Kayıtlar

ZEİTGEİST

Zeitgeist, zamanın ruhu; zamana (= çağa) hükmeden düşünce ve duygu demek. Bugün zamanın ruhu ne?!. Tek kelimeyle haksız kazanç, sömürü. Ben zeitgeistten değil, zamandan söz etmeyi sürdüreceğim; zeitgeisti başka bir zamana erteliyorum.  Zaman, V/varlığın “ruhudur”!. Ünlü Alman filozofu Martin Heiddegger’in baş yapıtı Varlık ve Zaman’dır. (= Sein und Zeit). Burada Varlık Zaman’dan, ve/und bağlacı ile ayrılmış; Varlık, Zaman’ın önüne geçmiştir. Heiddegger, bir Varlık filozofudur. Ama bana göre varlığı, hele de Büyük Varlık’ı çok iyi/doğru anlayamamış ve bize iyi/doğru aktaramamıştır. (Küçük v ile yazdığım varlık, yaratılanlara; büyük V ile yazdığım Varlık, Yaratan’a karşılık olarak kullanılmıştır.) Antrparantez, yeri gelmişken söyleyeyim, aklınıza şöyle bir düşünce düşebilir : Senin titrin ne; etin ne budun ne de; (= sen kimsin de) koca Heiddegger’i eleştirebiliyorsun?!. Evet ben, bir felsefe prof.’u değilim ama “cüretkâr”! biriyim; siz bunu lütfen “küstahlık” olarak algılamayın. Niye...

ÖLENLERİ NE BEKLİYOR?!.

Bu soruyu şöyle de sorabilirim : Ölenleri nasıl bir hayat bekliyor; ölenler, “ölünce” ne yapıyorlar?!. Bir görüşe göre, ölüler, ölmüştür; onlar için “başka bir hayat” yoktur. Bunlar, âhirete (= ölüm sonrası hayata) inanmayanlardır. Başka bir görüşe göre :  Ölenler “iyi iseler” = ölmeden önce “iyi bir hayat yaşamışlarsa” : a) Mahşere kadar kabirlerinde “ölü olarak” beklerler. b) Daracık kabirleri onlara bir “cennet bahçesi” olur; mahşerde tekrar diriltilirler; kolay bir hesabın sonunda cennete girerler. Ölenler kötü iseler = ölmeden önce “kötü bir hayat yaşamışlarsa” : a) Mahşere kadar kabirlerinde “ölü olarak” beklerler. b) Daracık kabirleri onlara bir “cehennem çukuru” olur; mahşerde tekrar diriltilirler; zor bir hesabın sonunda cehenneme girerler. Bizler de öleceğimizi göre, bizleri de böyle bir hayat bekliyor olacak. a’lar ortak. Bu şık, dünyaya (milyonlarca yıl) önce gelenlerin fazla/dan ceza almasını ve fazladan ödülle = mükâfat ile karşılaşmasını, b şıkkındaki “adâlet...

KORKU

Korku : Bir tehlike karşısında duyulan duygudur. En büyük tehlike, ölümdür; ve ölüm, bütün korkulara kaynaklık eder. Hayat, tatlıdır; kimse ölmek ve tutsak yaşamak istemez. Hastalıktan ölmemek ve hapis yatmamak için, en iyi doktorları ve en iyi avukatları buluruz, onlara çuvallar dolusu paraları acımadan öderiz. İnsanlar için, hastalık da hapis de birer derttir, ama ölüm (ve sonrası) çook daha büyük bir derttir. Ölüm derdini, sadece ölüm sonrasına olan inanç tedavi edebilir. Bütün dünya bizim olsa, en iyi doktorları tutsak, yine de ölüme çare bulamayız. = Ölmemeye çare yok. Ölmemeye çare yoksa, bütün bu yaşananlar, bunca çalışma, bunca çaba niye?!. Her şey “boş”, değil mi?!. Ölüm sonrasına inananlar için değil; aksine onlar için bu ölümlü (kısa, geçici, sonlu) hayat, çoook değerli, çoook kıymetli. Onlar, bu ölümlü (kısa, geçici, sonlu) hayatlarını ÖLÜMSÜZ (= El-Hayy-ul Qayyûm) için harcarlarsa = ÖLÜMSÜZ’ün emirlerine göre yaşarlarsa, O ÖLÜMSÜZ de onlara ölümsüzlük suyundan (= âb-ı haya...

KİM GİBİ?!...

Kim gibi olmak, kim gibi yaşamak istiyoruz?!. Bu soruyu, çocuklar ve gençlere tahsis etmemiz daha uygun; yetişkinler, şimdilik devre dışı. Hoş, yetişkinlerin kâhir ekseriyeti de ‘kim gibi’? sorusuna cevap bulamadan göçüyorlar. Ailede “huzur” varsa, kız çocukları başta/başlangıçta anaları gibi; erkekler de babaları gibi olmak isterler; huzur yoksa, önlerinde bir “rol model” de yoktur. Gençlerin gençlik dönemlerinde, sanatçılar ve sporcular gençlerin “rol modelleridir.” Neden?!. Şaşalı (= lüks) bir hayat yaşadıkları, göz önünde (= meşhur/ünlü) oldukları için. Millî Eğitim (= eğitim sistemi) gençleri, vatana millete faydalı olsunlar diye eğitir (tâlim-terbiye verir) ama gençler, bu tâlim-terbiyeye pek itibar etmezler; kısa yoldan köşeyi dönmenin (= zengin olmanın) yollarını ararlar. Eğitim sistemi, bu gençlere somut bir rol model sunamamaktadır; değerler eğitimi denen şey, soyuttur ve içi boştur. Soyut olan (= değerler), somut olanla (= bizzat yaşananla, uygulananla) modellenemezse, havad...

FONETİK, ...

Fonetik : Ses bilgisi. Ses-Ma’na/Anlam uyumu. Bu uyumun en mükemmel şekli, Kur’ân-ı Kerîm’de. Rahmetli Seyyid Kutub, bu alanda çalışmıştı; rahmeti bol olsun. Onun Tebbet Sûresi tefsirinde söyledikleri = Ebî Leheb’i  yakacak olan kuru odunların “tıb-tıb” diziliş sesleri zihnimde canlanıyor. Harflerin ve o harflerin oluşturduğu kelimelerin fonetiği (= phonétiği, sesi), anlama da yansır; bu yansıma, anlamı hem çağrıştırır hem kolaylaştırır hem de güçlendirir/pekiştirir. Bu yüzden Kur’ân okunurken mahrece (ve tecvide) önem verilir; teğannî (= şarkı/türkü söyler gibi okuma) yerilir. ... Kulak, gözden ve akıldan (hiçbir organdan) ayrı çalışmaz; organizma bir bütündür. Öğrenmede, ne kadar çok organ (= meleke) devreye girerse, öğrenme o kadar kolay ve kalıcı olur. Modern pedagoji, “çoklu öğrenmeye” doğru evriliyor. Önce, işitsel (= sesli, kulak merkezli); sonra, görsel (= göz, görme merkezli); sonra hem işitsel hem görsel (= audiovisual, sesli film); sonra da kinestetik (= yaparak, dokunar...

SERBEST ZAMAN

Serbest zaman, boş zaman değil; boş zamanda bişey yapılmaz; zaman, boşuna harcanır. Serbest zamanda, zaman da yapılan iş de değerlidir. Zaman (= ömür = hayat), en değerli (= en kıymetli) hazinemizdir, ama biz onu, maalesef (kendimiz), kendi özgür irademizle kullanamıyoruz. = Bu değerli (= kıymetli) hazinemizi başkalarına satıyor veya kiraya veriyoruz; buna da çalışma (= mesâi/sa’y) ve para kazanma, diyoruz. Çalıştığımız (= para kazandığımız) sürede/sürece, zaman bizim değil; adına çalıştığımız ve para aldığımız kişilerin.  Sadece serbest zaman, bizim. Bu zamanda istediğimizi yapabiliriz. Bu zamanı, ya dinlenerek (= boş boş) ya da zevklenerek (= hoşlanarak = hoşlandığımız işleri yaparak) geçirebiliriz. Dinlenmeyi ‘iyi-kötü’ anlıyoruz da zevklenme/hoşlanma ne?!. Serbest zaman : Her ânı zevkli/zevkle, hoşça/hoşnutça geçen zamandır. Bu zaman, zevkli ve hoş bir mekâna da ihtiyaç duyar. Bu mekân da cennettir. Bu da, buradaki kısa zamanlarını (= ömürlerini) iyi değerlendirenler içindir. O...

DİN-LENME

Dinlenme : Yorgunluğu giderme. İstirâhat = Rahatlama. Bizi ne yorar?!. İş. = Çalışma. Yorulunca, iş (= çalışma) performansımız düşer, yeniden çalışabilmek (= iş yapabilmek) için dinlenerek güçlenmek isteriz. Dinlenmek, dağılan (yorulan) gücü tekrar toplamaktır. .. Tâtil, dinlenme midir?!. Tâtil, çalışmaya ara vermedir ama dinlenme değildir. Neden?!. Çünkü günümüzde tâtil, dinlenmeye değil, eğlenmeye dönüşmüştür. Eğlenirken de yoruluyoruz!. Çalışma = yorulma, fizikî ve fikrî = bedenî ve mentalse, dinlenme de fizikî ve fikrî = bedenî ve mental olmalıdır. Tâtil, atâlet = eylemsizlik, durgunluk, sâkinlik demektir. Öyle midir?!. Hafta sonlarında ve yıllık izinlerde (= tâtillerde) bizi rahat = kendi hâlimize bırakıyorlar mı?!. Artık, hayatımızın her ânını organize (ve kontrol) ediyorlar. Dinlenmemizi de. Neyle, nasıl dinleneceğimize de “birileri”! karar veriyor.  Spor, sanat, edebiyat, sinema, alış-veriş (AVM), gezi, vb. etkinlikler, artık birer dinlenme değil, eğlenme/eğlence ve para ka...

KARANLIK

Karanlık, ışığın yokluğu mu; yoksa ışığın bir engelle karşılaşması mı?!. Işık yoksa, her yer karanlıktır. Karanlık, gece gibi, ışığın önüne bir engelin konulması veya gelmesi/girmesi, ışığın “bişeyle” örtülmesidir. (= küfr.) Kâfir, “ışığı” (= hakikati); çiftçi, tohumu toprakla örtendir. ... Işığın Kendisinde (= Kaynağında, Özünde), karanlık olamaz; karanlık bişeyden ışık çıkmaz. Karanlık, ışığı gizlemek = örtmektir. Işığın Kendisini (= Kaynağını, Özünü, Zâtını) kimse örtemez; sadece O’ndan gelen ışığı = ışınları, O’na işaret eden âyetleri, nurları örtme teşebbüsünde bulunabilir, örtebilir veya inkâr edebilir. Hiç kimse Işığın Kendisini (= Zâtını, Kaynağını, Özünü) inkâr etmiyor, herkes ‘öyle ya da böyle’ bir Tanrı’ya (ilk varlığa veya maddeye)! inanıyor ama O’nu dinlemiyor, O’nun dinini/düzenini, yasalarını, hükümlerini tanımıyor. = O’na itaat etmiyor.  Örtme, inkâr etme veya yok sayma değil; yok sayılan bişey örtülmez, gizlenmez. İnkâr, Var Olan’ın Varlığını değil, söylediklerini ...

IŞIK = NÛR

“Allah, göklerin ve yerin Nûr’udur...” (24/35.) O’nun Işığı (= Nûr’u) olmasa, hiçbir şeyi göremeyiz ve bilemeyiz. Pekiî Işığı (= Nûr’u, Nûr’un Kendisini = Kaynağını, O’nu) bilebilir, görebilir miyiz?!. Aslâ. Buna dayanamayız. Yanarız. O Işık (= O Nûr), bize “karanlıktır”, ama O Nûr sayesinde O’nun “tecellîlerini” bilebiliyor, görebiliyoruz; bunlara, “âyet = işâret” diyoruz. Âyetler = işâretler, bu izler, bizi O’na (doğru) götürürler. Bu âyetler = işâretler, hem dış dünyada (= âfakta) hem iç dünyada (= enfüste) hem de Kitâb’ta = her yerdedirler. Akıl bize, O’nun âyetlerini = işâretlerini (= dış dünyadaki = âfakta) ve iç dünyadaki = enfüsteki) izlerini doğru takip etmemiz için verilmiştir. O Işığı = O Nûr’u takip edin!. O (ve melekleri), Nebî’yi (ve bizi), karanlıktan aydınlığa (= zulümâttan nûra) çıkarmak için salât etmektedir(ler). (Bknz. 33/56.) “... O, Nûr üstüne Nûr’dur; dilediğine Nûr’u ile hidâyet eder...” (24/35.) Kimler bunlar?!. Evlerinde O’nun İsmini sabah-akşam (= her zaman) ...

KENÛD veya KÜNÛD

Bu, vitrde okuduğumuz kunûd (= قنوت) değil. Bir de, tı (ط) ile yazılan kunûd (= قنوط) var. Bu kenûd, kef (ك) ve dal (د) ile (= كنود) ve Âdiyat Sûresi 6. âyet başında te’kid lâmı alarak (لكنود) yazılıyor ve sadece burada geçiyor.  Müfredat (2. c.; s. 320-321.) dâhil, elimdeki sözlüklere baktım bu kelimenin başka bir anlamına rastlayamadım; bütün sözlükler ve mealler bu kelimeye nankör anlamını veriyorlar. Nankör, Farsça; gördüğü iyiliği unutan, eli ekmek tutmayan, demek. (Nan, ekmek; kör, kör; ekmeği verene kör.) Sûrenin başında (ilk beş âyette) beş yemin var; sonra : “inne-l insâne li-rabbihî lekenûd” = İnsan rabbine karşı nankördür.” deniyor. İki le’yi (li-rabbihî ve le-kenûd’deki li ve le) de tam anlayamadım; ilkine, karşı; ikincisine, te’kid (= güçlendirme) anlamı veriliyor; ama ben burada kenûd kelimesi ile ilgileneceğim. Elbette nankör, bu kelimenin doğru bir karşılığı, ama bana göre “eksik”!. Nankörün Arapça karşılığı : NKR’dan nâkir (ناكر) ve KFR’dan kâfir (كافر). Kâfir-i bi...

MEKKE-MEDÎNE

Mekke, Allah’ın Evi Kâbe’nin bulunduğu kıble, aynı zamanda burası, “sembolik olarak” tüm dünyayı = Allah’ın mülkünü temsil eden bir mekân; Medine ise, insanî medeniyetin, ve başta Efendimizin, sonra da tek tek hepimizin mekânını temsil eden bir yer.  Allah’ın Evinde “huzur” yoksa, hiçbir yerde huzur yoktur. Her Medine (= her şehir), yüzünü Mekke’ye (= Mekke şehrine) döner. Bu dönüş, hem yönü (= kıbleyi) hem hedefi (= gayeyi) gösterir. Gaye, her Mekke’yi maddî-manevî putlardan temizlemek, her Medine’yi Mekke gibi kılmaktır. Mekke, putlarla dolu ise, Mekke’de yaşayanlar putlara itaate (= tapmaya) zorlanıyorsa, Mekke’cilik (= vatancılık) yapma uğruna her ne olursa olsun, Mekke benim aslî vatanımdır denilerek, ben onu her şartta savunurum, vatanımı terk etmem/edemem, denilemez; o vatan (= Mekke) “belli bir süreliğine” terk edilir = hicret edilir; bu terk, hem putları (= puta tapan zâlim müşrikleri) terktir hem de o vatanı (= Mekke’yi) fethetmek için bir hazırlıktır. Bile bile veya gönü...

HİCRET. HİCRÎ YILBAŞI

Bugün hicrî yılbaşı. Hicretin, 1447. yıldönümü. Hicret iyi anlaşılmazsa, bir “rövanş” olarak kutlanılmaya başlanır; nitekim öyle bir trende girilmiş gibi gözüküyor. Hicret, insanca yaşamın mümkün olmadığı bir yeri (= Mekke’yi) terk ederek, yaşanabilir bir yere (= Medine’ye) göç (= hicret) etmedir. Sadece tarihsel bir okuma ile hicret anlaşılamaz. Doğru okuma, tarihsel okumayı, güncel okumaya dönüştürmekle mümkün olur. Bu da, bugünün Mekke’sini ve Medine’sini bilmekten geçer. Bugün, içinde yaşadığımız şehirler, o günün Mekke’si mi Medine’si mi?!. Mekke’de yaşayanların bir Medine arayışı var mı?!. Medine’de yaşayanların Mekke’leri fethetme gibi bir düşünceleri ve dertleri var mı?!... Aksi hâlde, hicret bugüne taşınıp anlaşılamaz; sadece “içi boş hamasî bir rövanşa ve boş bir tebrik ve eğlence mesajına” dönüşür. Not : İçimizdeki kötülüklerden iyiliklere hicret edemezsek, dışarıda bi yerlere hicret etsek bile, o yerde yine rahat yüzü göremeyiz. Hicret, kötülerden ve kötülüklerden nefret; i...

KIYAS

Kıyas : Bi şeyi başka bi şey ile karşılaştırma, mukayese etme; iyiyi iyi ile, kötüyü kötü ile. Kötü, iyi ile; iyi, kötü ile karşılaştırılamaz. Doğru bir karşılaştırmada, uyum ve benzerlik (= adâlet, denklik ve eşitlik) olur; göze, göz; dişe, diş; gibi. Misilleme (= karşılık verme) de böyledir; misilleme de kıyas gibidir. Kıyas, bir mantık terimidir. Mantık, bütün bilimlerin (= akıl yürütmelerin, muhakemelerin) esasıdır, temelidir. Bilinenden bilinmeyene kıyas yapılarak varılır. Biçok kıyas çeşidi var. Tümdengelimde kıyasın büyük öncülünden küçük öncülüne; tümevarımda kıyasın küçük öncülünden büyük öncülüne varılır; orta terimler buna göre kurulur. ... İran ve İsrail-ABD savaşında kıyasın ve misillemenin “ilginç örneklerine” rastladık. Taraflar, “şerefli bir çıkışla/sonuçla = ateşkesle” (= kıyasla)! bu savaşa son verdiler. Savaşı İsrail'in başlattığını biliyoruz; İran da misilleme yaptı. Ölümler ve maddi kayıplar “doğru”! (= eşit = denk) bir şekilde kıyaslandı. İki taraf da eşit = d...

CAHİLLİĞİMİ İTİRAF EDİYORUM.

Geçen Cuma (20 Haziran günü) hastaneydim. Bahçede otururken, ayakkabı boyacısı ile etrafı temizleyen görevlinin konuşmasına şahit oldum. İran-İsrail Savaşını konuşuyorlardı. Temizlik görevlisi, ayakkabı boyacısına : “Bırak abi, danışıklı dövüş.” dedi.  Onca eğitimime ve okumalarıma rağmen, belki de ilkokul mezunu olan temizlik görevlisi kadar “feraset sahibi” olmadığımı ve ondan daha cahil olduğumu itiraf ediyorum.  Kim kazandı, kim kaybetti?!. Ekonomik olarak silâh şirketleri; psikolojik olarak ABD; siyasal olarak İsrail. Kaybeden, İran. İran’ın “tehdit”! olarak görülen gücü zayıflatıldı. İsrail, Ortadoğu’daki düşmanlarını tek tek zayıflatıyor. Önce Hizbullah, sonra İran, sıra Türkiye’de... İsrail’e “arz-ı mev’ûd” için alanlar açılıyor. “Oyun”! bitmedi; sadece ateşkes ilân edildi. Güçlüler daha güçlü, zayıflar daha zayıf hâle geldi. Bunun vebalini İran’ı yalnız bırakanlar da ödeyecek. Ne oldu?!. Belirleyici olan ne ideoloji, ne de din; sadece ekonomi. Din ile ideolojiye “fiki...

SATRANÇ

Satranç, “siyah-beyaz zeminde” 32 “taşla” oynanan  bir “zeka” oyunu.  Siyah-beyaz zemini, kendimize ve dünyaya; 32 taşı da içimizdeki ve dışımızdaki güçlere (= duygu-düşünce ve ülkelere) transfer edebilirsiniz. Dış dünya, içimizdeki iyi-kötü duygu ve düşüncelerin (= taqvâ ve fücûrun) organize olmuş şeklidir. Bilelim ki bu “oyun”, dünya kurulduğundan beri oynanıyor; kıyamete kadar da oynanacak. Bu oyunun içimizdeki kısmı, “gizli” (= görünmüyor); dışımızdaki kısmı, “alenî” (= âşikâr). Bazen bu oyun, mola veriliyormuş = artık oynanmıyormuş gibi görünse de, oyun aslâ durmuyor; sadece kimi zaman şiddetleniyor, kimi zaman da sakinleşiyor. (Bu oyunda, karşılıklı 8 piyon, 2 at, 2 fil, 2 kale, 1 vezir, 1 şah var.) Bu oyun, görünürde çoğu zaman piyonlarla oynanan bir oyun; şahlar, kalelerini tahkim etmek için çoğu zaman piyonlar/ını, ara ara da atlarını ve fillerini kurban ediyorlar; zorda kalınırsa da vezir devreye alınıyor. bütün “taşlar” şahları korumak için var. Şah, mat olursa, oyu...

SAVAŞ ve TEKNOLOJİ

Savaş teknolojisi. Eskiden savaşlar, kılıç, kalkan, oklar ve atlarla yapılırdı. Şimdi, uçaklar, füzeler, tanklar, ihalar ve sihalarla (= insansız hava araçları ile) yapılıyor. Teknoloji gelişti; artık savaşlarda neredeyse insan kullanılmıyor ama insanlar ölüyor = öldürülüyor. Bu savaşlarda kitlesel bir şekilde ölen = öldürülen insanlar, savaşanlar değil, masumlar. Teknoloji, tüm hayatımızı değiştirip dönüştürdüğü gibi savaş hukukunu (= ahlâkını) da değiştirip dönüştürdü. Teknolojik kolaylık, teknolojik zorluğu da beraberinde getirdi. Savaşlardan, artık sadece savaşan taraflar değil herkes, ekonomik ve psikolojik olarak etkileniyor, zarar görüyor. Umarım, bu durum, şu soruları sormamıza neden olur : Bu (kadar ileri) teknoloji bizim için (de) gerekli mi; bu teknoloji daha çok, kimin işine yarıyor; bizim de onlar gibi böyle bir teknolojik rekâbete (= yarışa) girmemiz, bu teknolojiye sahip olmamız doğru mu; bu işin sonu nereye varır; farzı muhal, bu yarışta onları geçtiğimizi anlarlarsa, 1...

FETİH = FETH = فتح

Fetih : Açma. Açılma. Güç kullanarak bir yeri, bişeyi ele geçirme. “Kapalı ve sıkışmış” bişey (= bi yer) açılır = fethedilir. Fizikî güç kullanarak bişeyi (= bi yeri) açmak ile iknâ ile bi kalbi (= bi gönlü, bi ülkeyi) açmak = fethetmek arasında fark vardır. İknâ ile açılmayan (= fethedilmeyen) kalpler (= gönüller, ülkeler), fethedilmiş sayılmazlar; oralar işgal (= gasp) edilmiştir. Amerika’nın elinde güç var; ve bu gücünü, kuş uçuşu 10.000 km uzaktan çok rahat bir şekilde (= hiçbir engelle karşılaşmadan) kullanılıyor; ülkeleri vuruyor, işgal ediyor ama o ülkelerdeki gönülleri (= kalpleri) aslâ fethedemiyor. Gönüller (= kalpler) fethedilmeden, ülkeler fethedilemez.  Mekke’nin fethinde güç vardır ama o güç, fetih esnâsında kullanılmamıştır. “izâ câe nasrullahi vel feth; ve raeyte-nnâse yedhulûne fî dînillahi efvâcâ; fesebbih bihamdi Rabbike vesteğfirHu, inneHû kâne tevvâbâ.” (110/1-3.) Feth, Allah’ın yardımı (= nasrullahi) olmadan olmaz. Allah’ın yardımı da, önce fâtihlerin kalbine ...

SÛRET, SÎRET ve SÜNNET

Bizler, “neredeyse” sîret ve sünnet kelimelerini birbirlerinin yerine, müteradifmiş gibi kullanıyoruz. Sûret, şekil; sîret, hayat; sünnet, gidişat (= yol, metod, tarz) demek. Sîret-i Nebî veya Siyer-i Nebî, Nebî’nin hayatı; Sünnet-i Nebî, Nebî’nin hayat tarzı = yaşamı.  Her hayatın bir (görünür) sûreti (= şekli); bir sîreti (ruhu) var. Sünnet (üzere) olan hayatlar, Nebî’nin hayat tarzını, yaşam biçimini, O 'hayatın ruhunu' kendisine örnek (= rol model) alan hayatlardır. Nebî’nin hayatı, herkes için “en güzel örnektir; O, üsve-i hasenedir”; çünkü O, Allah’ın Rasûlüdür. Pekiî, bizler Onun döneminde ve Onun yaşadığı şartlarda yaşamıyoruz; hâl böyleyken Onun örnekliğini nasıl “taklit” edeceğiz, ve kendi “sîretimizi ve sünnetimizi”! Onun Sîretine ve Sünnetine nasıl uyduracağız?!. Onun sûretinden değil, sîretinden dersler çıkararak; Onun Sünnetindeki “ilkelere” uyarak. Onun sûreti, Onun yaşadığı şartlarla şekillendi, ama sîreti ve sünneti, milâdî 610 ilâ 632 yılları arasında Kur’ân’...

VUKÛFİYET

Olup-bitenleri anlama. Kelimenin kökü, vakf. Vakfe, durma; arafe, “bilme, anlama” (= tanıma); anlama için durma, düşünme, Arafat’ta vakfe yapma. Buradaki Arafat (= Arefe), Mekke’deki bir bölge (= dağ-tepe) değil, içimizdeki “bilge”!. Bize öyle telaşlı bir hayat sunuyorlar ki, bu telaşın (= yoğun meşguliyetin) içinde olup-bitenleri anlayamıyoruz. Durup düşünmemiz (= Arafat’ta vakfe yapmamız), sonra da şeytanın (= şeytanî güçlerin) elinden kalbimizi = vicdanımızı kurtararak “Kâbe’yi” tavaf etmemiz = korumamız gerekiyor. Bilelim ki Kâbe de kuşatılmış durumda!. ... “Modern Müslüman”!. Küresel güçlerin işine gelen yalanlar, medyanın propaganda gücü kullanılarak kültür-sanat ve edebiyatla öyle bir kamuflaja ve ambalaja tâbi tutuluyor ki, biz bunları gerçek ve cazip buluyor ve çok kolay satın alabiliyoruz. Bilmiyoruz ki bunlar, bizi biz yapan, bize kişilik ve kimlik veren şeyler. Böyle bir kişilik ve kimlikle “doğru ve samimî bir Müslüman” olmamız ve şeytanî güçlere karşı koymamız aslâ mümkün...

SON YÜZYILDA DÜNYA

Bu yüzyıllık okuma, neredeyse Türkiye Cumhuriyeti ile de yaşıttır. Önce, kısa kısa ana başlıklar : • I. Dünya Savaşı (1914-1918.) • Çanakkale Savaşı. (18 Mart 1915-9 Ocak 1916.) • Skyes-Picot Anlaşması. (16 Mayıs 1916.) : Osmanlı topraklarının parçalanması anlaşması. • Balfour Deklarasyonu. (2 Kasım 1917.) İngiltere’nin Filistin’de İsrail’e toprak vermesi. • Rus Devrimi. (25 Ekim 1917.) • Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu. (29 Ekim 1923.) • Dünya Ekonomik Krizi. (1929.) • II. Dünya Savaşı. (1 Eylül 1939-14 Ağustos 1945.) • Birleşmiş Milletlerin Kuruluşu. (24 Ekim 1945.) • İsrail’in Kuruluşu. (14 Mayıs 1948.) • İran Devrimi. (16 Ocak 1979.) • Berlin Duvarının Yıkılışı. (1989.) • Afgan Savaşı. (1979-1989.) • İran-Irak Savaşı. (1980-1988.) • Körfez Savaşı. (1990-1991.) • 11 Eylül Saldırıları. (11 Eylül 2001.) • Suriye İç Savaşı. (2011- 2024.) • Gazze Savaşı. (7 Ekim 2023. Devam ediyor. ) • İran-İsrail Savaşı. (13 Haziran 2025. Devam ediyor.) Sonra genel ...

ELLİ ARTI BİR = 50+1.

Demokrasilerde 50+1 oyu alan parti iktidar olur. Oy veren milletin yarısından bir (1) fazlası oyunu bir partiye tevcih etmişse; o millet, o partiye ülkeyi yönetme hakkını da vermiştir; geride kalan 49, 50+1’in tercihine uymak zorundadır. Neticede (= son tahlilde) iktidarın “esas belirleyicisi”, iki (2) kişidir; geri kalan 98 kişinin oyu, o kadar da “değerli”! değildir; ama, başlangıçta 100 kişinin (= herkesin) oyu eşittir. Bu iki kişi, 49’luk kesime geçerse, iktidar değişir. Meseleye böyle bakarsak, demokrasilerin iktidarı bıçak sırtı bir iktidardır. Esas konum bu değil, bana sorulan şu soru : Yazmayı neden bıraktın?!. Yazmayı bırakma kararım da, 50+1 gibi bıçak sırtı bir karar. Bu karar için, bir-iki gerekçe de sunayım. Eğitim düzeylerini bildiğim muhataplarım bile yazılarıma zerre katkı sunmadılar; ki bunlar : imamlar, öğretmenler, bürokratlar ve üniversite hocaları. Yaklaşık beş (5) yıldır, günde 3-4 yazı yazdım (toplamda 2765 yazı); bu yazılara hiç itiraz gelmedi desem yanlış bi şe...

NORMALLEŞME

Neye göre normal, bu normali (= normu) kim belirliyor?!. Hâkim dünya düzeninin patronları.  İran-İsrail savaşının bitmesi, normale dönülmesi (= normalleşme) olarak dillendiriliyor. Bunun için İran’daki “molla rejiminin”, batı tipi bir rejime dönüştürülmesi hedefleniyor. İran’daki “molla rejimi”, İranlılar için de benim için de “normal” bir rejim değil. Gerekçem de şu : Molla rejimi, mezhepçi renkleri baskın bir rejim; ama, kurulmak istenen rejim de bu rejimden daha iyi bir rejim olmayacak.  İşin bir başka boyutu da şu : İsrail’deki rejimin normal olup-olmadığını sorgulamamak. İşin “ilginç” yanı, hâkim dünya düzeninin patronları, İsrail’deki rejimi “normal” görüyor ve destekliyor. Hâkim dünya düzeni “normal” olsa ve insanlığa umut va’detse, “normalleşmeyi” anlarım. Onların “normalleşme” dedikleri, zâlim ve adâletsiz dünya düzenine entegrasyon = uyum. Normali (= normları), kimseden çıkarı olmayan ve herkesin çıkarını âdil bir şekilde koruyan âlemlerin Rabbi Allah belirlemediği s...

SINAV

Geçen hafta LGS sınavı vardı; bu hafta da YKS sınavı var. Sadece çocuklarımız mı giriyor sınavlara?!. Hayır. Hepimiz sınavdayız. Her sınavın çok basit, orta düzeyli ve çok zor soruları olur; bizim sınavımızın da öyle. Biliyoruz ki zor soruların “puan değeri”, diğer sorulardan yüksektir;  “iyiyi”! belirleyen sorular, bu sorulardır. Hayat sınavının soruları, hayatın her alanına ve her ânına yayılmıştır. Cebimizdeki paranın varlığından (çokluğundan) ve yokluğundan (azlığından) tutun da tüm insanî ilişkilerimize kadar her şey ve her olay, bizim için bir imtihan sorusudur. Zor sorular ise, zor zamanlarda (= zor durumlarda) sorulur. Dediğim gibi, bu soruları herkes cevaplayamaz; ya yanlış cevaplar ya da es (= boş) geçer. Zor sorunun (soruların) sorulduğu bir zamanda ve durumdayız. Rabbim herkese, sınav şuuru ve kolaylığı nasip etsin. Denenmeden elenme ve Rabbin Katında “torpil” olmaz.

MAFYA DÜZENİ

Mafya, ‘işleyen adâletin’ zayıflaması sonucunda, çıkara (= menfaate) dayalı olarak zorbaların (= zâlimlerin) kurduğu düzen. Elbet, bu mafya düzeninin de bir hukuku var. = Mafya hukuku. Hukuk, hakların belirlendiği veya düzenlendiği nizam. Mafya düzeninde hakları, tek taraflı olarak mafya üyelerinin kişisel çıkarları (= menfaatleri) ve güç/leri belirler, düzenler. Dünya, tam bir mafya düzeni ile yönetiliyor. Bu mafyanın üyeleri, uluslararası hukuku hiçbir şekilde tanımıyor ve tüm dünyada kendi hukukunu uyguluyor. Mafya hukukuna maruz kalanlar da, çaresiz bir şekilde kendini savunmaya çalışıyor. ... Bizim “normal bildiğimiz hukuk” da “mafyatik bir hukuk” olabilir. Güçlülerin lehine, güçsüzlerin aleyhine çalışan her hukuk, mafyatik bir hukuktur. Bu yüzden hakları, Hakk belirlemelidir; çünkü Hakk’ın taraf tutması aslâ mümkün değildir.  Hakk’ın belirlediği hukuku (= dini, düzeni) tanımayan herkes, mağdurdur. Mağdur : Gadre (= haksızlığa) uğramış, hakkı yenmiş, zarar görmüş kişidir. İnsa...

YAŞAMA/K NEDİR, NE İÇİNDİR?!.

Bu yaşamın sonu ölümse; yaşam, nihayetin de ölüm (mü)dür(?!.) ama ölüm sonrası hayata inananlar için ölüm, ölüm sonrası hayatın başlangıcıdır. Ölüm sonrası hayata, burada (= bu hayatta) hazırlanılır. Kitâb, ölüm sonrası hayatın, asıl (= esas) hayat olduğunu söyler. "Ne var ki siz (= biz), dünya hayatını tercih ediyorsunuz." (= ediyoruz.) بَلْ تُؤْثِرُونَ الْحَيٰوةَ الدُّنْيَاۘ (87/16.) Oysa, öteki hayata burada hazırlanmayanlar için, orada ölüm de yok, yaşam da yok. (Bknz. 87/13.) Onlar : “Ah keşke hayattayken (= dünyadayken), âhiret hayatım için hazırlık yapmış olsaydım.” يَقُولُ يَا لَيْتَن۪ي قَدَّمْتُ لِحَيَات۪يۚ (89/24.) diyecekler.  Burada ölümü biz takdir etmiyoruz. Nerede, ne zaman ve nasıl öleceğimizi bilmiyoruz; ama, “güzel bir ölüm” için, gayret etmemiz (= çalışmamız) gerektiğini biliyoruz. Çünkü “güzel ölüm”, öteki hayat için iyi bir başlangıçtır. Burada ölmemek = ölümden kaçmak mümkün değil; öyle ya da böyle, er ya da geç ölüm, hepimizin başına gelecek, hepimiz öl...

YAŞAMAK MI, ÖLMEK Mİ?!.

Yaşamak, düne göre her geçen gün daha çekilmez (= dayanılmaz, zor) hâle geliyor; yarın, çok daha zor olacağa benziyor. Bu çekilmezlik hem maddî hem ma’nevî;  ma’nevi boyut maddî boyuttan daha ağır. Maddî boyutu aslâ küçümsemiyorum. 8.5 milyar insanın yarısından fazlasını açlığa ve yoksulluğa (= köleliğe) mahkûm eden bu kapitalist sistem, tahakkümünü sürdürmek için bu insanlara çektirdiği açlık ve yoksullukla yetinmiyor, aynı zamanda onları “aşağılıyor”!. “Ne oluyoruz?!.” diyenlerin (= sistemi sorgulayanların), “bizim payımızı da artır.” diyenlerin ve bu kapitalist sistemi değiştirmek, daha âdil bir sistem (= düzen = din) kurmak isteyenlerin “sesini soluğunu kesmek ve  kölelik düzenini pekiştirmek” istiyor.  Bu düzene bugün “dur”! denemezse (= bu düzen böyle giderse), yarınki günler (= gelecek nesiller için) çook daha zor ve ağır olacak. Bu şartlar altında yaşamak mı daha şerefli, ölmek mi?!. Benciller için yaşamak; diğerkâmlar (= fedakârlar) için ölmek. Takdir edersiniz k...

YÜZLERİ KIZARMASI GEREKENLER

Kimler bunlar?!. 1. Yıllardır, İran-İsrail düşmanlığı “bir tiyatrodur”, diyenler. Bunlar kimler?!. “Mezhepçiler ve İran düşmanları.” 2. Bugün İran’ı (ve Gazze’yi) yalnız bırakanlar. Bunlar kimler?!. Bizler. = Hepimiz. İlâhî takdir, Gazze’li mazlumların sesini duydu; İsrail’e İran’ı vurdurdu. Yoksa, ne İran ne de başka bir (İslâm) ülke/si İsrail’e ders vermeye cesaret edemiyordu. Fırsat bu fırsatken, ‘bencillik yapmanın ve diplomatik yollar aramanın’ (= masa kurmanın) bi ma’nası yok; 50-60 yıldır İsrail, hangi diplomasiyi ve uluslararası hukuku tanımış ki?!. Söylemlerimizle çelişmeyelim ve milleti kandırmayalım, ve en azından kardeş ülke Pakistan’ın gösterdiği cesareti gösterelim. İran’ı kayıtsız-şartsız destekleyelim ve Ortadoğu’daki bu çıbanın başını bir ân önce ezelim ki, mazlumlar rahat bir nefes alsın!.

BAKARA SON ÂYET

286. âyet. Bir önceki 285. âyetle birlikte her gün ikindi ve yatsı namazlarından sonra okuduğumuz “âmenerrasûlü”!. Ne diyor bize bu âyet?!. “Allah, hiç kimseye gücünün yeteceğinden fazla yük yüklemez. Herkesin yaptığı iyilik lehine, kötülük de aleyhinedir. Rabbimiz, unutur veya yanlış yaparsak, bizi sorumlu tutma. Rabbimiz!, bize daha öncekilere yüklediğin gibi zor şeyler yükleme. Rabbimiz!, bize gücümüzün üzerinde bir sorumluluk (= yük) yükleme. Bizi affet, bizi bağışla, bize merhamet et. Sen, bizim Mevlâ’mızsın. Kâfirlere karşı bize yardım et.” ... Bizim gücümüz zayıf. Biz mazlumlara yardım edemiyoruz; güç verdiklerimiz de sessiz ve çaresiz. İyilik (= mazlumlara yardım, lehimize bişey) yapamıyoruz; her şey aleyhimize işliyor.  Unutmadık, yanlış yaptığımızı da biliyoruz; bu durumda da bizi sorumlu tutacak mısın?!. Öncekilere yüklediğin yükü, öncekiler, “iyi-kötü”! taşıyabildiler; biz bu yükü taşıyamıyoruz; sadece, bize böyle zor yükler yükleme diyerek Sana yalvarıyoruz!. Bu durumd...

DEĞER

Değerin felsefede ve etikte bir çok tarifi yapılmıştır; ben bu tariflere çok fazla itibar etmem; bence değer, beni değerli kılan şeydir.  Hiç kuşku yok, en değerli olan, âlemlerin Rabbi Allah’tır, ama O’na “ulaşmak” o kadar kolay bir iş değildir; bu yüzden O’na bizi götürecek “alt değerler/in” (izlerini) takip etmek zorundayız.  ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’, en üst değer; ‘Muhammed-ur Rasûlüllah’, bizi O’na ulaştıran “alt değerdir.”!. Hz. Muhammed (a.s.) olmadan (= Onun izinden yürümeden) O’na (= En üst değer olan Allah’a) ulaşamayız.  Bi çook insan, “başkalarının izinden” yürüyünce en üst değere ulaşacağını sanır; oysa onların hiçbiri “seçilmiş” (= mustafâ) değildir. Haâ, Hz. Muhammed (a.s.)’ın izinden yürüdüğünü söyleyenler var; onların izini takip etmek de bi yol, ama bizzat Onun yürüdüğü yol varken, “başkalarının yolundan = izinden” yürümek, bizi aldatabilir, yanıltabilir. Hz. Muhammed (a.s.)’ın yürüdüğü yol, bıraktığı izler Kitâb’la (= Kur’ân ile) ve mütevatir sünnetle (=...

İZ BIRAKMAK

İz nedir?!. İşarettir, âyettir. Hayat, bir yolsa (= yolculuksa), herkes, bu hayat yolculuğu sırasında yolda iz (= işaret, âyet) bırakarak yürür. Bu izler (= işaretler, âyetler), tek tek (amel defterlerimize) kaydediliyor. Bu hayat yolculuğunun en doğru (= en sahih) izleri (= işaretleri, âyetleri), Efendimizin hayatı ile belirlenmiştir; bu izler (= işaretler, âyetler), Kur’ân-ı Kerim ile kayıt altına alınmıştır.  Kur’ân-ı Kerim, Efendimizin hayatının izleri = işaretleri, âyetleridir. Bizler, bu izleri = işaretleri, âyetleri takip ederek doğru yolu (= sırât-ı müsteqîmi) bulabiliriz. Böyle bakarsak, Kitâb ile Sünneti (= Efendimizin hayatını) birbirinden ayıramayız. ‘Sünneti inkâr eden Kur’ancılar’ (= Kur’aniyyun akımı), bu izleri birbirine bağlamakta (= akletmekte) = Kur’ân’ın hayatla irtibatını kurmakta zorlanırlar.  Sünneti inkârda ısrar, bu izleri silme (= köreltme) çabasından başka bi şey değildir. Sünnet (= Sünen), yürünen yol ve yasa demektir. Her yol (= her iz, her sünnet)...

YORGUNLUK

Yorgunluk, belli bir işe verilen belli bir gücün (= emeğin) sonucunda vücutta bu gücün azaldığını; psikolojik bünyede de bir ağırlığın (= çöküntünün) varlığını hissetme; tersi, zindelik, dinginlik, dinçlik.  Bana, ‘bunca (2755 adet) yazıyı boşa/boşuna yazıyorsun, kendini boşa/boşuna yoruyorsun’ deniyor. Evet, yazı yazmak da bir güç (= emek ve zaman) istiyor, elbet yoruluyorum; ama boşa/boşuna yorulduğumu hiç mi hiç düşünmüyorum. Bu yazıları hiç kimse okumasa da, ben vazifemi (= görevimi) yaptığım için kendimi rahat hissediyorum. Bu yazıları gerçekten kimin okuduğunu (= kimin faydalandığını) bilmiyorum; görüntü (= blog istatistikleri), tam 22.300 kişinin okuduğunu söylüyor (= gösteriyor); elbette ben bu sayının artmasından memnun olurum, bu benim rahatımı olumlu yönde etkiler, ama beni esas rahatlatan (= memnun eden), sadece bu artış olmaz; vazifemi (= görevimi) yapmanın verdiği iç (= psikolojik) rahatlık, belirleyici olur; ve bu yazıları kimse okumasa da, ben mümkün olduğu sürece y...

TAHRAN-ANKARA-KUDÜS HATTI

Kudüs yerine Tel Aviv yazmam lazımdı, ama İsrail, ABD desteği ile Kudüs’ü başkent yaptı.  İsrail, İran’ı güneyden ve kuzeyden kuşatmak için son beş yılda Arap ülkeleri (Bahreyn. Sudan. Fas. BAE.) ve Azerbaycan ile Abraham anlaşmalarını yaptı. Bu arada Lübnan’daki Hizbullah’ı, Suriye’deki muhalifleri, Irak’taki şiîleri İran’dan uzaklaştırdı; şimdi de İran’ı vuruyor. Gerekçe : İran, benim için = dünya sistemi için bir tehdit, elinde nükleer güç var. Bush da Irak’ı (= Saddam’ı) aynı gerekçeyle vurmuştu. İsrail’in (ve başka ülkelerin) elinde de nükleer güç var, ama bu/nlar dünya sistemi için bir tehdit olarak algılanmıyor.  Anlaşılan o ki, Türkiye de, elinde nükleer güç bulunan ülkeleri bir tehdit olarak algılamıyor, ve İran’ın nükleer güce ulaşmasına sıcak bakmıyor. ... Bu savaşı sona erdirebilmek için Ankara ne yapabilir?!. Üç şey yapabilir : • Bölge ülkelerini (= Arapları) İsrail’e karşı örgütleyebilir. Abraham anlaşmaları ortadayken bu zor görünüyor. • Bizzat kendisi İsrai...

ÇETE DÜZENİ

Dünyada çete düzeni hâkim. Tüm dünyadaki vicdanlı (= insaflı) insanların, bu çete düzenine karşı, vicdanlı (= insaflı) insanları işbaşına getirmesi (= seçmesi); onların da aslâ bu çetelerle işbirliği yapmaması, dostluk ve müttefiklik ilişkisi kurmaması gerekiyor. Tehlike büyük. İsrail’i kim durdurabilir?!. Müslümanlar. Pekiî Müslümanlar, bu İsrail’i niye durduramıyor?!. Etnisite (= Irkçılık) ve mezhepçilik (= Şiîlik, Sünnîlik, Vahhâbilik) birlik ve beraberliğin (= ümmet olmanın) önüne geçmiş durumda da ondan. İran, Ortadoğu’da 40-45 yıldır mezhepçi (ve ırkçı) bir politika izlemeseydi; bugün, Arapları, Kürtleri ve Türkleri yanında bulabilirdi. Umarım, “bu manzaradan” İran da Suudi Arabistan da Mısır da Türkiye de gereken dersleri alır. Aksi hâlde, İsrail’in (= ABD ve Batının) hedefinde, Suudi Arabistan, Mısır ve Türkiye de var.  Metânet Savaşı İran-İsrail savaşı, tam bir metânet savaşı. Metânet : Dayanaklılık, sağlam duruş, metîn olma. Bu savaş, karşılıklı olarak rejimlerin yıkımını...

ŞEYTAN : BENİ, SEN AZDIRDIN!.

Beni Sen azdırdın!. = “kâle febimâ e’ğveytenî... =  فبما اغويتنى” dedi şeytan. (7/16. 15/39.) Ğavâ (=  غوى) : Yoldan çıkmak, sapmak, karanlıkta kalmak, azmak, azdırmak. Azdıran kim?!. Şeytana göre Allah. Şeytan, neden böyle söylüyor?!. Ben, Sana ibâdet (= kulluk) edip-dururken Sen, (Sana isyan etme potansiyeli olan) Âdem’i (= insanı) yarattın, ve benim ona secde etmemi istedin; onu topraktan, beni ateşten yarattın; ateş, topraktan üstündür. Sen, bu işte “yanılıyorsun.”!. Bu sebeple beni baştan çıkardın = azdırdın!. Ben de onları (= Âdemoğullarını) azdırayım = onları yoldan çıkarayım da, kim haklıymış, kim haksızmış bi gör!. Sen de göreceksin, onların çoğu Sana şükredici olmayacak!. (Bknz. 7/16-17.) Yanlış yaptığını Sen de anlayacaksın!. (Dikkat, yanlış anlaşılmasın; bunlar, benim değil, şeytanın sözleri; ben tercümanım. Ben de bu tür veya buna benzer sözler söylersem ben de bir şeytan olurum.) Buna benzer sözler söyleyen insanlar yok mu?!. Sürüyle. Onlar da beni (= bizi) Sen a...

NEFSİ, RIZÂ'YA SATMAK.

Bu ifâde, Bakara Sûresi 207. âyette geçer. Âyet şöyle : “Kimi insanlar da kendisini Allah’ın Rızâsını kazanmaya adar. Allah, kullarına karşı çok şefkatlidir.” وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ وَاللّٰهُ رَؤُ۫فٌ بِالْعِبَادِ Allah’ın Rızâsını kazanmaya adar, diye çevrilen metinمن يَشْر۪ي نَفْسَهُ ابْتِغَٓاءَ مَرْضَاتِ اللّٰهِۜ  İştirâ, şerânın (شرى) iftiâl kalıbı; anlamı satın almak ve satmak. Kalıp, Kitâb’ta 25 yerde geçer. Nefsi, Rızâ’ya satmak, kolay bir iş değil; bunun bi çook aşaması var. Nefisten önce satılması gereken bi çook şey var. Mal, zaman, emek, bilgi, sahip olunan her şey. Bunlara infâk deniyor. "Mal, canın yongasıdır." diye bir tâbir (atasözü?!) var. Malını Rızâ kazanmak için veremeyen (= satamayan), canını (= nefsini) verebilir (satabilir) mi?!. Mal, canın yongası ise, ve candan kopan yonga canı acıtırsa, azar azar bu acıya alışmamız gerekir. Canını acıtmayacak kadar azıcık (üç kuruş) mal (= para) verenler, nefislerini Rızâ’y...

FAİZ İLE RİBÂ ARASINDAKİ FARK

Faizin Kitâb’taki karşılığı ribâdır. Bizim bildiğimiz faiz (فائض / فيض), Kitâb’ta, 9 yerde dolup-taşma, çoğalma, akın etme ve dalma anlamlarında kullanılır. Bu anlamı paraya transfer edersek, paranın bollaşması, dolup-taşması, artması şeklinde anlayabiliriz. Bu artış, para sahibinin (borç para verenin) lehine, borç sahibinin (borç para alanın) aleyhine, garantili ve adâletsiz bir ticarî sözleşmeden kaynaklanıyorsa, bu açık bir ribâdır. Ribâ (= ربنا/ رب), haksız fazlalık, demek. Ticarette (= ticarî sözleşmelerde), her zaman belli oranda bir risk vardır; ribâda (faiz gelirinde) ise bu risk sıfırdır; kıtlık, kuraklık, ölüm, vb. durumlar karşısında bile gelir garantisi vardır. Bu gelir, devlet garantili olarak faizle borç para verenin hesabına her şartta yatırılmak zorundadır. Faizci de o faizciye garantiyi veren devlet de insafsızdır, vicdansızdır. Faizci, oturduğu yerden, hiçbir emek vermeden para kazanan adamdır. Ribâ, budur. Feyz (= فيض) ve fâiz (= فائض), genelde, ekonomik değil, “psik...

ZARAR ETMEYEN TİCARET

Kesinlikle batmayan, “len tebûr” olan ticaret. = “ticâreten len tebûr” (35/29.) “Kuşkusuz Allah’ın Kitâb’ını okuyanlar (= tilâvet edenler), salâtı ikâme edenler ve kendilerini rızıklandırdığımız şeylerden gizli ve açık infâk edenler, aslâ kesilmeyecek bir ticaret (= kazanç) umabilirler.” اِنَّ الَّذ۪ينَ يَتْلُونَ كِتَابَ اللّٰهِ وَاَقَامُوا الصَّلٰوةَ وَاَنْفَقُوا مِمَّا رَزَقْنَاهُمْ سِراًّ وَعَلَانِيَةً يَرْجُونَ تِجَارَةً لَنْ تَبُورَۙ Bu nasıl bir ticaret?!. Biriktirdikçe (= yığdıkça, saydıkça) değil, verdikçe (= infâk ettikçe) kazandıran bir ticaret. Bu ticaret ehli, Kitâb’ı okurlar, orada hedeflenen düzene (= dine) göre bir hayat yaşarlar, salâtı ikâme ederler (= namazı kılarlar), malı (= rızkı), Rablerinin bir ikram olarak görürler. Salât (= namaz), onları mal-mülk sevgisinden uzak, Rab sevgisine (= Rızâ’ya) yakın tutar. Onlar için mal-mülk, Rabbe yakınlığın birer aracıdır; onlar mallarını infâk ederek bu yakınlığı ararlar. Rab de onlara “verdikçe verir.”!. Onlar, Kitâb’ı okuduk...

SERVET VE SEADET

Servet, seâdet (= سعادت) getirir mi?!. Servet, zenginlik, mal-mülk çokluğu. Seâdet, mutluluk. Öyle sanıyoruz ama yanılıyoruz.  Sosyalistler (komünistler) gibi servet düşmanı da, kapitalistler gibi servet uzmanı da değilim. Servete nasıl bakmamız gerektiğine dair, Tekâsür, Asr ve Hümeze Sûreleri (102, 103 ve 104. Sûreler) bağlamında üç-beş kelâm etmek istiyorum.  Tekâsür ve Hümeze, servet biriktirmekten (= yığmaktan) ve bu servetle övünmekten; Asr, ziyandan ve hüsrandan söz eder.  Servet biriktirmeniz sizi kabre girene = ölümle tanışana kadar o kadar “oyaladı” ki, dünyada niçin var olduğunuzun farkına varamadınız; servet biriktirmeyi varlık sebebiniz sandınız!. Ama “yakında” (= yakîn = ölüm gelince), ilm-el yakîn ile bileceksiniz!. Cehennemi göreceksiniz!. Sonra, o biriktirdiğiniz servetin tek tek hesabını vereceksiniz!. (Bknz. 102/1-8.) O servet (= zenginlik) sizi şımarttı, fakirlerle alay ettiniz. (= hümeze ve lümeze.) O serveti fakirlere vermediniz; yığdıkça yığdınız, s...

LÜD & VÜD

Lüd’den (= لد) vüd’de (= ود) = Düşmanlık ve tartışmadan sevmeye ve sevgiye geçemedikçe, “bilgi oyunu”! oynamaya devam ederiz. Lüd (= led = لد), inatçı kavmin; vüd (= ود), muttaqîlerin işidir. (Bknz. 19/96-97.)  İman, bilgide de emniyettir.

RIDVÂN

Rıdvân : İlâhî Hoşnutluk. İlâhî Rızâ. Cennetin “kapıcısı” melek. Kelimenin kökü : RDY (= رضى). Rıdvan, RDY’nin fu’lân vezni/kalıbı; Furkân. Kur’ân. Vicdân gibi. Furkân, Hakkı bâtıldan ayıran, fark yaratan. Kur’ân, çook okunan. Vicdân, kişinin içindeki furkân. Kimi insanlar Allah’ın Rızâsını (= رضوان الله) kazanmaya; kimi insanlar da tağutların ve çağdaş putların rızasını kazanmaya çalışır.  Rıdvân (= رضوان), türevleri ile birlikte Kitâb’ta 74 yerde geçer.  “Kimi insanlar, kendini Allah’ın Rızâsını (= hoşnutluğunu) kazanmaya adar. Allah, kullarına karşı çok şefkatlidir.” (2/207.) “Allah’ın Rızâsına kavuşmak için, içinden gelerek malını harcayan kimsenin durumu, kuvvetli yağmur yağdığında kat kat ürün veren, kuvvetli yağmur olmasa da çisentisinin yeteceği yüksek bir yerdeki bir cennetin = bahçenin durumuna benzer. Allah, yaptığınız her şeyi görendir.” (2/265.) Binasını taqvâ üzere, Allah Rızâsı için kuran kimse mi, yoksa binasını uçurumun kenarına kurup da onunla birlikte cehenn...

ÖLÜMSÜZLÜK

Ölüm, bedendeki hayatî fonksiyonların sona ermesi, bedenin artık hareket edememesi. Bu tarife göre ölümlü olan bedendir. Pekiî, beden ben miyim?!. Beden bensem, ben ölümlüyüm; beden ben değilsem, ben ölümsüzüm!. Ölümlülük gibi ölümsüzlük de burada mümkün mü?!. Kişi, burada âb-ı hayat (= ölümsüzlük) suyunu içemezse, hayır. Âb-ı hayat (= ölümsüzlük) suyu nedir?!. İlm-i Ledündür. İlim : Bilim, bilme, biliş. Ledün : Edat olarak, katında, yanında. Sıfat olarak, esnek, yumuşak. Fiil olarak (= leddene), yumuşatmak, yatıştırmak. İlm-i Ledün (= علم لدن), bizzat Allah’ın katından verilmiş ilimdir. Normal ilmi biz, aklımızla elde ederiz. Akıl da verilmiştir ama, akılla elde edilen ilim, dolayıdır; ilm-i ledün ise dolaysızdır. İlm-i ledün, vehbîdir; akılla elde ettiğimiz ilim ise, kesbîdir. İlm-i ledünde şüphe olmaz; akılla elde ettiğimiz ilim şüphe içerir. Akılla elde edilen ilim, genellikle nazarî-teoriktir; ilm-i ledün ise, hem nazarî-teorik, hem de pratik-amelîdir, onun teorisi pratiğinden, pr...

HAVA & HEVÂ

Arapçada da hava, hava (= هواء). Hevâ da benzer şekilde yazılır (= هوى). Üçüncü harfler (elif ve ya, med harfleridir) cümledeki konumlarına göre birbirlerinin yerini alabilirler; havadaki son harf hemze, yazıla da bilir, yazılmaya da bilir; hava :  هوا ve هوى  şeklinde de yazılabilir. Hava, atmosferik bir gazdır; hevâ ise arzu veya tutkudur.  Hava, “yukarıda”!, gökte; hevâ, içimizde, bizdedir. Hava, alınır-verilir; buna nefes alıp-verme, denir; her nefes alış ve veriş, âdeta bir ölüş ve diriliştir, ve her nefes alış-verişte “hû” denir. Kolay nefes alıp-veremeyenlere dünya dar gelir. ‘Bugün havamda değilim.’ sözü, mecazen psikolojim, modum, ma’neviyâtım iyi değil, demektir. Havanın türlü hâlleri vardır : Bulutlu. Yağmurlu. Karlı. Boranlı. Güneşli. Kapalı. Açık, vs. İnsan, iç dünyasında da buna benzer hâller (= duygu durumları) yaşar. ‘Bugün hava çok güzel, bunaldım, hadi biraz dışarda yürüyelim de temiz hava alalım.’ dediğimizde, temiz havadan yararlanmak ve rahatlamak ist...

NEFH-A

Kelimenin kökü : NFH (= نفخ). Son harf noktasız olursa (نفح), koku, râyiha ve rüzgâr anlamına; noktalı NFH (= نفخ) olursa, üfleme, boru çalma anlamına gelir. Nefeha fî rûhihî = نفخ فى روحه  hayat = can vermek. Nefeha fî sûretihî = نفخ فى صورته     bir şeyi şeklen (= somut olarak) ortaya çıkarmak. Nefha, nefes, soluk. Noktalı NFH (= نفخ), Kitâb’ta 20 yerde geçer. İsâ (a.s.)’ın çamurdan kuş yapması ve o kuşları üfleyerek canlandırması. (3/49. 5/110.) İsrâfil (a.s.)’ın sûra üflemesi. (6/73. 18/99. 20/102. 23/101. 27/87. 36/51. 39/68 iki kez. 50/20. 69/13. 78/18.) Zülkarneyn’nin demir kütleleri körüklemesi. (18/96.) İnsanın (= Âdem’in) yaratılışında ve Meryem vâlidemizin İsâ (a.s.)’a hâmile kalmasında Ruh üflenmesi. (15/29. 21/91. 23/101. 32/9. 38/72. 66/12.) ... Sûrete (= bedene, şekle) ruh üflenmesi, sûretin (= bedenin) canlanmasıdır; ölüm de o ruhun o bedenden geri alınmasıdır.  Aslında beden ve ruh, iki ayrı öz, iki ayrı cevher (= töz) değil; yoğunlukları farklı...