kan pıhtısından yarattı.” mı der?!. Efendimizin arayışı, ‘Ben neden yaratıldım?!.’ arayışı mı idi?!. Veya, Efendimiz buradaki “alak”ı, embriyo diye mi okudu = anladı?!. Sanmam. Onun arayışı ontikti, ontolojikti. Ve “alak”ta ve “halaq”ta bu ontik arayışın izleri (= âyetleri) vardı. Seni Ben yarattım, Sende Bana ait bişey var; o da “alak”ta. Bu “alak”, Seni Bana bağlayan bişey. Bu “alak”la Sen Bana bağlanacaksın. Senin aradığın o, onunla Beni bulacak, onunla Benimle alaka (= ilişki

ALLAH

Biz, “Allah” derken, Allah İsmini mi, O İsmin müsemmâsını mı, yoksa ikisini de mi kast ediyoruz?!. Allah İsminin müsemmâsını tam ve mükemmel olarak sadece Allah bilir. Müsemmâ, ismin karşılığı olan şey veya kimse demektir. Benim ismim Hasan, ama ben Hasan değilim; bana Hüseyin ismi de verilebilirdi. İsim, dilsel bişey. Dil, lafızlardan (= harflerden) oluşur; harflerin, lafızların işaret ettiği bir “anlam” (= mâhiyet) vardır; buna da müsemmâ denir. Allah İsminin de bir “anlamı” (= mâhiyeti) vardır. Allah’ın Varlığı ile Allah İsminin Varlığı “aynı” değildir. Allah İsmi, Allah’ın dildeki Varlığıdır; O’nun “gerçek”! Varlığı, dildeki varlığı gibi değildir. Allah’ın “gerçek”! Varlığını(n mâhiyetini) bizim bilmemiz mümkün değildir ama biz, kendi varlığımızdan hareketle O’nun Varlığına dair bir “fikre” (= kanaate) ulaşabiliriz. Bizim varlığımız, O’nun Varlığına bağlıdır. Biz, madde ve sûretten oluşan varlıklarız. O ise, SAF (= katıksız) VARLIK’tır, O’nun Varlığı madde ve sûretten oluşmaz. Madd

İBÂDET

İbâdet : Kulluk, Allah’a abd/kul olma, Allah’ı Rab bilme, O’nun emrini dinleyerek O’na tapmadır. İbâdet, “genel ve kuşatıcı” bir kavramdır; hayatın her ânında, her yanındadır; biz onu “özel” bir kavrama indirgedik; namazla, oruçla, zekâtla, hacla sınırladık ve namazın, orucun, zekâtın, haccın hayatla irtibatını kopardık. Oysa onların özünde bireyin iç ve dış dünyasını kuran ve düzenleyen “nüveler” vardır; onlar birer "prototip, model ve projedirler." Kişide ve toplumda bir tekâmüle (= kemâle) yol vermeyen ibadetler, ‘bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur’a; kuru = içi boş eylemlere dönüşürler. İbâdetler dirilmeden, Mü'minler dirilmez. Mümin, dindar olduğu için ibâdet yapmaz, dindarlığını artırmak = iyi bir Mü’min = kul olmak için (= Allah’a yakın olmak) ibâdet yapar. O, Allah’a yaklaştıkça (= yakınlaştıkça), her yaptığı ibâdet olur.

FARK NERDE?!.

Bir iş, alışkanlık (= âdet) ile de meleke ile de yapılabilir veya hiç yapılmaz. Alışkanlıkta da (= âdette de) melekede de süreklilik (= devamlılık) vardır ama alışkanlıktaki süreklilikte, akıl ve irade devre dışıdır. Bir eylem, kişinin iç dünyasında önce istek (= arzu) şeklinde belirir; sonra bu arzu/istek, akıl ve irade ile değerlendirilir (= o isteğe olumlu ya da olumsuz değer yüklenir), sonra da bu değerin gücüne göre kişi eyleme geçer. = kişiyi eyleme sevk eden (= yönelten) bu değerin gücüdür. Kişide istek (= arzu), akıl ve irade var ama güç (= kudret) yoksa, eylem gerçekleşmez. İşte, namaz kılan adamda, namaz kılma isteği (= arzusu) ve gücü (= kudreti) var; nitekim kılıyor da; ama akıl ve irade devre dışıysa, (özelde) bu namazda (genelde tüm ibâdetlerde) “değer”! yoktur. Gücü-kuvveti (= kudreti) olduğu hâlde namaz kılmak isteyen ama kılmayan bir adamın, aklı ve iradesi onu namaz kılmaya sevk edecek kadar güçlü değildir. (= o adamın aklı kıt, iradesi zayıftır.) Gücü-kuvveti (= kudr

İBÂDET ve ÂDET

İbâdetlerdeki öz, şuur (= ruh) kaybolursa, onlar birer âdete, “alışkanlığa” ve rite dönüşürler. İbâdetin özü, ruh ve şuur; şekli, rukün (= rek’at) ve kalıptır (= beden). Bu, aynen cisimlerdeki madde ve sûret gibidir. Biz maddeyi, sûreti ile algılarız; sûretsiz maddeyi algılayamayız. İbâdetlerin sûreti, şekli veya görüntüsü; ruhu ise, ibâdet edendeki bilinç veya şuurun ibâdet edenin hayatıyla irtibatıdır; bu irtibat koparsa (= ibâdet edendeki bilinç veya şuur kaybolursa), ibâdetler ölü birer iskelete, kuru birer âdete (= alışkanlığa), şeklî (= içi boş) bir rite dönüşürler. ... Meleke, alışkanlık değil; alışkanlıkta bilinç/şuur olmayabilir ama melekede bilinç/şuur şarttır. Her meleke (de), iyi değildir. İyi melekeler, kişiyi “melek gibi”; kötü melekeler, kişiyi “şeytan gibi” yapar. (= Melekler, iyi melekelerin; şeytanlar, kötü melekelerin temsilcileridir.) Şuursuz (= bilinçsiz) yapılan, birer âdete ve alışkanlığa dönüşen ibâdetler, insanı kötülükten alıkoymaz (= Namaz, insanı fahşâ ve mü

KURRA-TÜL AYN

Göz aydınlığı. Kurra, karar (= kesin hüküm), ikrar (inkârın zıttı), kavârîra (= billur), müstekar (sağlam, dayanıklı), istikrar (= yalpalamayan) kelimeleri ile aynı kök. Bu tabir (= tamlama), iki yerde geçer. 25/74 ve 32/17. Bu tabirin zıttı olan göz kararmasını anlamadan, göz aydınlığı (= kurra-tu ayn) tabirini anlayamayız. Gözümüz niye kararır?!. • Tansiyonumuz düşünce = dengemiz bozulunca. • Çook üzülünce. Demek ki göz aydınlığı, mükemmel bir denge ve sevinç (hâli) ile mümkün. Yukarıdaki (iki) âyetin ilkinde (25/74) bahse konu olanlar, buradaki evlât ve eşler; ikincisinde (32/17) bahse konu olan, ötede karşılaşacağımız hâl/durum. Bu iki âyeti birlikte okuyunca, aklıma şöyle bir soru geldi. Burada evlât ve eş bakımından “gözü aydın” (= huzurlu bir aileye sahip) olanların, acaba (?!) ötede de “gözü aydın” mı olacak?!. Bu soru aklımdayken, evlât ve eşlerle ilgili başka âyetlere baktım; ve 63/9 ve 64/14-15. âyetler, bana bunun böyle olmayabileceğini söyledi. “Ey iman edenler! Mallar

CİSİM

Cisim, uzayda yer kaplayan, bir maddesi ve sûreti (şekli) olan, gözle görülen, elle tutulan varlık. Sûretsiz (şekilsiz) cismi (“maddeyi”!), bizler tahayyül edemeyiz. Latîf cisimlerde sûret olmaz. Sûret, ârazdır; ârazların varlığı “geçicidir, ânlıktır”; bu ân, bazen üç saniye, bazen üç dakika, bazen üç saat, üç yıl, üç asır, ... olabilir ama dâimî/ebedî/sermedî olamaz. Bizlerin sûreti, bedenlerimizdir. Bu sûretin “maddesini”!, sûretsiz bilemiyoruz. O yüzden burada, insan deyince onun bedenini kast ediyoruz; oysa beden bir kasadır, bir kaportadır ve “oluş ve bozuluşa” tâbîdir; ihtiyarlar ve ölür. “Ölmeyen şey”, o şey neyse, işte o, cismi latîftir ve buradaki her yapıp-etmelerimiz ona yüklenmektedir. Âhirette o şeye, buradaki amellerimize uygun bir sûret giydirilecek; kimi at, kimi eşek, kimi yılan, kimi maymun, ... kimi de insan şeklinde/sûretinde olacak... Allah-u A’lem. 

ŞUUR

Şa’r (شعر), saç ise, şuur (شعور) üst düzey düşünce anlamına gelir mi?!. Şuuru tanımlamak zor. Bu kelime Türkçeye anlayış, idrak, kavrayış ve bilinç diye çevriliyor. Ben bu kısa notta, “Allah yolunda öldürülenlere ölü/ler demeyin; onlar diridir ama siz şuurunda olmazsınız.” (2/154.) âyetinin sonundaki “lâ teş’urûn” kelimesine vurgu yapacağım.  Kişi, Allah yolunda da ölse (= öldürülse), bizim için ölü/ölmüş değil mi?!. Değilmiş, biz onlara ölü diyormuşuz ama yanılıyormuşuz!. Bize, onlara “ölü”! (öldürüldü, öldü?!) demeyin, deniyor. Siz böyle söylemeye (= onlara ölü demeye) devam ederseniz, hayatın da ölümün de ne olduğunu bilmeden şuursuzca söz/ler söylemeye devam edersiniz deniyor. 155. âyeti vermeden olmaz. “Kesinlikle (le) sizi açlık ve korkuyla, mal, can ve ürünlerden “kayba uğratarak” deniyor/imtihan ediyoruz.” Allah yolunda ölüm/öldürülme, bir can kaybı, değil mi?!. Bu kayıp, “eninde-sonunda” olacak ama Allah yolunda ölenler ve öldürülenler kaybolmayacak ama biz onları “kayıp”! (öl

PARÇA-BÜTÜN İLİŞKİSİ

Bütün, parçalardan meydana gelir ama parçaların toplamı değildir. Cansızlar için bütünün parçaların toplamı olması, meselâ bir araba/araç için geçerli olsa da; canlılar için, meselâ bir insan için geçerli olmaz. Canlılar bütünken, onları oluşturan her bir organ da canlıdır; organlar o bütünden ayrılınca (meselâ bir parmak veya kol, vücut bütünlüğünden koparsa), canlılıklarını yitirirler, ölürler. Pekiî, insan tek başına bir bütün mü, veya daha büyük bir bütünün parçası mı?!. Tek başına bir bütün = ferd/fert; parça olmuş olsa, bütünden kopunca ölürdü. Ölmeyecek mi?!. Ölecek ama ölene kadarki yaşamında bir bütün/fert. Haâ, bu bütünlüğünün  devamı için, aynı zamanda kendinden daha büyük bir bütüne (âleme) de muhtaç. Canlılık (= hayat), bir mekanizma değil, organizma; organizma da, bir “açık sistemin” varlığına ve bu sistem içi ve dışı organik ilişkilerin devamına bağlı. (= Entropi Yasası); yoksa, küçük sistemler (organizmalar, insan) çöker (ölür). Bu, bitkiler dünyasında yılda bir; hayvan

DİLBİLGİSİ: FİİL, FÂİL ve MEF'ÛL

Fiil: iş, eylem, amel. Fâil: işi, eylemi, ameli yapan kişi; Mef’ûl: üzerine fiil uygulanan, yapılmış iş, işlenmiş amel. Fiil mi, fâil mi önce gelir?!. Tabiî ki de fâil; fâil olmazsa fiil olmaz ve o fâil fiilini bir mef’ûle uygulayamaz. (= bir iş yapamaz.) Yâni fâil, fiilinden öncedir. Aslında fiil, fâilledir. Düşünme veya konuşma bir fiil ise, bu fiil/ler, fâildedir. Her zaman (bizdeki) fiili, (dışarda) üzerinde uygulayacağımız bir mef’ûl şart da değildir. Meselâ, uyuma bir fiil ise, bu fiil neye uygulanır, bu fiilin mef’ûlü nedir?!. Fâil, biziz; mef’ûl, kitap, ağaç, yemek (= ekmek), içmek (= su), vs... ... Fiil, bir iş yapabilme kuvveti veya kudreti ise bu, bil-kuvve ve bil-fiil olabilir. Fiil, bil-kuvve ise, her hangi bir mef’ûl üzerinde uygulanmaz; aynı bil-kuvve akıl gibidir. Mef’ûl ile buluşan (karşılaşan) bil-kuvve fiil, bil-fiil (= amel, iş) hâline gelir. ... Fâil, fiilinden önceyse ve kâinat da (bizler de) Allah’ın bir Fiili ise/k; Allah, kainattan öncedir. Bu hususu, Vahdet-i

AKILLILIK

Akıllı olmak, nasıl bişey?!. Akıl, insandaki bilme yetisi. Bilmek için, bilen ve bilinen lâzım. Bilinen olmazsa, akıl (= bilme) bil-kuvvedir; gerçi, kişinin kendi de bir bilinendir; kendini de bilmeyen akıl tamamen bil-kuvvedir. Bilen akıl, bil-fiil akıldır; zaten Kitâb (= Kur'ân), aklı, bil-fiil akıl (= faal akıl) olarak görür. Kitâb’ta akıl, isim olarak geçmez; fiil olarak, te’akılu, ye’akılu, te’akılûne, ye’akılûne, şeklinde geçer.  Bilene (= aklının kullanana), âkil; bilinene mâ’kul; bilen “şeye”! de akıl denir. Mâ’kul olmayan (fiil olmayan, fiile dönüşmeyen) akıl, akıl değildir. Akıl, nasıl fiile dönüşür?!. Bilinenle (= mâ’kul ile) karşılaşarak. Şöyle: Pencereden dışarı bakıyorum ve apartmanları (ağaçları vs.) veya kitaptaki yazıları görüyorum. Gördüğüm bu şeyler, aklıma düşünce, bendeki akıl (az-çok) çalışmaya başlıyor ve onlar bilinenlere dönüşüyorlar. Ben onları “görmesem”!, onlar benim için “yoklar”! = bilinmiyorlar; ben onları “görünce”, onlar benim için mâ’kul (= bilinen