Kayıtlar

Mart, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

ÖZ & TÖZ

Eidos & Ousia. Kabuk & Çekirdek. İç & Dış. Biçim/Şekil & Ekim/Dikim. (Ekilen, biçilir. Ne ekersek, onu biçeriz. Dikilen ağacın meyvesi yenir.) Eidosu, fenomen (= görüngü, görüntü) olarak karşılayanlar da var; bir de sun-eidos kelimesi var. Sun, Güneş, ışık; eidos, fenomen (= görüngü, görüntü). Platon’un mağarasındaki Güneş (= ışık) ve gölgeler; sırtı Güneşe (= ışığa) dönük olanların kendi gölgeleri. Güneşe (= ışığa) sırtımızı değil de yüzümüzü döndürsek, ne görürdük?!. Güneşi (= ışığı) değil mi?!. Çıplak gözle sürekli Güneş’e kim bakabilir, bakabilmiş?!. ... “Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” Bu Nûr, Güneş’le mukayese dâhi edilemez. O Nûr, bizim bildiğimiz anlamda ne eidostur ne de ousiadır. O, hiçbir şeye benzemez. = “leyse kemisliHî şey’ün...” (42/11.) O’nu kimse “ekmemiş, dikmemiş; kimse de biçmeyecek, hasat etmeyecektir.” Her şeyi ve herkesi O ekmiş, O dikmiş (= O yaratmış); O, hesaba çekecektir.

BAYRAM, ANLAŞMAKTIR.

Bayram paylaşmaktır; paylaşılan şeylerde (= mâlî, ilmî/fikrî) anlaşmaktır; aksi ise dalaşmak, boğuşmak veya savaşmaktır. Bayram, selâmlaşmaktır. Kendi aralarında (= içinde) anlaşamayanlar (selâmlaşamayanlar), dalaşırlar, boğuşurlar, savaşırlar. Bu savaşın, bireysel ve toplumsal (= ekonomik, siyasal) cepheleri vardır. Kişi, kendi ile de toplumu ile de savaşır. (Kişinin içindeki ve dışındaki) Taqvâ (= iyilik) galip gelirse, (= kendi içindeki insanla ve dışındaki insanlarla anlaşırsa), bayram eder; anlaşamazsa, bu kavga, bu çatışma, bu boğuşma, bu savaş süreer gider. Tek kişi ile bayram olmaz; bayram, paylaşmaktır; bayram, anlaşmaktır; bayram, selâmlaşmaktır. Yaşadığımız bayramlar, üç-dört günlük geçici ateşkeslere ve soluklanmalara benziyor. Belki de dünyanın mayasında bu var. Bayramlar sanki bize, “tadımlık” olarak verilmiş gibi!. Sanki, bunun burada böyle olduğunu bilin ve sürekli bayramı ötede yapabilin!, deniliyor gibi!. Düşünsenize!, hayal etsenize!, kimsenin kimseye yan/yamuk (= kö...

BAYRAM ETMEK

Kişi, ne zaman bayram eder?!. Bir zahmetten kurtulup bir rahmete erince; hele de bu zahmet, hayatî ise. Bir fakirin zengin olması; bir hastanın sıhhat bulması; bir mahkûmun özgür kalması gibi... Millî bayramlarda iyi-kötü “bir kurtuluş” var; dînî bayramlardaki kurtuluş ne, neden; neden bayram ediyoruz?!. ... Bayram kaç gün?!. Ramazan, üç; Kurban, dört. Bu kadar çok mazarrat ve mazarratlı iş varken, üç-dört gün bayram edilir mi?!. (Mazarrat, zarar-ziyan; mazarratlı, zararlı.) Bu zararlar, hepimizi üzüyor, bedenî ve ruhî sağlığımızı-sıhhatimizi olumsuz etkiliyor, bozuyor. Üzgünken = üzüntülü iken, bayram edilir mi?!. Üzüntümüz (= bedenimize ve ruhumuza verdiğimiz/verilen zararlar) azalıyorsa, edilir. Zararın neresinden dönülürse, kârdır. Sözgelimi, ben bugün (18 saattir) hiç cigara içmedim, ciğerlerim (bugün,  18 saat) bayram etti. Ciğerlerime her gün bayram ettirsem, fenâ mı olur?!.  18 saattir cigarasız nasıl duruyorum?!. Cigaranın ciğerlere zarar verdiğini biliyorum. Cigara i...

GÖRME

Görme organımız, göz. Gözle, dışarıdakileri görürüz. Göz, kendini göremez. Socrates, Alkibiades diyalogunda, gözün kendini görmesi için başka birinin gözüne (= gözünün içine) bakması gerekir, der. Sonra da anlama bahsine (= ruha) geçer; birini anlamak için de onun ruhuna (kalbine?!) bakmak gerektiğini söyler. ‘Kalp, kalbin aynasıdır.’ sözü, sanki bunu ifâde eder.  “.. Allah, kişi ile kalbinin arasına girer...” (8/24); âyetini bu bağlamda okur/düşünürsek; biz, kalbimizin (ruhumuzun?!) temizliği oranında Rabbimizi tanırız; Rabbimiz de bizi kalbimize (ruhumuza?!) bakarak tanır. Kalp (niyet), eylemlerimizin çıkış noktası; eylemlerimiz, kalbimizin dışa yansımasıdır.  Kendini Beğenme Kendini beğenme, kendini mükemmel, başkasını kusurlu, kesirli veya eksik görmedir. Mükemmel ve tam olan, sadece Tanrı’dır. Bu yüzden insan, Tanrı dışında hiçbir şeye, hiçbir kimseye rağbet etmemeli. Çünkü, kusurlu, kesirli veya eksik olan (= Samed olmayan) bişeyle, bikimseyle, tatmin (= mutluluk) ve kem...

TANRI DEVLETİ

Teşbih, anlamayı kolaylaştırır. Tanrı devleti, bir benzetmedir (= misal, meseldir); teşbihte hata olmaz; olursa, Rabbim affetsin.  Tanrı, âlemin (= kâinatın) Kral’ı, Melik’idir. = “Mâlik-i yevmid dîn.” El-Melik’tir. O Melik’in emrinde, görünür-görünmez “bürokratik siviller ve askerler” (= melekler ve insanlar) var. Bunlar, kendi aralarında bir hiyerarşiye göre sıralanırlar. Bunların en büyüğüne Cebr-â-il denir. (Cebr, güç; El (= İl), Allah = Allah’ın Gücü.) Bize göre, bütün gücü Allah bizzat kullansa = her işi Allah yapsa; bu, Allah’ın Melik’liğine (= Kral’lığına) uygun olmaz. Tanrı, Melik’liğini (= Kral’lığını) emrindeki güçlerle yerine getirir. Tüm kâinat (= âlem), Tanrı’nın Hükümranlığına = Melik’liğine (= Kral’lığına) boyun eğer; O, âlemlerin Rabbidir, Hamd, O’na mahsustur. = “Elhamdülillahi Rabb-il Âlemîn.” Gök, Yer, Güneş, Ay, Yıldızlar, Bulutlar, Dağlar, Rüzgârlar, Ağaçlar, Kuşlar, Gökte ve yerde olan her şey, O’nun emrine boyun eğmiştir, O’nun devletinin sadık yurttaşlarıdı...

DOST-DÜŞMAN

Dost ve düşman, hem içimizde hem de dışımızda, bizde. Kişi, kendi ile, eşi ile, arkadaşı, gardaşı (= kardeşi) ile, toplumu, milleti ve devleti ile hem dost hem de düşman olabilir. Kişinin içindeki dost, taqvâ; düşman, fücûrdur. Bunlar, dışa/dışarıya da benzer şekilde yansırlar. Taqvâlı, taqvâlı ile; fâcir, fâcir ile dost; taqvâlı, fâcir ile, fâcir de taqvâlı ile düşmandır. Pekiî, taqvâlıyı ve fâciri (= taqvâ ve fücûru) kim belirler?!. Allah. Bunları belirleme işini insanlara verirsek, bırakırsak; fâcir, kendini taqvâlı; taqvâlı, kendini fâcir ilân edebilir. Sözgelimi, İsrail/liler/e sorsak, doğru (= haklı, taqvâlı), kendi/leri; yanlış, Filistin/liler/dir. Filistin/liler/e sorsak, doğru (= haklı, taqvâlı), kendi/leri; yanlış, İsrail/liler/dir. ... Dün, “dost”, (= zengin, yakın, âlim, vb.) gördüğümüz biri; bugün düşman/ımız (= hakir, fakir, cahil, küçük, gördüğümüz biri) olabilir; bugün “düşman”! (= hakir, fakir, cahil, küçük, vb.); olarak gördüğümüz biri yarın dostumuz olabilir. 'Ne...

ETKİSİZ ELEMAN

Sonuca, en ufak bir etkisi olmayan, varlığı ile yokluğu arasında fark bulunmayan eleman. Eleman, bir bütünü oluşturan kümenin her bir parçası. Hayatta ve kâinatta, soyut-somut bi çook küme var; en büyük küme de kâinat = varlık. Biliyoruz ki Tanrı, kâinat kümesinde “etkisiz eleman”! değil. Kime sorarsak soralım, şu Güneşi kim havada tutuyor ve doğdurup-batırıyor; tonlarca yağmuru bulutlarda kim yaratıyor ve yağdırıyor, onunla toprağa can vererek bize aş-ekmek üretiyor, vs. diye; istisnâsız herkes “Allah” der. Aynı adama : aynı Allah senin hayatında ne kadar etkili/etkin, desek, ne der?!. Soruyu doğrudan, direkt olarak şöyle de sormamız mümkün. Allah, senin (= benim, bizim) hayatımızda gerçekten etkili/etkin Bir ve Tek İlâh mı, yoksa başka ilâhlar da (var, onlar da) etkili mi?!. Dilim varmıyor ama Allah affetsin, şok etkisi yapmak için kullanmak zorundayım; yoksa, Allah’ı (hâşâ) bir etkisiz eleman gibi mi görüyoruz, O’na o şekilde mi inanıyoruz; veya O’nun hayatımızdaki etkisini nasıl, n...

ŞEHÂDET

Şehâdet : Şâhitlik. Tanıklık.  B’birinin veya bir olayın olduğu/bulunduğu yerde olan, O’ona şâhit olan, O’onu G’gören. Görme, sadece gözle mi olur?!. Göz, beş duyudan biri değil midir?!. Diğer dört duyu (= kulak, burun, deri, dil) ile de görülemez mi?!. İşitme, koklama, dokunma/hissetme ve tatmanın, görme ile ilişkisini kuran, nedir?!. Beş duyu ile algıladıklarımıza, duyulurlar diyoruz; bu algıları, içimizde birbirine bağlayan ve duygulara dönüştüren bişey var, olmalı!. Bu duyguların bizdeki olumlu-olumsuz etkileri de bizi belli bir kanaate (= görüşe, fikre) ve belli bi yönde bir dönüşüme (= davranışa, eyleme) sevk etmeli, sürüklemeli!. Görme’den (= görmekten) görüşe (= yargıya, fikre) dönüşen bu sürece, teorik (= nazari, kuramsal, düşünsel/fikrî) şehâdet diyebiliriz. Teorik (= nazari, kuramsal, düşünsel/fikrî) şehâdet varsa, pratik (= fiilî, amelî, tatbikî, uygulamalı) şehâdet de vardır; şehitlik ve şâhitlik gibi; Kant’ın saf ve pratik aklı gibi. Şehâdetimiz (= Eşhedü en lâ ilâhe ...

İNSANLARIN TASNİFİ

Bu tasnif de dikey. Yatay tasnifle çok fazla ilgilenmiyorum. Matematikteki sayı doğrusu, +/- sayıları; koordinat sistemi ise, hem yatay hem dikey sayıları hem de konumları bildirir. İnsanların dikey tasnifi için en az iki değerin (düzeyin) bilinmesi şarttır. Bunların en değersizi (= âdisi, bayağısı) bünyesinde pür nankörlük (= küfür) barındıran insan; en değerlisi de bünyesinde pür şükür (= iman ve îkan) barındıran insandır; diğer insanlar bunlara yakınlık ve uzaklıklarına göre sıralanırlar.  Kitâb, insanı hem le-kunûd (100/6), hem le-mürselûn (36/16) olarak tanımlar. Baştaki le-ler, kesinlik ve te’kit bildirirler. Kenûd, iyilik bilmez, nankör; Mürsel, seçilmiş de gönderilmiş insan demektir. İnsanlar, nankörlerle Mürseller arasında hizalanacaklardır. Buradaki yatay durumumuz (= konumumuz, tavır ve tutumumuz), dikey olarak bizi ötede bu şekilde konumlandıracak; ya nankörlere ya da Mürsellere yakın duracağız, olacağız. İkisinin arasındaki mesafe veya konum farkı neredeyse sonsuz!.

BİLGİ/NİN TASNİFİ

Kütüphanecilik okudum; Sınıflama (= Tasnif) dersi aldım; bilgilerin taşındığı kitapları sınıflayan iki sistemi (= DOS ve LC’yi) de iyi-kötü, az-buçuk biliyorum; ama kastım böyle bişey değil; kastım, bilgiyi değere/değerine göre sınıflama = tasnif etme. Böyle bir tasnif, ister-istemez ‘hiyerarşik gibi’! görünür, yâni yatay değil dikey olarak. Biz de, böyle bir bilginin izini, en değersizden, en değerliye doğru takip ederiz. Meseleye böyle bakınca, en değerli bilgi, EN DEĞERLİ OLAN’ın bilgisi olur. İnsanlar da buna göre pozisyon alır, sınıflanır, gruplanır. Sözgelimi, kişi için en değerli olan para ise, o kişi paranın (= para kazanmanın bilgisi) peşinde olur. Değerli olan dünyevî bir makam (= şan-şöhret, unvan, nam, titr, vb.) ise, onun (onların) bilgisinin peşinden gider. Kendi değerli ise, kendini bilmeye gayret eder; ki, Stoacılarda, Yeni Platoncularda, klasik ve modern Tasavvufun ana damarında bu vardır. Bunlar, buradan Tanrı Bilgisine (= Tanrı’ya) “sıçramayı” denemişler ama bu, çok ...

HAYAT BİR SINAV...

Herkes bu sınava “aynı yerden, aynı düzeyden” başlamıyor ve sınav bitince de aynı yere varmayacak!. Bu sınava, kimi avantajlı; kimi de dezavantajlı (= kimi doğuştan zengin, kimi doğuştan fakir; kimi sağlam, kimi sakat; kimi erkek, kimi kadın, vs.) olarak başlıyor; arada sayısız merhaleler (= mertebeler, aşamalar) var. Ama bu merhaleler (= mertebeler), sonucu etkilemiyor; herkes bulunduğu merhalenin (= mertebenin) hakkını verip-vermediğine bakılıyor. Biraz açayım. Zengin doğan, belli bir süre veya hep zenginlikle; fakir doğan, belli bir süre veya hep fakirlikle deneniyor. Sağlamın sorumluluğu ile sakatın sorumluluğu aynı görülmüyor. Âmirle memur; âlimle cahil de aynı değil. Oysa biz, bu ontolojik ve sosyolojik (= toplumsal statü) farklılıkları/nı bir “haksızlık”! olarak görüyoruz; ve buradan, ilâhî adâleti sorgulamaya kalkıyoruz; kötülük probleminin (= teodise meselesinin) doğduğu yer de burası; ortada ilâhî bir kötülük yok. İlâh, herkese aynı (düzeyde veya zorlukta) sorular sormuyor; ç...

NE DEĞİŞİR?!.

Bir insan, Mü’min-Müslim (= Müslüman) olunca ne değişir?!. Mü’min : Allah’a inanan, güvenen. Dürüst olan, kendisine güvenilen, elinden ve dilinden emîn olunan adam. Müslüman : Allah’a teslim olan. Allah’a teslim olmak, “tutsaklık”! değil; insanlık, ahlâklılık, Allah’ın emirlerine bağlılık. İnsan Mü’min-Müslim (= Müslüman) olunca,  ahlâklı, dürüst, güvenilir bir insan olur; nankör olmaz. Nankör, kendisine yapılan iyiliğin değerini bilmeyen adam demektir; nankör, küfürle, şükürsüzlükle eş anlamlıdır. (Bknz. 2/152. 100/6.) Bizler, Mü’minliğin-Müslimliğin (= Müslümanlığın) ne demek olduğunu "bilerek"! Mü’min-Müslim olmadık; Mü’minliğe-Müslimliğe (= Müslümanlığa) emek vermedik; Mü’minlik-Müslimlik (= Müslümanlık), bize miras kaldı. Bu yüzden, Mü’minliğin-Müslimliğin (= Müslümanlığın) değerini, kıymetini bilmiyoruz!.

YEMÎN

Kasem. Îlâ. Kasem, bi şeyin (= söz, davranış ve olayın/vakıanın) doğruluğu veya yanlışlığına Allah’ı veya kutsal bi şeyi şahit tutma. Îlâ, bi şeyi yapmaya veya yapmamaya Allah’ı şahit tutarak azmetme, yemin etme. Îlâ, erkeğin belli bir süre hanımına, hanımın kocasına yaklaşmaması üzerine yemin etmesi, onu yalnızlığa terk etmesi. Bunlar, insanların yaptığı yeminler; ben Allah’ın yaptığı yeminlerden söz edeceğim. Allah neye ve niye yemin eder?!. Yemin, sözün doğruluğuna Allah’ı şahit tutma ise; Allah, Sözünün doğruluğuna neyi, kimi şâhit tutar?!. Mekkî Sûrelerin çoğu yeminle başlar; bir değil, bi çok kere yemin edilir. Kıyâme Sûresi, kıyamet gününe, kendini kınayan nefse yeminle başlar. Fecr Sûresinin ilk dört âyeti, Beled Sûresinin ilk üç âyeti, Şems Sûresinin ilk yedi âyeti, Leyl Sûresinin ilk dört âyeti, Duhâ Sûresinin ilk iki âyeti, Tîn Sûresinin ilk üç âyeti yemindir. Bu yeminler niye yapılır?!. İnsanları inandırmak için. Hâşâ Allah, yalan yere yemin eder mi?!. Allah, yeminine neyi,...

ÎLÂ

Îlâ kelimesi iki şekilde yazılır : ﺍﻳﻼﺀ ve ﺍﻋﻼﺀ . İlki, yemin; ikincisi, yüceltme, demektir. Ben bu yazıda ikinci anlamdaki îlâdan, dolayısıyla îlâ-i kelimetullah’tan söz edeceğim. Ne demek, îlâ-i kelimetullah?!. Allah’ın Kelimelerini yüceltme. Allah’ın kelimeleri, Allah’ın dininin ilkelerini içeren Allah’ın sözleridir, Kur’ân’dır.  Bu yüceltme işini kim yapacaktır?!. Kur’ân kime “inmişse, verilmişse”!, bu dini kim kabul etmişse o, onlar. Bu iş, tek bir kişi (= Hz. Muhammed s.a.v.) ile başladı, Sahabî Araplarla büyüdü ve tüm insanlara (= Müslümanlara) yayıldı. Bu işi Araplar (= Emevîler ve Abbasîler), büyük ölçüde kelâmla (= tebliğle) değil, kılıçla (= fetihlerle, savaşlarla) yaptılar. Kalemin (= kelâmın/sözün, iknânın) kılıçtan (= maddî güçten, silahtan) üstün olduğunu Araplar da Türkler de hâlâ anlayamadılar. Türk-İslâm devletleri de (= Selçuklular ve Osmanlılar da), Persler de (= Farslar da) İslâm’ı büyük ölçüde kılıçla yaydılar; hatta kendi aralarında bile savaştılar.  Oys...

YOLSUZLUK

Yolsuzluk : Kanun ve nizama aykırı iş yapma, “normal yoldan” sapma durumu. Normali ne ve kim belirler; güç mü?!. Yolsuzluk, hep kanunsuzluk mudur; kanunî yolsuzluk olmaz/yapılamaz mı?!. Kanuna bağlı. Kanunla kurduğumuz her kurum “yolda” mıdır; bu kurumlara tahsis edilen kadrolar ve ödenekler, bu kurumlarda istihdam edilenlere verilen maaşlar/ücretler meşru mudur?!. Bu kurumlardaki istisnaî ve özel kadrolar (müşavirlikler vb.) ne işe yararlar?!. Gereksiz, aşırı ve müsrif harcamalar, torpilli atamalar, vb. yolsuzluk kapsamına girmez mi?!. İnsanlarda Allah korkusu (= vicdan ve âhiret inancı/hesap bilinci) ve sorumluluk duygusu yoksa, herkes kendi çapında yolsuzluk yap/a/maz mı?!. Elbet bir gün herkesin yaptığı yolsuzluklar büyük yargıya (= mahkeme-i kübrâya) taşınacak; her yolsuzluk yapan tutuklanacak. Sıra bize de gelecek. 

DOKSANDOKUZA BİR = 99'A 1.

Bu ifâde Sâd Sûresi 23. âyette geçer. İki kişi (= davalı ve davacı) Davud (a.s.)’a gelirler; onun 99, benim 1 koyunum var; o, benim 1 koyunumu da bana ver, diyor; Sen aramızda hüküm ver, derler. Bu âyete mülkiyet bağlamında bakalım. Mülk, herkese eşit verilmez; kiminde az, kiminde çoktur; 99, çokluğu, 1 azlığı ifâde eder. Mülkiyete bir emanet olarak bakılmazsa, haksızlık doğurur. Ben, komünist Proudhon gibi, mülkiyeti bir hırsızlık olarak görmüyorum, ona bir emanet olarak bakıyorum. Burada 99 koyunu olan kişi, mülkiyeti emanet olarak görmüyor; 1 koyunu olana, o 1 koyunu bile çok görüyor. Mülkiyet, emanet olarak görülmezse, (çok) mal, tamah, haksızlık ve temerküz üretir. (Temerküzün kökü merkez. “Mallar (= ganimetler), sizin zenginleriniz arasında dolaşan bir devlete (= bir güç ve iktidar aracına) dönüşmesin.” 59/7.) Çünkü siz, o mülkü (= o emaneti) doğru-dürüst (= yerli-yerinde) kullanamazsınız, sahiplenirsiniz. En iyisi mi, mülkü Allah’a verin = Allah için verin!. = “leHü-l Mülk.” (39...

EBÛ ZER GIFÂRÎ

Eşkıyalık yapan biri iken Efendimizin davetinden haberdar olan ve bu davete ilk icabet eden ilk beş Müslüman arasındadır Ebû Zer. Mekke’de açıktan Müslümanlığını ilân eder ve bu yüzden müşriklerden çok dayak yer. Efendimiz de onu, kavmine (= Gıfar’a) tebliğ için gönderir; kavminin neredeyse yarısı Müslüman olur. Hendek savaşından sonra Medine’ye gelir, Ashab-ı Suffa’nın yanına, Efendimizin yakınına yerleşir. Efendimizin son yıllarında (625-632) hep yanındadır.  Efendimiz onun için : “Gök kubbenin altında, yeryüzünün üstünde Ebû Zer’den daha doğru sözlü kimse yoktur.” buyurmuştur. (Tirmizi, Menâkıb, 35. İbn-i Mâce, Mukaddime, 11.) Efendimizin vefatından sonra III. Halife Hz. Osman’ın zamanına kadar hep Medine’dedir Ebû Zer.  Neredeyse her sefere (Suriye, Mısır, Kudüs’ün fethi) katılır. Muaviye’nin Suriye valiliği sırasındaki müsrif harcamaları onu rahatsız eder; durumu III. Halife Hz. Osman’a arz eder ve duruma isyan eder. Ve Hz. Osman onu Rebeze’ye (sürgüne) gönderir. Rebeze, ...

LAHN-İL KAVL

Lahn-il kavl : Sözün söyleniş tarzı, konuşmanın üslubu. “Eğer isteseydik onları Sana tanıtırdık. Sen de onları sîmâlarından ve konuşma tarzlarından (= üsluplarından = lahn-ül kavl) tanırdın. Allah, yaptıklarınızı bilir.” (47/30.) Buradaki tanıma arefe, alime değil. Arefe = tanıma, alimeden = bilmeden daha kesin, daha güçlü. Kim bunlar?!. Bunlar, şahsen değişenler, fikren hiç değişmeyenler.  Bunları nasıl tanırız?!. Sîmâlarından ve konuşma tarzlarından. Sîmâ, giyim-kuşamla, markayla ve görünüşle; konuşma tarzı/biçimi ise, tonlama, vurgulama ve dokundurmayla olur. Konuşma tarzı/biçimi, yazma tarzına/biçimine de yansır. Konuşma ve yazma tarzınıza/biçiminize “dikkat”! ederseniz, her türlü medya kanalları (= platformları = gazeteler, dergiler ve televizyonlar) size açılır. Bu “dikkat”!, nasıl bir dikkattir?!. Suya-sabuna dokunmadan söz söyleme, yazı yazma = kir temizlemedir!. = Ortada herhangi bir kirin (olumsuz bir durumun) varlığını bile fark ettirmemedir. = Ortalığı kirletenleri eleş...

BİZ KİMİZ?!.

Bizler : 1. Ana-babalarımızdan aldığımız genleriz. 2. Toplumun şekil verdiği ergenleriz. 3. Hafızalarımızdaki birikimleriz. 4. Seçimlerimiziz. İlk ikisini, bi başkası bize verir; dördüncü, bizimdir, kendimizindir; üçüncüsü ise, diğer üçünün kayıt yeridir. Kimliğimizi-kişiliğimizi, kendi seçimlerimiz domine etmiyor, etkin/aktif kılmıyorsa, edilgen bir kimliğe-kişiliğe sahibiz demektir. Müslüman, genetik kodları ve toplumsal normları (= her türlü dayatmaları), doğru seçimleri/tercihleri ile aşan, etken/aktif bir kimliğe veya kişiliğe sahip kul demektir. Kul, genetik kodlara, doğru toplumsal normlara (= doğal/fıtrî kurallara) uyan = uygun seçim yapan insandır. Seçim yoksa, kulluk da yoktur. Müslümanlık, doğru seçimi yapmak, iradeyi İlâhî İrade’ye uygun kılmaktır. ... Siz kimsiniz?!. Genlerinizin ve toplumun (= resmî eğitimin ve kültürün) şekillendirdiği biri mi, yoksa (doğal olarak) kendi tercihlerinizin/seçimlerinizin şekillendirdiği biri mi?!. “Ey iman edenler, ‘râina’ (= bizi g...

LAMBA

Lamba : Gaz (petrol), pil veya elektrik ile aydınlanmamızı sağlayan âlet (= gaz lambası, ampul, el feneri, vb.); ama ben, kâinatı aydınlatan Lamba'dan, Aristo’nun Metafizik’indeki Lambda’sından (= Aristo Lambda = Λ : Varlık’tan, varlıkların özelliklerinden, öz, töz, ilke ve nedenden, kendi başına var olan varlıklardan = auto kath’ hauto, bişey uğruna var olan varlıklardan = to hou heneka ve Tanrı’dan bahseder.) ve Nûr Sûresi 35. âyetteki Lamba'dan söz edeceğim. Önce âyeti vermem lâzım; ki, açıklama yaparken sıra-düzenine uygun hareket edebileyim. “Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun misali, içinde lamba (= ışık, misbâh) bulunan kandil (= mişkât yuvası) gibidir. O kandil (= mişkât), korunaklı bir lamba/cam (= misbâh, fanus) içindedir. O misbâh/cam, inciden bir yıldız (= kevkebün dürriyyün) gibidir; o, doğuya da batıya da ait olmayan mübarek bir zeytin ağacının yağından yakılır. Onun yağı neredeyse kendisine ateş dokunmasa/değmese bile ışık verir, aydınlatır. Nûr üstü...

İ’TİKÂF = ﺍﻋﺘﻜﺎﻒ

İ’tizâl gibi, i’tikâf da iftiâl babından. İ’tizâl, uzlete (= izolasyona) çekilme; i’tikâf, “bişeye”! odaklanma, yoğunlaşma. İ’tizâl olmadan, i’tikâf olmaz. Mu’tezile, zamanının “problemlerinden” uzaklaşarak, fikre (= düşünceye) yoğunlaşan grubu ifâde eder. Ramazan'ın son on günü, i’tizâl ve i’tikâf zamanı. Bu on günde dünya işlerinden (= dünyadan) “biraz”! uzaklaşalım, âhirete odaklanalım. (= “yaklaşalım, yakınlaşalım”!) Bu on günde, gecemizi (= şimdiye kadar karanlıkta geçen ömrümüzü) fecre (= şafağa, aydınlığa) çevirme imkânı var; çünkü bu on günün içinde, bin aydan (= karanlıkta geçen bir ömürden) daha hayırlı Kadir Gecesi var. Kadir Gecesinde “bize de Kur’ân inmeye”! başlarsa, bundan sonraki bin ayımız (= kalan ömrümüz) aydınlık olur. O Gecede melekler ve Ruh, Allah’ın izniyle bizde de fecri (= “Güneşi”!) doğurana kadar Selâm (= Selâmet) için inerler; ve artık Kur’ân, bizim de yolumuzu aydınlatmaya başlar. Bu büyük fırsatı kaçırmayalım ve “bayram” edelim!.

YAŞAM BİÇİMİ

Yaşam biçimi, nasıl yaşadığımızı, yaşarken hangi kriterlere (değerlere) önem verdiğimizi, hayatımızı neyin şekillendirdiğini (= belirlediğini) içeren ve gösteren bir ifâde. Yaşam biçimini, büyük ölçüde düşünme biçimi, biraz da taklit ve özenti belirler. Kendilerine ait bir düşünceleri olmayanlar, başkalarını taklit ederler ve onların yaşam biçimine özenirler. Müslümanın yaşam biçimi, Müslümancadır. Müslüman, yaşam biçimi ile diğer insanlardan ayrılır. Pekiî, Müslümanın yaşam biçimini ne belirler?!. İslâm. İslâm ise, Kur’ân ve Sünnettir. Bu iki esas, ana kaynak, her Müslümana miras kalmıştır. Müslümanlar, Kur’ân ve Sünnete bağlılıkları oranında değer kazanırlar ve diğer insanlardan ayrılırlar.  Kitâb’ın (Kur’ân’ın), 35. Sûresinin (= Fâtır) 32. âyetinde : “Sonra kullarımızdan seçtiğimiz kimselere Kitâb’ı miras bıraktık. Onlardan bir kısmı kendilerine zulmederler, bir kısmı ortalama bir yol tutarlar, bir kısmı da Allah’ın izniyle hayırlarda önde giderler. İşte büyük fazilet/kurtuluş b...

ELİNİ KOYNUNA SOK!...

“vedmum yedeke ilâ cenâhıke...” (20/22.) Bu emri Allah (c.c.), Mûsâ (a.s.)’a Tur Dağında verdi.  Dağlar, Rasullerin Allah ile tek başlarına “görüştükleri” yerler. İbrâhim (a.s.), Moriya Dağında; Mûsâ (a.s.), Tur Dağında; İsâ (a.s.), Zeytin Dağında; Efendimiz (s.a.v.), Hıra Dağında Rableri ile “görüştüler”! (buluştular)!. Tâ-Hâ Sûresi 9 ilâ 99. âyetler arasında Mûsâ (a.s.)’nın Rabbi ile görüşmesi (= konuşması) anlatılır. Mûsâ (a.s.)’ı o dağa “ateş” çeker. O ateşin yanına varınca, Bir Ses Ona : “Ben Senin Rabbinim (= innî Ene Rabbük); Ben, Seni seçtim, Ben’i dinle = Ben’im Sana vahyettiklerime kulak ver!.” diye seslenir. (20/13.) 14. âyette, “Ben Allah’ım, Ben’den başka ilâh yok, Bana ibâdet et, Ben’i zikir için salâtı ikâme et!.” denir. 16. âyette, “Sakın kıyamete (= âhirete, hesaba) inanmayanlar, kendi hevâ ve heveslerine uyanlar, Seni yolundan alıkoymasın (= felâ yesuddenneke); yoksa mahvolursun!.” denir. Mûsâ (a.s.) asâ ile güçlendirilir. Asâya ilâhî program/yazılım yüklenir. Bun...

EMEK

Bir işin yapılması, bir meselenin çözülmesi (hâlledilmesi) için harcanan mesai = beden ve kafa gücü. O işin sonunda maddî-manevî bişey (= hâsıla = para veya fikir) elde edilir; buna kazanç da denir. Burada mâlî ve fikrî mülkiyet devreye girer.  Emeğin Arapçası se’aydir, ameldir. Herkesin se’ayi, ameli/çalışması (ve kazancı) aynı değildir; kimi az kazanır, kimi çok. Kimi çok çalışır az kazanır; kimi de az çalışır çok kazanır. Rızık, nasip işidir. Rızkın bir kısmı bedeni, bir kısmı aklı ve kalbi (gönlü) besler. “inne se’ayeküm le-şettâ” (92/4.) Buradaki azlık-çokluk görecelidir. Ortada bir cimrilik ve açgözlülük yoksa, “az veren candan, çok veren maldan verir.” Verilen, emekle elde edilendir. Para kazanmak için çalışan da, ilim elde etmek (kazanmak!) için çalışan da bunları belli bir emekle elde ederler. Ne yazık ki günümüzde ilmin para kadar değeri yoktur. Para verenler el üstünde tutulurken, ilim verenler görmezden geliniyor. Âlimler zenginler kadar değer (= itibar) görmüyor. Oysa ...

GÖRDÜN MÜ?!.

E-raeyte ?!. = Gördün mü?!. (E, mi; raeyte, sen gördün.) Kimi?!. “ellezî”, ism-i mevsul. (İsm-i mevsul, kendisinden önceki kelimeyi (cümleyi), kendisinden sonraki kelimeye (cümleye) bağlar ve açıklar; kimi sorusuna cevap verir.) “yükezzibü bid-dîn.” = Dini yalanlayanı.  Dini yalanlayan kimdir?!. Dinsizdir. Dinsiz kimdir?!. “fezélike” = İşte o. Kim o?!. “ellezî”, yine bir ism-i mevsul. “yedu’ul yetîm” = yetimi itip-kakar; ona sahip çıkmaz. Başka (ne yapar)?!. “ve lâ yehuddu alâ taâm-il miskîn” = yoksulu doyurma arzusu duymaz. (Üstelik bir de namaz kılar.) “fe-veyl-ül lil musallîn” = yazıklar olsun onun namazına. (Kılmaz olsun o, o namazı!. Dini yalanlayana dinsiz denirse, bu tür namaza da dinsizin namazı denebilir!.) “ellezîne-hüm”, bir ism-i mevsul daha; onlar var ya onlar!. “an salât-ihim séhůn” = onlar, sehven (?!) namaz kılarlar; namazın ne demek olduğunu bilmezler; kıldıkları namazı ciddiye almazlar; kıldıkları namazdan gâfildirler. Niye?!. Çünkü onlar = “ellezîne-hüm”, (bir is...

INAD (= ﻋﻨﺎﺩ)

1. Doğruyu sadece ben bilirim diyen, gerçek doğruyu söyleyene itimat etmeyen, güvenmeyen. 2. Yanıldığı hâlde, yanılmamış gibi sözünde ve eyleminde ısrar eden. 3. Gerçek doğrudan taviz vermeyen. 1 ve 3, buluşur mu; buluşursa aralarındaki fark ne olur?!. 1 de, 3 de, doğruyu sadece ben bilirim demiyor mu, her ikisi de kendi doğrularında inat (= ısrar) etmiyor mu?!. Fark şurda : 1’deki kişi başka doğrulara kapalıdır; 3’deki kişi ise açıktır; o, her söze kulak verir, dinler ama her sözün en güzelini de bilir ve uygular/yapar. (Bknz. 39/18.) 2, yanılır, yanılgıda inat/ısrar eder, tövbe/nedâmet etmez. 1, şeytana; 2, insana; 3, ihsan sahibi Müslümana has bir tutumdur. 1 ile 3 arasında çok ciddî farklar vardır; ama onlar, “görünüş” itibarıyla bir noktada buluşurlar. Tıpkı, “iki yüzlü”! adam gibi; daire veya çember gibi!. Herkeste, her daire veya çemberde (hatta bir şekli olan her şeyde) iki yüz var : görünen ve görünmeyen yüz = zâhir ve bâtın yüz. 1’i temsil eden (şeytanî) yüz, kötü yüz; 2’yi t...

ÜMMÎ

Ümmî, bilgisini resmî okuma-yazmaya dayandırmayan, bu yolla aklını ve kalbini bulandırmayan cahil biri değil; aksine fıtrî okuma-yazmayla bilen biridir. Şöyle : Kelimenin etimolojisi ümm’e (= anaya) dayanır. Ümmî, doğuştan bilgilidir, doğuştan bilgindir, ama onun bu bilgisi Tanrı vergisi bir bilgidir, vehbîdir; resmî değildir. Her resmî bilgi, kendi sistemini (= düzenini, dinini) tahkim etmek ve sürdürmek için verilir = öğretilir; Tanrı vergisi vehbî bilgi de böyledir. Meseleye böyle bakarsak, ümmî; fıtrî, doğal, bozulmamış düzene (= dine, sisteme) uygun bilgi ile donanmış (= donatılmış) kişidir.  Anamızdan doğunca bi çook organımız doğal olarak çalışmaya başlıyor. Onlara bunları Kim (?!) öğretiyorsa, ümmîye de o bilgileri doğal olarak O öğretiyor.  İlâhî düzene (= fıtrata, dine) yabancı düzenler (= dinler, sistemler), kendi düzenlerini (= dinlerini, sistemlerini) sürdürmek için doğal bilgiyi köreltmek veya yok etmek isterler. Ümmî, bunlara direnir, ve insanları, doğal bilgiye...

NAMAZIN MAKSADI

Niye namaz kılarız; namaz kılmanın gayesi ne; Allah bize namazı emretmekle neyi kastetmiş olabilir?!. Bu soruların ortak cevabı : Allah’ın rızasını kazanmak. (= Allah rızası için namaz kılarız; Allah’ın rızasına ermek namaz kılarız; Allah bize namazı Kendi rızası için emretmiştir.) Allah rızası (= Allah’ın rızasını kazanma), bize ötede cenneti garantileyecek de; bunun bu dünyada bize nasıl bir faydası olacak; bu rıza, bizim burada ne işimize yarayacak?!. Genelde tüm ibâdetler, özelde de namaz, herhangi bir dünyevî ve uhrevî fayda için yapılmaz (kılınmaz, edâ edilmez); sadece Allah rızası için kılınır, der Fıkıh. Kitâb, bize namazın dünyevî maksadını da verir. Namaz, kişiyi fahşâ ve münkerden (= tüm kötülüklerden) alıkoyar, uzak tutar. (29/45.), der. Kötülükten uzak duran biri, iyilik yapar; yoksa yaşayamaz, değil mi?!. Arapçada (= dinde) namazın adı, salât. Namaz kılana musallî, denir. Namaz kılma eylemi/fiili, sallâ-yusallî. Bu fiili Allah, Kendi ve melekleri için de kullanır. “Hüve-l...

İSLÂM'IN SERÜVENİ

Bu başlık, Amerikalı insaflı şarkiyatçı (oryantalist) Marshall G. S. Hodgson’a (1922-1968) ait. O, bu başlık altında İslâm tarihini 3 ciltlik bir eserle kaleme almıştır. İslâm 610’da doğdu, 632’de, 23 yılda “kemâl” buldu, erginleşti. Hodgson, İslâm'ın serüvenini beş döneme ayırır : 1. 485-692 : Doğuş ve Yayılış. 2. 692-945 : Yüksek Medeniyet. 3. 945-1258 : Erken orta dönem. 4. 1258-1503 : Geç orta dönem. 5. 1500-1789 : Modern dönem.  Sasanî devleti üzerinden ilk etkileşim; Bizans Hıristiyanları ile güçlü temas ve 944’deki Arap-Bizans Savaşı. 1258’de Bağdat’ın Moğollarca istilâ edilmesi. Osmanlılar üzerinden Batıya açılım, 1499-1503 Osmanlı-Venedik Savaşı. 1789 Fransız İhtilali ve bu ihtilalden özelde Osmanlı’nın, genelde İslâm dünyasının etkilenişi, İslâm’a milliyetçiliğin girişi, ... ve günümüz parçalı İslâm “devletleri” (= milletleri). İslâm, 625’ten sonra fetihlerle dışa açılmaya başladı. Fethedilen yerlerdeki hayat, İslâm’la değişirken, İslâm da buradaki hayatlardan etkilendi. ...

GAZÂLÎ (1058/1111)

Hüccet-ül İslâm. İmam. En bilinen eseri, İhyâ (= İhyâ-u Ulûm-ud Dîn) = Din/î İlimlerin İhyâsı. Felsefeye, Kelâma, Tasavvufa dair daha bir çok eseri var. Yaşadığı dönem, İslâm’a (= İslâm düşüncesine) bir çok sadmelerin (= darbelerin) vurulduğu “problemli” bir dönem. Yunan aklı (= Yeni Eflâtunculuk/Platonculuk ve Aristo üzerinden materyalizm), Hint mistisizmi (= Bâtınîlik), Mecûsîlik, Yahudi Kabalacılığı, Hıristiyanî ekoller, Fatımîlik ve İsmâîlik üzerinden Şiîlik, vb. akımlar, bir furya gibi saldırıdalar.  Gazâlî, 50 küsür (53) yıllık ömrünün 40’lı yaşlarına kadar Fıkıh, Kelâm, Hadis gibi ilimleri tahsil eder; Fıkıhta Şâfî, Kelâmda Eş’arî ekolünü benimser ve Bağdat’taki Nizamiye Medresesine (= Nizâm-ül Mülk Üniversitesine) rektör olur. “Zirvedeyken, bunalıma girer”, ve medreseyi terk eder. Mekke, Medine, Mısır, Şam başta olmak üzere tüm “ortadoğu” coğrafyasını gezer, ve Tus’a dönerek inzivaya çekilir. İhyâ, inziva dönemi eseridir. İslâm dünyasında tasavvuf, büyük ölçüde bu eserle; d...

ŞEYTAN, NASIL ŞEYTAN OLDU?!.

Şeytana, şeytanlığı kim öğretti?!. Şeytan, “âlim, bilgin” bir melekti; meleklere “hocalık” yapıyordu; belki de zamanının ordinaryüs profesörü idi. Allah, meleklerine : Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Melekler : Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi?!. Biz Seni yeterince tesbih edemiyor muyuz?!, dediler. Allah : Ben, sizin bilmediklerinizi bilirim, dedi.  Âdem (= insanoğlu) yaratıldı ve Allah, Âdem’e (= insanoğluna) tüm isimleri öğretti.  Melekler çağırıldı; onlara : haklıysanız, hadi sayın (= söyleyin) şunların isimlerini!, dendi. Melekler : Biz, Senin bize öğrettiğinden başka bişeyi bilemeyiz, dediler.  Âdem, o isimleri tek tek bildi. (= saydı.) Meleklere Âdem’e (= insanoğluna) secde edin!, denildi. İçlerinden biri diretti, secdeyi reddetti. (Bknz. 2/30-39.) Niye?!. Sen biliyorsan, ben de biliyorum. Senin bildiğin kadar, ben de (bişeyler) biliyorum; ve Senin secde emrini dinlemiyorum, dedi. Neden?!. Ondaki ilim, onu şımarttı. İlmi Öğreten’e = kend...

VE LESEVFE...

“ve lesevfe yu’tîke Rabbuke feterdâ.” = Rabbin Sana verecek, Sen de razı olacaksın. (93/5.) Le, kesin. Sevfe, (biraz) uzak gelecekte, hemen, şimdi değil. 92/21/Leyl’de de “ve lesevfe yerdâ = memnun kalacak.” denir. 93/5’deki, Rabbimizin bize verdiği bir sözdür; 92/21’deki ise bizim bir beklentimizdir. Rabbimiz söz vermese ve biz Rabbimizin o sözüne güvenmesek = inanmasak, böyle bir beklenti içinde olabilir miyiz?!. Rabbe inanma, sadece Rabbin Varlığına ve Bir’liğine inanma değil; Rabbin Sözüne de inanmadır; “SadakAllah’ul Azîm.” bu demektir. Ama biz, O bize verecekse!, peşin, bu dünyada hemen versin istiyoruz!.  “Onlar, çabuk olanı seviyorlar (istiyorlar); zor, çetin ve ağır olan günü öteliyor, erteliyorlar.” (76/27.) Niye böyle yapıyorlar?!. Büyük ihtimalle Rabbin Sözüne (sözle/sözde) inanıyorlar (= güveniyorlar), (gerçekte) güvenmiyorlar!. (= inanmıyorlar!.); bu yüzden, her şeyi dünyada istiyorlar. Hâlbuki, âhirette istenene, dünyada = burada yatırım yapılır.  “Kimileri, Ya ...

KARARSIZLIK ya da İKİLEM

Neyin, ne olduğunu veya neden-niçin olduğunu bilememe, bi karar verememe. Klasik-Yunan felsefesinde Platon “ruhçu”, Aristotales “maddeci” idi; bu ikilik, Batı ve İslâm felsefelerine de yansıdı. Farabî de İbn-i Sinâ da İbn-i Rüşd de Descartes da Kant da kartezyendi; neredeyse hepsi, ruh-beden, bilgi-inanç ayırımı yaptılar. Kant : “İnanca (= ahlâka) yer açmak için, bilgiyi askıya almak zorunda kaldım.” bile dedi. Bilgi askıya alınmadan inanca varılamıyorsa = akıldan kalbe bir yol yoksa; bu kalp, bu aklı niye besler?!. En çok kan tüketen organ beynimiz. “Allah, hiç kimsenin bedenine iki kalp yerleştirmedi...” (33/4) Kalp, ınkılab eder; (inkilab değil); akıl, seçer; seçim için de, iyinin-kötünün, doğrunun-yanlışın, güzelin-çirkinin (= ikiliğin!) BİLİNMESİ, ve KALBİN bunların birine İNANMASI, İRADENİN de bu TERCİHİ yapması gerekli. İnsan, akıl, kalp ve irade varlığıdır. İnsandaki bu üç yeti uyumlu çalışmazsa; akla kalp, kalbe akıl itiraz eder, hayır derse, irade de neyi seçeceğini bilemez v...

EŞHEDÜ...

Eşhedü : Ben şahidim, şahitlik ederim. Şâhit : Müşahede eden, tanık olan, gören. Müşahede : Gözlem, gözle görme, (gözle) tanık/şâhit olma.  Allah’tan başka bir ilâh olmadığını “gördük” mü de, eşhedü = şahidiz, diyoruz?!. “Görmemiz” gerekiyor!. Görmeden (?!) yaptığımız şahitlik, “yalancı”! şahitliktir. Görme (= şahitlik), sadece gözle olan bişey midir?!. Aklın gözü, kalbin gözü yok mudur?!. Aklın ve kalbin gözü açık olursa, kafadaki gözler de açık olur; ve her göz (her organ) akıl olur, kalp olur. Böyle olursa, bu organlara sahip olan insanın yaşadığı sürece, şehâdeti de diri/canlı ve güncel olur.  Bugün bizim şehâdetimiz diri mi, canlı mı, güncel mi; yoksa, ölü mü, tarihsel mi?!. Şehâdetin Kendisi = Şehâdet ettiğimiz VARLIK (= Allah), hep, her zaman, tüm zamanlarda diri = Hayy-ül Qayyûm; ve herkes, yaşadığı çağda, KENDİ HAYATIYLA (= yaşamıyla) buna tanıklık (= şahitlik) eder veya etmez. Herkes, şehâdetini yaşarken diri tutar = diriltir; eşhedü budur. Eşhedü'deki şahıs, müfret ...

ORMAN

Ormandaki ağaçları saymaya kalksak, sayamayız; değil mi?!. Ormanda “sayısız” ağaç vardır, ama sadece bir tek ağaç, “yasaklıdır. = hézihi şeçera”!. (2/35. 7/19.) Bu (yasak) ağacın da kökleri, gövdesi ve dalları var. Kökler, şirki; gövde, büyük günahları; dallar da küçük günahları “temsil” eder. Her şey (= her ağaç) serbest; sadece ağaç yasak!. İlahî otorite, ormandaki bütün ağaçları serbest bırakıyor; sadece o bir ağacı yasaklıyor. O ağaç da serbest olamaz mıydı?!. O da serbest olsaydı, İlahî otoritenin otoritesi nasıl test edilecekti?!. İnsanoğlu, sayısız helâl ağaç varken, inadına (= illâ) o yasak ağaca yaklaşıyor. Ve bunu yaparak, âdeta İlahî Otoriteye Seni “tanımıyorum”! diyor ve “çırılçıplak” kalıyor. (7/20.) “Utanınca”!, “Ya Rabbi nefsime zulmettim (= rabbenâ zalemnâ enfüsenâ) diyor (7/23.), özür diliyor (= tövbe ediyor); “utanmazsa”!, pişkin pişkin o ağaçtan yemeye devam ediyor. Koca ormanda bir tek ağaç bizi mahvediyor.

BİZE DE Mİ LOLO?!.

Hikaye olunur ki, adamın birinin, birine çok borcu varmış ancak ödemeye de hiç niyeti yokmuş. Uzun bir süre parasını tahsil edemeyen alacaklı, sonunda borçlu adamı mahkemeye vermiş. Duruşma günü yaklaştıkça borçlu adamın etekleri tutuşmuş. Zira borcu sabit olduğundan mahkemenin kendisini haksız bulma ve ceza verme ihtimali çok yüksekmiş. Ne yapayım diye kara kara düşünürken bir arkadaşına rastlamış. Hâlden anlayan arkadaşı ona : Derdin nedir?! diye sorunca; borçlu adam durumu özetlemiş. Arkadaşı demiş ki : Ben sana bir çözüm söylerim ama davadan yırtarsan 3 liranı alırım. Çaresiz durumdaki borçlu hemen kabul etmiş. Bunun üzerine arkadaşı demiş ki : Hakim sana ne derse desin, sen sadece : ‘lolo’ de, böylece hakim yakandan düşer. Duruşma günü gelmiş çatmış, hakim borçluya : Senin bu adama borcun olduğu doğru mu? diye sormuş. Borçlu hemen : ‘lolo’ demiş. Hakim : Ne diyorsun evladım? demiş.  Borçlu yine : ‘lolo’ demiş. Hakimin yarım saat boyunca sorduğu her soruya, ‘lolo’ diye cevap ve...

NİÇİN OKUYORUZ?!.

Önce, bu soruyu gündelik (genel) düzeyde ele alalım, sonra da “özelleştirelim”!. Okuma deyince, ilk elde aklımıza, okuma-yazma öğrenmeden meslek sahibi olmaya (= ilkokuldan üniversiteye) kadar gösterdiğimiz tüm çabalar gelir. Bu bağlamda niçin okuyoruz sorusunun cevabı da, büyük oranda iyi bir iş (meslek) sahibi olmak ve çok (= iyi) para kazanmaktır. Bu okuma, statü, makam-mevkî ve ün-unvan, nam da kazandırır. Birilerine veya belli bir düşünceye (ideolojiye veya cemaate) yakınsanız (= “dayınız”! varsa), devlette üst düzey bürokrat (= G. Müdür, Müsteşar); üniversitelerde Prof. Doç. Rektör, Dekan olabilirsiniz.  Benim kastım, böyle bir okuma değil, başka tür/lü bir okuma. Bu okumada da elbet bir niyet var. Niyet, hem nedendir (= sebeptir) hem sonuçtur (= amaçtır); yâni, neden okuduğumuzla, niçin okuduğumuz “aynı noktada” birleşir; bu, belli bir süre sonra neden-niçin yaratıldık (= var edildik) sorusu ile de aynılaşır. Kur’ân, bu soruya ilahî bir cevap vermek için indirilmiştir, ve Ku...

İLÂH

Aramicesi Elah. İbranicesi Eloah. Arapçası İlâh. Tek El-İlâh, Allah. Kadim dillerde, baştaki El ve sondaki He ortak. Muhtemelen, Arapçadaki ilâh, El ile He’nin (= Hüve’nin) birleşimi; ortadaki elif ise, El ile He’yi kaynaştırıyor.  Gerçekte Allah’tan başka ilâh yok; ama insanlar, Allah’a eş (ortak, şirk) koşmakta, ilâhları çoğaltmakta; onlara dişilik bile atfetmekte; ilâhe, dişi ilâh; élihe, ilâhlar, demek. İslâm, El-İlâh olan Allah dışındaki tüm ilâhları reddeden bir dindir. İslâm düşmanları İslâm’ı, ilâhları Bir’lemek = Bir’e indirmekle suçlarlar. “O, bunca ilâhı, bir tek ilâh mı yapmış?!. Kuşkusuz bu şaşılacak bir şeydir.” (38/5. Ayrıca Bknz. 2/163. 16/22. 18/110. 21/108.) İlâh, Sözü dinlenen, Emrine baş üstüne denen, tapılan, Emrine aykırı hareket edildiğinde yine Kendisinden af dilenen, Kendisine sığınılan, Kendisinden başka (büyük) bir gücün olmadığına inanılan VARLIK’tır. Böyle bir VARLIK, iki veya daha fazla olamaz; olursa, bu varlıklar kendi aralarında kavga ederler ve kâi...

KENDİ-LİK

Kendi ne demek?!. Kendini bilen, niye Rabbini bilir?!. “İlim, ilim bilmektir. İlim, kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsen, Ya nice okumaktır.” Yunus Emre. Kendi kelimesinin etimolojisi hakkında çok şey söylenmiştir ama bunların hiçbiri dişe dokunur değildir; acizâne ben bu kelimenin kökünün Arapça kün (= ol!) kelimesinin bozulmuş hâli olduğunu söyleyeceğim. “Ol = Kün! dedi, oldu. (= fe yekûn.)”; kün, ken; du da, di oldu. Arapçada kendi kelimesinin karşılığı nefstir. Bize miras kalan/bırakılan kültür, nefse biraz olumsuz (= kötü) anlam yükleyegelmiştir. Nefs, bütün kötülüklerin anası kabul edilmiştir. Pekiî, öyleyse bütün iyiliklerin anası nedir, kimdir?!. Nefis (nefs), insana verilmiş iyilik ve kötülük yapma potansiyeli olan güçtür. Bu güçle, ‘insanla, insan olmayan” (= müttaqi ile fâcir) belli olacaktır. “ve nefsin ve mâ sevvâhé; fe elhemehé fücûrehé ve taqvâhé.” (91/7-8.) “vezkür rabbeke fî nefsike... = Rabbini nefsinde yalvarıp-yakararak ve çekinerek, yüksek olmayan bir sesle, saba...

BULANMAK & BUNALMAK

Bulantı ve Bunalım İlki, için (= midenin) elvermemesi, kusmaya yönelmesi; ikinci, nefes almakta zorlanmak, daralmak; ma’nen (= manevî ve fikrî) sıkıntı çekmek. Kişide iki hâl de olabilir, yaşanabilir; yaşananlar, kişinin midesini bulandırabilir; bir çıkış veya kaçış yolu bulamazsa bunalıma sürüklenilebilir. Ne yapmak gerekir?!. Temiz hava almak, temiz bir yerde yaşamak gerekir. Her yer kirliyse!. Kusmak, kusarak rahatlamak gerekir. Ya kirli havaya (ortama) alışanlar?!. Onlar, kirli insanlardır; zehir alırlar, zehir verirler (= zehir solurlar)!. Sartre gibi bir ateist bile, varlığın ağırlığını iliklerine kadar hissetmiş; “varlık bana her yandan nüfuz ediyor, gözlerimden, burnumdan, ağzımdan...” demiştir. (Bulantı, s. 175.) O ve onun gibiler (= varoluşçular), temiz hava alacak bir yer bulamadılar, kirlenmemiş İslâm’la tanışamadılar.  Biz tanıştık mı?!. Dünyada yaşananlar midemizi bulandırmıyorsa, nefes almakta zorlanmıyorsak (= bunalmıyorsak, rahatsak), varlık (varoluş) kaygısı gibi ...

FÂTİHA

Başlangıç. Açılış. Fetih. Kur’ân’ı açan, özetleyen veya özünü veren sûre. Günde 40 kere, Ramazanda 60 kere okuduğumuz sûre. Ne der bu sûre; günde 40 kere okumamıza rağmen anlar mıyız biz bu sûrenin dediklerini?!. Fâtihasız namaz olmaz. Fâtiha anlaşılmazsa, namaz da anlaşılmaz. Ne der bize Fâtiha, ne deriz Fâtiha ile?!. Bu âlemi yaratan ve yöneten, ona Rablik eden biri var, adı Allah; Hamd O’nundur. = “El-Hamdü lillâhi Rabbil âlemin.” O Allah, Rahmân ve Rahîm'dir. = “Er-Rahmân-ir Rahîm.”  Rahmân ve Rahîm olmasa bu âlemde yaşam/hayat olmaz.  O, âlemde (= âfakta ve enfüste, her yerde) bir düzen kurmuş, kâinat (âlem) bu düzene göre işliyor. Bu düzenin (= dinin) Sahibi, Mâliki, Meliki (Kralı) O. = “Mâlik-i yevm-id dîn.” Bunları bize âlemlerin Rabbi Allah söylüyor, "Ben buyum"! diyor; biz de bunları ikrar ediyoruz = böyle bir ilâhın (= Allah’ın) varlığını kabul ediyoruz. Ve, Yalnız (sadece) Sana ibâdet (= kulluk) eder, tapar; yalnız (sadece) Senden yardım dileniriz. = “İyyaKe n...

İNNÂ LİLLÂH...

“innâ lillah’i ve innâ ileyHi râciûn.” (2/156.) Âyet, 153’ten itibaren okunursa, iman edenlerden söz edildiği görülür. Onların başına bir musîbet (kötülük değil; felâket, belâ, dert, sıkıntı, vb.) geldiğinde, “innâ lillah’i ve innâ ileyHi râciûn.” derler. Ne demek isterler?!. 1. Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz. 2. Biz Allah’a aidiz, yine O’na döneceğiz. 3. Biz Allah içiniz, dönüşümüz de O’na. = Biz Allah için varız, dönüşümüz de O’na olacak. 4. Biz Allah’ın kullarıyız, O’na döneceğiz.  Bu dört anlamın hangisi doğru?!. Li, harf-i ceri, için anlamı verir. Bu yemek, kimin için?’deki için gibi. İnsanlara tanıklık/şâhitlik yapmanız için (li-tekûnû) sizi “vasat” bir ümmet yaptık. (2/143.)’daki li = için gibi... İçin (= li), hem sebep/neden, hem de gaye/amaç bildirir. Bizi yoktan yaratan/var eden Allah, bizi öyle ya da böyle Kendine (= ileyHi) çekiyor!. (= ileyHi'deki Hi, Hüve/O; ilâ harf-i ceri Hüve’yi Hi, kesra yapmış.) Belki de Allah, Allah-u A’lem, kimimizi yine/yeniden yo...

ANLAYARAK OKUMAK

Anlamanın Arapçası, fehm, idrak. İngilizcesi, understand. Türkçede, bir metni ve o metnin içindeki bir cümleyi anlamak veya o cümleye vukûfiyet kesbetmek için, “üstünde durmak” tâbiri kullanılır. Arafat’taki vakfeye bir de buradan bakın. Arafat, arefe’den; vakfe, durma/k/’tan. Buradaki durma, beklemek veya vakit (zaman) geçirmek değil, “düşünmek”!. Düşünme olmadan anlama; anlama olmadan ma’rifet olmaz; en iyi ma’rifet Arafat’ta olur, Arafat, ara’da olmak, ara’daki, aradaki farkı bilmektir. (İlk ara, aranın kendisi; ikinci ara, iki şeyin arası.) Türkler (= Türkçede) bişeyi anlamak için, o şeyin üstünde durur; İngilizler (= İngilizcede) de altında = altını çizer. (Under, alt; stand, durmak; understand, altında durmak = altını çizmek.) Alt ve üst, dikey aradır; anlamak, yukarı doğru bakmak, tırmanmaktır; isimler (adlar, kelimeler) ile semâ (gök) aynı etimolojik kökten/kökendendir. Alt, dünyadır; üst, semâdır. Batı, alta (dünyaya) bakar; doğu ise, üste (göğe, öteye).  ... Kur’ân, gökte...

KAVGA

Düşük yoğunluklu kavgaya mücadele; yüksek yoğunluklu kavgaya muharebe denebilir. Mücadele, tartışma, didişme, çekişme; muharebe, savaşma, çatışma, çarpışmadır. 40 yıldır, Türklerle Kürtlerin örgütlü-ideolojik yapıları arasında yüksek yoğunluklu bir kavga sürüyor. Örgütlü yapıları arasında diyorum; çünkü bu iki etnisitenin ahâlisi arasında çook ciddî, yüksek yoğunluklu bir kavga yok, olmadı, olmaz da; yüksek yoğunluklu bu kavga, onları temsil eden milliyetçi (= ırkçı) elitler ve örgütlü güçler arasında. Yüksek yoğunluklu kavgaya savaş, demiştim. Şimdilerde bu, düşük yoğunluklu bir kavgaya dönüşmek üzere. Çünkü, içerideki ve dışarıdaki konjonktür (güçler) de, artık bu yüksek yoğunluklu kavganın bitmesini istiyorlar. Pekiî, 40 yıldır bu kadar kan neden döküldü, bu kadar can neden fedâ (= şehit) edildi?!. Bugün, bu sorunun cevabının verilmesi şöyle dursun, böyle bir sorunun sorulması bile tehlikeli ve yasak!. Susun! = konuşmayın!, deniyor; ben de, bu yüksek yoğunluklu kavga = savaş bitsin ...

SAHÛR (= سحور)

SHR (سحر) mastarının feûl bâbı/kalıbı. Kelime, sihr diye de okunur. Kitâb’ta 63 yerde geçer, 61’i sihir/sihr = büyü, sâhir = büyücü, müsehhir = büyülenmiş anlamındadır; Âl-i İmran, 17 ve Kamer, 34’de ise, seher vakti anlamında kullanılır. Biz seheri yumuşak he (ه)’li biliriz; oysa kelime, hâ (ح) ile yazılır. Yumuşak he’li seher (= سهر), sabaha kadar hiç uyumamak, geceyi uyanık geçirmektir. Sahur (= سحور) ise uyuyup da uyanmaktır. Uy-u-mak ve Uy-an-mak. Uy-ku-dan uy-anmak.  Uykusuzluk hastalığına yakalanmamışsak, hiç uy-u-mamak mümkün değil; buna can dayanmaz. Hep (= sürekli) uyanık olsaydık, dikkatimiz dağılır, motivasyonumuz kaybolurdu. Dinlenmek için uyumamız; ‘bazı şeylerin’! farkına varmamız için de uyanmamız gerekiyor. Sahur, uykudan uyanma ve fecri (= Güneşin doğmasını, günün ağarmasını) beklemedir; oruca hazırlık için yenen yemek (sahur yemeği = ekletü-s sahûr), ikincil anlamdadır. Sahurda yemek yemek şart değil, menduptur ama sahura kalkmak şarttır = sünnettir. ... Âl-i İmr...

KUR'ÂN VE RAMAZAN

Ramazan ayı, Kur’ân ayı. Kur’ân, Ramazan’da inmeye başladı; inişi 23 yılda tamamlandı. (M. 610-632) Kur’ân, 23 yıl boyunca sadece (her yıl) Ramazan aylarında inmedi, ‘bir Ramazan’da’ (610 yılı Ramazanında) inmeye başladı. Bu yüzden, Ramazan ayı, diğer aylardan daha “önde, öncelikli ve saygındır.”!. Bendeniz de herkes gibi bu ayda, sadece Kur’ân okumak, Kur’ân’la meşgul olmak isterim, ki Kur’ân, bana da inmeye başlasın!. Son bikaç senedir Ramazan hatimi yapmıyorum = Kur’an’ı baştan sona (= mukabele) okumuyorum. Efendimiz, Cebrail (a.s.) ile mukabele = karşılıklı Kur'ân okumuştu. Benim mukabilim (= karşımda bir öğretenim; yanlış okursam düzeltenim) yok. Bu yüzden, 5 gündür, Fussilet Sûresinin ilk 25 âyetini okumayı bitiremedim; 22 ve 23. âyetlerde takıldım-kaldım. Mukabilsiz (mukabelesiz) Kur’ân okumaları gerçekten zor. Karşınızda “Kur’ân bilen biri”! yoksa, bir âyet, hatta bir kelime sizin günlerinizi alabilir. Geçen seneki Ramazanı 40 âyet olan Kıyâme Sûresi ile geçirmiştim. Bu sen...