Kayıtlar

YAKIN-LIK & UZAK-LIK

Kurb ve Bu’d. =  قرب/بعد Kime yakın, kime uzak?!. Arşı taşıyan ve Rabbe yakın olan mukarrebûn melekleri var. (4/172.) Allah’a itaat, O’na yakınlıktır. Diğer Resuller gibi İsâ (a.s.) da yakınlardan (= mukarrabûndan) idi. (3/45.) “Hayır ona itaat etme!, (Bana) secde et ve yaklaş!. = kellâ lâ tuti’hu, vescüd, vektarib!.” (96/19.) Ona (= kendini bişey sanana, müstağnî olana) itaat edersen, Benden uzaklaşırsın!. Şu ağaca (= günaha), zinaya, buluğ çağına erişinceye kadar yetimin malına, sarhoşken ne dediğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın!. (= lâ takrabû)!; aksi hâlde Benden uzaklaşırsınız!. (2/35. 4/43. 7/19. 17/32. 17/34.) Ne dediğimizi bilerek mi namaz kılıyoruz, yoksa sarhoş gibi, ne dediğimizi bilmeden mi?!. “Kullarım Sana, Ben’i sorarlarsa bilsinler ki Ben, onlara yakınım. Bana dua edenin, duasına karşılık veririm. O halde onlar da Benim çağrıma uysunlar ve Bana gerçek anlamda iman etsinler. Umulur ki böyle irşad olurlar.” وَاِذَا سَاَلَكَ عِبَاد۪ي عَنّ۪ي فَاِنّ۪ي قَر۪يبٌۜ اُ...

SIKINTI

Darlık. Zorluk. Problem. İki tür sıkıntı var : 1. Geçim sıkıntısı. 2. Can sıkıntısı. Geçim sıkıntısı, madde (= para, temel gıda) yoksunluğundan; can sıkıntısı, bunalımdan = ma’na (= anlam) yoksunluğundan kaynaklıdır; ikisi de yoksulluktur; biz genelde ilkini fakirlik olarak biliriz; oysa ikincisi daha beter bir fakirliktir; bu fakirlik şiddetli olursa, kişiyi intihara kadar götürür. İlk fakirlik, midede; ikinci fakirlik sadrda (= kalpte, yürekte, gönülde, göğüste, sînede) hissedilir.  Sadr, kişinin içidir. Sıkıntı, bu için daralması; ferahlık, bu için genişlemesidir. Sadrı biz göğüs diye biliriz; göğsüm daraldı; göğsüm ferahladı (= rahatladım) deriz; göğsümüz daralınca nefes alıp-veremeyiz. Bu daralma-genişleme, fizikî bir daralma-genişleme değil. Sözgelimi göğüs ölçüsü 90 cm ise, bu 70-80’e düşmez; 95-100’e çıkmaz. Aksine koah hastalarının göğüsleri nefes alamadıklarından dolayı genişler, ama bu durum onlara sıkıntı verir. ... “efemen şerahallahu sadrahû lil islâmi fe hüve alâ nûr...

YAKLAŞ, YAKLAŞ; KORKMA!.

Yaklaşma!. Yaklaşma fiilinin Arapçası : KRB (= قرب). Yaklaş, ıkterib (= اقترب). Yaklaşma, (= لا تقرب). “Şu ağaca yaklaşmayın!.” = لا تقربا هذه الشجرة  (2/35. 7/19.) Olumlu anlamda yaklaş! emri gibi, olumsuz anlamda yaklaşma! emri de Rabbin emri. Kurban, Rabbe yaklaşma/yakınlaşma emri ise; bu emir, O’nun hem olumlu hem de olumsuz emirlerine itaat ile mümkün. Olumsuz anlamdaki emirleri (= yasakları) kadar, olumlu anlamdaki emirlerini de hesaba katmalı, dikkate almalıyız.  Kurban kes! bir emirse, bu emir, O’nun hem olumlu hem de olumsuz emirlerini içerir; sadece hayvan kes! anlamına gelmez.  Kurban kesmek tâbiri, kötü alışkanlıkları (= cigara, içki, kumar, zina, dedi-kodu, vb.) kesmek gibi bir tâbirdir. Bu tâbir de doğru bir tâbir, ama bence bu tâbirle birlikte kurban olmak tâbirini de yaygınlaştırmalıyız. Kesmek : Öldürmek. Bırakmak/terk etmek; ayırmak/bölmek gibi anlamlara gelir. Kurban kesmeyi : a) Günahları öldürmek; kötü fiilleri kesmek, terk etmek; b) Sevapla günahın (...

BALIK

Balık, neredeyse bütün din ve mitolojilerde bereketin sembolüdür. Kitâb’ta balık (= حوت), beş yerde geçer : 7/163. 18/61, 63. 37/142 ve 68/48. İlk âyet, deniz kıyısında oturan İsrailoğullarının balıkla sınanmasından; son iki âyet, balığın Yunus (a.s.)’ı yutmasından; Kehf 61 ve 63 ise, Mûsâ ve arkadaşının azığı olan balıktan söz eder. Bu yazı, Kehf 61 ve 63’de geçen balıktan ve Mûsâ’nın (ve genç arkadaşının) arayışından söz edecek. Balık/lar, suda (denizde, gölde ve ırmakta/nehirde) yaşar/lar. Hût, denizde (ve okyanusta) yaşayan balıktır; göl ve ırmak/nehir balıkları küçüktür, onlara semek (= سمك) denir. Önce Mûsâ’nın arayışı. “Mûsâ, genç arkadaşını da (= fetâ) yanına alır, iki denizin birleştiği yere varıncaya kadar, çook uzun zamanımı/zı da alsa (= hugubâ; ahqâb, çağlar boyu demek. Bknz. 78/23.) kararlı bir şekilde (aslâ vazgeçmeden) yol alacağım/alacağız, aslâ durmayacağım/durmayacağız (= lâ ebrahu).”, diyerek uzuun bir yolculuğa çıkarlar. (Bknz. 18/60.) İki deniz nedir?!. Zâhiren A ...

DUHÂ SÛRESİ

Sûre, Mekkîdir, Mekke’de ilk inen sûrelerdendir. İlk inen âyetlerden başka, bu zamana kadar, -- bu zaman muhtemelen 612 yılı --, bir sûre oluşturacak kadar âyet inmemiştir. İlk inen âyetler, Alak Sûresinin ilk 5; Müddesir Süresinin ilk âyetleridir; ve uzunca bir süre vahiy kesilir.  İlk inen âyetlerle kendisine bir görev (= misyon) verilen/yüklenen Efendimiz, YALNIZDIR. Bu yalnızlık, aynı zamanda çaresizlik ve endişe (= korku) barındırmaktadır. Eşi Hatice vâlidemizden başka, “derdini”! paylaşabileceği kimsesi yoktur. Eşine : “Beni ört!.” (Beni gizle) der. Mekke’de (= Mekke toplumunda) bir “yabancı” gibidir, kimsesizdir. Her ne kadar Ona : “Ya eyyühe-l müddessir!, qum fe enzir. = Ey gizlenen (= örtüsüne bürünen)!, kalk ve uyar!.” dense de, Onun içinde hâlâ --Allah-u A’lem --, bir çaresizlik, bir endişe (= korku) ve bir GÜVENSİZLİK vardır. Uzun süre vahiy gelmeyince, acaba (?!) (herkes gibi) Rabbim de mi Beni terk etti (?!) endişesi, korkusu ve kaygısı!. Korkulu, kaygılı, endişeli, k...

HİDÂYET ALLAH'TAN.

Hidâyet Allah’tan; âmennâ ve saddaknâ. Bu cümleyi nasıl anlamalıyız; hidâyet Allah’tan deyip de yan gelip yatmalı mıyız?!. Kesinlikle hayır. Bu cümle; “rızık, Allah’tan.” cümlesiyle aynı. Allah (c.c.), bize rızkı verirken, tarlayı (= toprağı), suyu, Güneş’i ve bizleri (birbirimizi) kullanıyor. Benzer durum, hidâyet için de geçerli. Allah (c.c.), bize hidâyet verirken de Elçilerini, Kitâb’larını, O Kitâb’ları iyi anlayan kullarını kullanır. = Allah (c.c.), bir iş yapacağı zaman bizzat Kendini (= Zâtı’nı) kullanmaz; O’nun melekleri vardır, meleklerine emreder. (Bknz. 10/24. 11/40. 11/58. 11/66. 11/82. 11/94. 16/90. 30/25. 32/24. 36/82. 42/52. 54/50. 65/5. 98/5.) Birine veya bir kavme azap edecekse de aynı şekilde meleklerine emreder. (Bknz. 17/16.) Hidâyet Kitâb’ı olan Kur’ân’ını da Elçisi ve kulu (= abduHû ve RasûlüHû) Hz. Muhammed (a.s.)’e Cebrail adlı meleğini kullanarak indirmiş/göndermiştir. Elçisi ve kulu olan Hz. Muhammed (a.s.), kendini hidâyete hazır hâle getirmeseydi, Ona meleğ...

METNİN MAKSADI

Her metin, bir maksat (= gaye, amaç) için ve belli bir niyetle yazılır. Metindeki anlam, niyette ve maksatta saklıdır. Metnin anlamı, metni yazan/oluşturan yazar tarafından tam olarak dile yansıtılamayabilir, veya yazar, o anlamı dile dökecek kelimeleri bulamaya/bilemeyebilir. Ayrıca metnin yazıldığı dönemin kelimeleri, zamanla anlam (= bağlam ve kapsam) değişikliğine uğrayabilir. Üçüncü paragraftaki dezavantajlar (= handikaplar, zaaflar), “kutsal metinler” (= İlâhî Kitâb’lar) için geçerli değildir; Tanrı’da böyle bir acz (= zaaf) olmaz. Hermenötik (= yorum = te’vil), bizim kutsal metinleri kolay anlamamız için = üçüncü paragraftaki zaafları ortadan kaldırmamız ve metnin maksadına (yazarın niyetine) tam veya tama yakın bir isabeti yakalamamız için ortaya çıkmış bir disiplindir. Dil, sosyal bir olgudur ve değişkendir; kelime ve kavramların anlamı ve kapsamı/kaplamı zamanla değişir/değişime uğrar; bu yüzden düz anlam, özellikle ve öncelikle bağlamı ıskalar ve metin, yorumlanmaya açık hâl...

İSİM TAMLAMASI

Kapının kolu, evin odası, Allah’ın kulu gibi iki ismin birlikte kullanılması, aralarında bir iyeliğin (= ilginin veya sahipliğin) bulunması. İlk kelimeler, tamlayan; ikinciler, tamlanan. Kol, kapı ile; oda, ev ile; kul, Allah ile tam/tamam olur; tek başına kol, tek başına oda ve tek başına kul, tam ve tamam değildir. Beni buraya getiren, bir süredir zihnimi meşgul eden Türk-İslâm Davasını, Türk’ün İslâm Davasına dönüştürme fikri. Türk-İslâm Davasında bana göre “millî din” kokusu var. Bu, dini “milliyetlere” bölme, dînî milliyetçilik yapma demek gibi bişey. Her millet böyle yaparsa, din paramparça olur. Buradaki millî kelimesi, ırk = etnisite anlamında kullanılmıştır; aslında millet, eskiden din demekti. = “millete ebîküm İbrâhim. Babanız İbrâhim’in dini.” (22/78.) Irk (= Türk. Kürt. Arap. vb.) da din de (= İslâm da) doğal, ikisi de Allah’tan, ikisi de isim; ikisini de atamayız, yok sayamayız; öyleyse bunların birbirini tamamlaması gerekiyor; bi çook ırk, bi tek din var. Bu yüzden, ırkı...

DİN ALGIMIZ

Din algımızı ne şekillendirdi, şekillendiriyor?!. Aldığımız eğitim ve içinde yaşadığımız kültür. Aldığımız eğitim ve içinde yaşadığımız kültüre göre din, mistik, kutsal, metafizik, bireysel (= kişiye özel) bir “duygudur”; ve aklın alanının (içinde yaşadığımız fizikî alanın = hayatın) dışındadır. Çünkü, tüm dünyanın aldığı gibi biz de seküler bir eğitim alıyoruz ve bu eğitim, kültürümüzü ve yaşamımızı belirliyor. Bu (laik) eğitime göre, din ve dünya işleri ayrıdır; din, dünyaya karış/tırıl/maz; din, metafizik (= gaybî, deney ve gözleme gelmeyen, somut olmayan) alana aittir. Bu dünya, Sezar’ın; öte dünya da Tanrı’nındır. Tanrı, bu dünyaya karışmaz, karıştırılmamalı!. Çünkü, geçmişte batıda Tanrı’nın temsilcisi olduklarını söyleyenler (= Kilise), insanlara büyük zulümler ettiler, onlara çook kötü işkenceler (= engizisyonlar) yaşattılar. Biz de bunu, kendimize adapte ettik; oysa bizde böyle bir engizisyon (= zulüm) yaşanmadı. Haâ, bizde de din kullanılarak güç elde edildi, hâlâ da ediliyor...

VECİH

Vecih/Vech : Yüz. Çehre. Simâ. Biz, insanları yüzlerinden tanırız; kişi, bize “yüzünü çevirirse”?!... Buradaki “çevirme” (= dönme), hem olumlu hem de olumsuz anlamda. Kişinin yüzü bize bakarsa, onu yüzünden “tanırız”; ama yüz, satıhtır, yüzeydir; kişinin bize bakan tarafıdır; kişi, yüzünü saklarsa (= olumsuz anlamda yüz vermezse, bize yüzünü çevirirse) onu “başka türlü, başka yüzüyle”! tanırız. Levinas’ta yüz, onun anahtar kavramlarından biridir. Yüzünü hiç görmediğimiz insanları tanıyamaz mıyız?!.  Ben, Levinas’ı, yüzünü görmeden tanıdım!. Sadece Levinas’ı mı?!. Hayır. Daha bi çoook insanı. Dostoyevski’yi, Tolstoy’u, Kant’ı, Hz. Muhammed (a.s.)’ı, Aristo’yu, Eflâtun’u, Socrates’i,  Hz. İbrâhim (a.s.)’ı... Bu insanları tanımam, onların yüzünü görmemle değil; eserlerini (= yazdıklarını) okumamla mümkün oldu. Ya, Rabbim olan Allah’ı tanımam?!. Rabbim olan Allah’ı “tanımam”!, O’nun Yüzünü (= Vech’ini = Vechullah’ı) görmemle mi ilgili?!. Aslâ. O’nun Sözlerini (= Kelâm’ını = Kelâmu...

SALA-VÂ-T

Salâ. Salât ve Salavât. Üç kelimenin kökü de salâ (= صلى/ صلا/ صلو). A : Salâ : Ateşte kızartmak, ateşe yaslanmak. B : Sallâ : Namaz kılmak, duâ etmek, yardım talep etmek. C : Salât : Namaz.  D : Salavât : Destek vermek, sahip çıkmak. A/1. (88/4) = “teslâ nâren hamîmen.” = تَصْلٰى نَاراً حَامِيَةًۙ  A/2. (111/3.) = “se-yeslâ nâren zéte lehebin” = سَيَصْلٰى نَاراً ذَاتَ لَهَبٍۚ  A/3. (36/64.) = “ıslavhe-l yevme bimâ küntüm tekfürûn.” = اِصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ  A/4. (4/30.) = “...fesevfe nuslîhi nâran...” =  فَسَوْفَ نُصْل۪يهِ نَاراً   A/1. Kızgın ateşe atılacaklar. A/2. Alevli ateşe atılacak. A/3. Kâfir olduğunuz için bugün oraya (= o ateşe, cehenneme) yaslanın!. (= girin ve yanın!.) A/4. Onu yakında ateşe atacağız.  Daha buna benzer bir çok âyet.  B/1. (75/31.) = “felâ saddaka velâ sallâ” = فَلَا صَدَّقَ وَلَا صَلّٰى   B/2. (87/15.) = “ve zekere-sme rabbihî fe-sallâ” = وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ  ...

KURBAN

Kurban, kurb veya KRB (= قرب) fiilinden fü’lân vezninde, yakınlaşma veya yakın olma anlamındaki isim. Tüm medeniyet ve dinlerde kurban var. Bunun için, biraz Dinler Tarihi, biraz Antropoloji okumak yeterli. Her medeniyet ve din, Tanrı’sına veya tanrılarına yakınlaşmak istemiştir. Tarih bize Hz. İbrâhim (a.s.) öncesinde, insanın da kurban edildiği dair bilgiler verir. Hz. İbrâhim (a.s.) ile, insan kurbanının, sembolik olarak hayvan kurbanına dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönüşüm, Kur’ân-ı Kerîm’in 37. (= Saff) Sûresi 100 ilâ 110. âyetleri arasında anlatılır. Kur’ân-ı Kerîm kurbanı, zibh, hedy/udhiye ve nahr kelimeleri ile karşılar. Zibh, mezbaha da aynı kök, ve nahr, boğazlamak ve boğazdan kesmek; hedy/udhiye, yol göstermek ve hediye vermek; kurban, yakın olmak ve yakınlaşmak demek. İslâm’ın (= Müslümanların) iki bayramı var. Ramazan ve Kurban. Ramazandaki oruç da kurban da boğazdan kesmedir. İlki, helâl yemeği boğazdan geçirmeme; ikincisi, boğazı kesme. İkisi de “fedakârlık”!. O...

İLİM NEDİR?!.

İlim, keşif mi icat mı?!. Keşif : Olan ama henüz bilinmeyen (bulunmayan) bi şeyi bulmak ve bilmek; icat ise : o şeyi yoktan var etmek veya yaratmak. Bize göre ilim, olan ama henüz bilinmeyen (bulunmayan) bi şeyi bulmak ve bilmektir; yâni, bir keşiftir. Rabbe göre İlim, bir yaratmadır, icattır; O’nun bilmesi ile yaratması farklı değildir; O, yaratmak istediği şeyi Zâtında bilir ve “Ol”! der oldurur = yaratır, hemen vücuda getirir. Bizler, yaratılan = vücuda getirilen şeyleri keşfederek bilgilenir, bilgi sahibi oluruz; kendimiz yoktan bişey var edemeyiz. Bizim icat dediğimiz şeyler de, var (= mevcut) olanların yeni, o âna kadar bilinmeyen birer kompozisyonudur. İlim, bir keşifse; iman nedir?!. İman, ilme konu olan şeylerin Bir Var (= Îcad) Eden’ine inanmak ve o şeyleri O’nun dediği/istediği şekilde kullanmaktır. Şeyleri (kendi vücudumuz dâhil) O’nun dediği/istediği şekilde kullanmamaya ise, inkâr veya isyan denir. İlimle keşfediyoruz ama iman olmadığı için şeyleri Rabbimizin istediği şek...

PASTA

Bu pasta, pastanede yapılan ve satılan pasta değil, yurtiçinde ve yurtdışında üretilen toplam hâsıla, toplam kazanç. Bu kazanç, âdil dağılmazsa, adâlet “duygusu” yara alır, alıyor da. Kalkınma, âdil paylaşımla anlamlıdır. Ülke içinde ve dünyada pastadan aslan payını (= büyük payı) küçük bir kesim alıyor; kırıntılar da büyük kesimlere kalıyorsa, adâletten söz edemeyiz. Ülke içinde de (= GSYİH = Gayri safi yurt içi hâsıla), dünyada da paylaşımda çook ciddî bir adâlet (= paylaşım) sorunu var. Forbes Türkiye’nin belirttiğine göre dünyanın en zenginleri listesine giren 3000 kişinin toplam serveti 16 trilyon doları aşmış; ABD vatandaşı olan ilk üç kişinin serveti ise yaklaşık 700 milyar dolar. Türkiye’deki ilk üçün serveti ise 10 milyar dolar civarındaymış... Türkiye’nin 2025 bütçesi : 13 trilyon TL, yaklaşık 300 milyar dolar. Dünyanın ilk üç zenginin toplam serveti, Türkiye’nin 2025 bütçesinin 2,5 katı. Türkiye, dünyanın 17. büyük ekonomisi.  40 yıllık teröre rağmen Türkiye kalkınan bir...

NEZÂRETTE ÖZGÜRÜZ!.

Bilmeyenler için nazar (= نظر)'dan nazariye : fikir, görüş; nezaret (=نظارت ) : gözetim, denetim. Çook geniş bir “dünyadan” (= cennet), çook küçük bir “dünyaya” geldik. O cennetin genişliği, gökle yerin genişliği kadardı. (Bknz. 57/21.) Şöyle bir kıyaslama da yaparsak, içinde yaşadığımız dünya, âleme (= evrene, kâinata) göre, dünya içindeki bir nezarethanedir. Bizim özgürlüğümüz, bu nezarethanedeki (= bu dünyadaki) özgürlüktür. Bu dünyayı tamamen ateşe versek, âlemin (= evrenin, kâinatın) duvarında bir çivi izi bile oluşturamayız.  İçinde yaşadığımız dünya, fiziksel büyüklük olarak âleme (= evrene, kâinata) göre bi toz zerresi bile değil; içindeki insanı da (= bizleri de) elektron mikroskobu ile bile göremeyiz!. Merak etmeyin, ne kadar “haylazlık”! yaparsak yapalım, kontrol (= denetim ve gözetim) altındayız!. Özgürlük alanımız ve gücümüz (= bütün yapıp-etmelerimiz) çok mu çok sınırlı. Ateş olsak, sadece kendi hücremizi yakarız; bu hücre de kâinata kıyasla bir çivi izi mesabesinde b...

SPİNOZA ve BACON

Natura naturans ve Natura naturata (Natura naturans : Yaratıcı tabiat. Natura naturata : Yaratılan tabiat.) kavramları iki düşünürde de ortak. Spinoza’da Tanrı ile tabiat eşittir. Deus sive Natura = Tanrı ya da Doğa. Spinoza, 1632 ilâ 1677 yılları arasında yaşamış, Yahudilikten aforoz edilmiş bir filozof. Bacon, 1561 ilâ 1626 yılları arasında yaşamış İngiliz bilim adamı. İkisi de bilim adına doğa ve Tanrı ile ilgilenirler. Bacon’a göre, “Bilgi güçtür.” (Bacon’ın ünlü sözü.); bu güç elde edilirse, bilim/bilgi (= teknoloji) yoluyla doğa kontrol edilebilir = doğaya hükmedilebilir. Bacon’la çağdaş olan Spinoza, onun mirasını devralmış ve dini/dinleri (= Yahudilik ve Hıristiyanlığı), ortaçağın  “mitolojisiden”! (= gizeminden) arındırarak bilimsel kılmak istemiştir. İkisi de akıcıdır = rasyonalisttir. Bu akılcılıkları = rasyonalistlikleri, onları bilim ortak paydasında buluşturur. İkisi de inançlıdır. Ama onların açtığı yolun sonu bugün, hem yaratıcı doğayı = natura naturans’ı, hem de ya...

SELÂM-UN ALEYKÜM

Selâm, Silm, İslâm, Müslim, Müslüman, Teslim ve Süllem aynı kök =  سلم . Selâm, sağlık, esenlik, huzur dileği. Silm, barış. İslâm, huzur dini. Müslim ve Müslüman, huzurlu adam. Teslim, emaneti sahibine verme. Süllem, merdiven. Selâm, verilir ve alınır. Selâmı veren (= es-selâm-u aleyküm diyen), muhatabına sağlık, esenlik, huzur diler; selâmı alan da (= ve aleyküm selâm diyen de) selâmı verene aynı şekilde mukabele eder. Aleyküm, alâ harf-i ceri ile ke zamirinden oluşur. Alâ, üzerine; ke, sen; küm, ke’nin çoğulu. = Ke-kümâ-küm. Küm, tüm ke’leri kapsar; ke, tekil olsa bile nezaket bildirir. Es-selâm-u aleyküm = Selâm sizin üzerinize olsun; ve aleyküm selâm = Sizin de... = Hepimizin üzerine olsun.  Es-Selâm, Allah’ın İsimlerinden. (57/23.) Selâmet ve Esenlik Veren. Allah’ümme Ente-s Selâm ve minKe-s Selâm. Allah’ım Selâm Sen’sin, Selâm Sen’den. Bu yüzden Allah, tam Esenliktir, tam Tamlıktır, Allah’a Selâm (hiçbir şey) verilmez; ama Allah, herkese her şeyi verir. Allah bize selâm ...

CENNET & CEHENNEM

Kelime anlamıyla cennet, “gizli, saklı bahçe” demek. Cin, mecnûn ve cenîn de aynı kök. Cin/ler, görünmez varlık/lar. Mecnûn, aklı örtülmüş, aklı başından gitmiş, delirmiş. Cenîn, ana rahmindeki henüz doğmamış (görünür olmayan) çocuk. Cennet, “beklenen, özlenen ve çook güzel” olan bir yer; o yerde herkes mutlu ve huzurlu; her şey de “lezzetli”!. Cehennem, “sıkıcı, bunaltıcı ve çook acı verici” bir yer; o yerde herkes mutsuz ve huzursuz; her şey de “berbat”!. Cennet de cehennem de, “burada, bu dünyada” kazanılır; “dünya, âhiretin tarlasıdır.” Dünya, ûlâ; cennet ve cehennem, uhrâ/âhirettir. Ûlâ ile uhrâyı (= âhireti = ukbâyı) ‘zamansal ve mekânsal olmanın dışında’ birbirinden ayırmamak gerekiyor. Bu ikisi (= dünya ve ukbâ), “düz bir çizgi”! gibidir. Önemli olan, bu çizginin yönü (= istikâmeti). Sırât-ı müsteqîm üzre olanların yolu, cennete; ötekilerin yolu, cehenneme çıkar. Cennete, Allah’a ve Rasûlüne itaat edenler; cehenneme, Allah’a ve Rasûlüne isyan edenler girecek. Cennettekiler, Neb...

HIZ

Hız : Sürat. Çabukluk. Zıttı, yavaşlık. Modern dünyada hızı, makina (= motor) artırdı. Makina, zanaatı da öldürdü Makinanın seri üretime (= fabrikaya) girmesi ile mal bollaştı. Buna rağmen, seri bir şekilde ve bolca üretilen mallar, yine de ateş pahası. Neden?!. Kapitalistlerin (zenginlik) hırsı yüzünden. Hız, felâkettir. Bu cümle, hem trafik hem de doğal yaşam açısından doğru bir cümle. Hız, yaşamın kontrolünü kaybettirir ve bizi etrafta olup-bitenlerden mahrum eder. Bir yere yürüyerek gitmek, etraftaki otu-çöpü, toprağı, suyu, havayı, yol boyunca neredeyse olup-biten her şeyi fark etmekken; araba ile gitmek, hızlı bir şekilde sadece yolu görmektir.  Hız, çok şey görmemizi sağlamıyor, aksine, bizim çoğu şeyi görmemizi ıskalıyor. Modern insan, hızlı yaşıyor ama “genç” (= doğru dürüst hiç bişeyin farkında olamadan) ölüyor. Serî üretim (= sanayii = endüstri), hem doğal kaynakları çok hızlı kullanarak hem de sağlıksız ürünler üreterek, bizi ya makineye (= birer robota) dönüştürüyor ya...

HİDÂYET

Doğru yolu bulma. Bu bulma, kişinin kendinin gerçekleştireceği teorik (= nazarî) bişey değil; doğru yolu âlemlerin Rabbi buldurur, kul da bulmak için O’ndan yardım dilenir. Doğru yol, yürünen (= yaşanan) hayattır. “iyyeKe neabudu ve iyyaKe nesteîn. İhdinâ-s sırât-al müsteqîm. Sırât-al llezîne enamte aleyhim, gayr-il meadûbi aleyhim, ve le-d dâllîn.” (1/5-7) Çoğu insan, Rabbine değil de kendi aklına güvendiği (= inandığı) için yanlış yolda yürür, ve sittîn sene doğru yolu bulamaz. Akıl, vahiy olmasa hangi yolun doğru olduğunu bilemez. Vahiy, El-Alîm olan âlemlerin Rabbinin bilgisidir.  “elâ yealemü men halas?!. = Yaratan bilmez mi?!.” (67/14.) Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın gazabına/gadabına uğrayanlar ve dalâlete düşenler = meadûbi aleyhim, ve le-d dâllîn, vahyi görmezden gelenlerdir. Dalâlet, hidâyetin zıttıdır. Hidâyet, salt teorik (= nazari) bişey değil, aynı zamanda amelî (= pratik) bişeydir (= praxis). Kitâb, bundan dolayı imanla ameli birbirinden ayırmaz = émenû ve amilu-s sâl...

TÂBİR & TE'VİL

Tâbir, ABR’nin; te’vil, EVL’nin tef”il kalıbı. ABR : Dile getirmek, ifâde etmek, karşıdan karşıya geçmek, gözyaşı dökmek. EVL : Evveline (= aslına, ilk hâline) dönmek.  Rüya, hem tâbir edilir hem te’vil. Tâbir, te’vil değilse; te’vil de tabir değilse; fark nerede?!. Yusuf (a.s.), rüyaları mı te’vil ediyordu; hâdisenin çoğulu olan ehâdis, rüya/lar mı?!. (“...ve yuallimuke min tevil-il ehâdis...” 12/6.) İlk beş âyet, rüyadan söz ediyor. Bu rüya, “gündüz görülen bir rüya”! = yaşanan veya yaşanacak olan hâdiselerin önceden görülmesi olmasın!. Çünkü, o rüya “aynen” gerçekleşmiş bir rüya. Bu rüyanın tâbirini dil; te’vilini de hayat (= yaşam) gerçek kılmıştır. Tüm Elçiler gibi Yusuf (a.s.)’ın da özü ile sözü bir. Rabbim bizleri de Onlara “benzer” (= özü ile sözü bir olanlardan) kılsın. Tâbirden te’vile geçmek, belki de (Yusuf a.s. gibi) çile çekmek. Tebliğcilerin (= tâbircilerin ve te’vilcilerin), bu hususu dikkate alması = tebliğ ettikleri dini, yaşamlarıyla doğru temsil etmeleri gerekir...

ÜLÜL ELBÂB

23 Mayıs tarihli “Şeytan Taşlama ve Secde” adlı yazımı, Ül-ül Elbâb olanlar, şeytanı (= şeytanları) “hakkıyla” taşlarlar, ve Rablerine “hakkıyla” secde ederler = namaz kılarlar = namazlarını hayatlarına taşırlar. Her dâim Rablerine sığınırlar. = “Eûzü billâhi mine-ş şeytân-ir racîm, Bismillahirrahmanirrahim.” derler, şeklinde bitirmiştim. Ülül Elbâb nedir diye bir soru geldi. Bu soruyu, Profesör Aslan Gülcü hoca ile müzakere ettik. Bu müzakerenin sonucunda, Ülül Elbâb olanların : temiz (= selîm) akıl, temiz (= selîm) kalp, sağlam bilgi (= râsih, ve-r râsihûne fil ilm), sâlih amel sahibi, hikmet ehli kimseler olduğuna kanaat getirdik. Bakara Sûresinin 267 ilâ 269. âyetleri dikkatle okunur ve anlaşılırsa, ki, 269. âyet Ülül Elbâb ile biter, bu “çıkarımın” isabetli olduğu görülür. 267. âyet, infâktan söz eder ve infâkın da en iyi (= en temiz, en helâl) şeylerden olmasını; cimriliğin bir fahşâ ve şeytanın emri (= telkini) olduğunu söyler. Ve 269. âyet, bu durumun, hikmetle ve ülül elbâb il...

HUKUK DEVLETİ

Hukuk, yaşam biçimini ve hakları belirler ve toplumsal (= siyasal) düzeni (= birlikte yaşamı) sağlar. Yaşam biçimi, özel hukukun; düzen, kamu hukukunun alanına girer. Özel hukuk, özgürlüğün; kamu hukuku, zorunluluğun alanıdır. Özgürlükle zorunluluk arasındaki ilişkileri düzenlemek, “bıçak sırtı” bir durumdur; burada dengeyi sağlamak, sanıldığı kadar kolay değildir. Kamu, devlettir; devlet ise, örgütlü toplum. Bu örgütteki (= devletteki) etkin güçlerin her zaman dengeyi kendi lehlerine bozma “ihtimalleri” vardır. Devletteki siyaset (= yönetme) de buna göre şekillenir. Kamuda (= devlette) adâlet, bu dengenin gözetilmesi, hiçbir kesime ekstra bir imtiyazın verilmemesidir. Bu durum, yetenek ve imkânları farklı olan kişi ve kesimler için ciddî bir sorun oluşturur. Bu sorun, yetenek ve imkânları farklı olan kişi ve kesimlerin gönüllü feragati ile aşılabilir. Böyle gönüllü bir feragat ve bu feragatin, “ileride” (= ötede, âhirette) bir karşılığı yoksa, bu dünyada hak-hukuk = adâlet ve düzen, ü...

ŞEYTAN TAŞLAMA VE SECDE

Ne “hakkıyla” şeytanı (= şeytanları) taşlayabiliyoruz, ne de “hakkıyla” secde edebiliyoruz!. = “Hakkıyla” şeytanı (= şeytanları) taşlayabilemediğimiz (= taşlayamadığımız) için “hakkıyla” da secde edemiyoruz!. Namazda bile!. Namaza, şeytanı taşlayarak başlıyoruz. = Namaza başlarken “Eûzu billâhi mine-ş şeytân-ir racîm” diyoruz. Recm, şeytan taşlama; racîm, şeytanın sıfatı. Şeytan, neden şeytan oldu da taşlandı (= Huzur’dan kovuldu)?!. Rabbin/in secde emrini dinlemediği ve O’na isyan ettiği için. Öyleyse, “ısrarla” Rabbin secde emrini dinlemeyen ve O’na isyan eden herkese şeytan diyebiliriz. Meseleye böyle bakarsak, o kadar çook şeytanın olduğunu, üstelik bu şeytanların iş ve güç birliği yaparak (= şirk-et-leşerek ve dev-let-leşerek) büyüdüklerini de söyleyebiliriz. Pekiî, bu şeytanlar neden böyle büyüyorlar?!.  Bizler, Rabbimize değil de onlara itaat ettiğimiz için = onları biz büyütüyoruz; üstelik de Rabbimize secde ettiğimizi söylüyoruz!. “Hakkıyla” Rabbimize secde etseydik = Rabb...

MESCİD

Mescid, secde edilen yer.  Yeryüzü, bir mescitti/r. İnsanlar o mescidi kirletince, “özel mescitlere” gerek duyuldu. Mescid-i Nebevî : Nebî’nin Mescidi. Mescid-i Haram : Kâbe.  Câmi, secde edenlerin toplandığı geniş mescid. Câmii cem’den, toplanılan, cem olunan yer demek; cemevi de aynı; cuma da toplanma/toplantı günü. Hacc, Mescid-i Haram’ın = Kâbe’nin etrafında, Me’şar-ı Haram bölgesinde yapılır.  Hacc, Hacce/HCC fiilinden isimdir; huccet (= kanıt, delil) de aynı köktür. Hacı, hucceti (= kanıtı, delili) elde etmiş = haccetmiş kişi demektir. Hacılar, Hacc yapan, Mescid-i Haram’ı = Kâbe’yi “gören” kişilerdir. Kâbe, ilk ma’beddir, Beytullah = ‘Allah’ın Evi’dir. Bu Ev, mübarektir ve âlemler için hidâyettir. = “... mübareken ve hüden lil âlemîn.” (3/96.) Bu Ev’de İbrâhim (a.s.)’ın makamı da vardır. Bu Ev, İbrâhim (a.s.)’dan önce de vardı, yıkılmış/kaybolmuştu, İbrâhim (a.s.) Onu tekrar diriltti, ve mirasçılarına (= bizlere) orayı “temiz tutun”! dedi. (Bknz. 2/125-127 ve 22/26...

DİL MESELESİ

Bu mesele, aynı zamanda bir anlama ve anlaşılma meselesidir. "Yabancı" bir memlekettesiniz; hiç kimse sizi anlamıyor (= sizin konuştuğunuz dili bilmiyor), ne yaparsınız; insanların dilini mi öğrenirsiniz, yoksa ısrarla konuştuğunuz dili bilen, sizi anlayan birini aramaya devam mı edersiniz?!. "Yerli" iseniz, siz herkesi, herkes de sizi anlar; konuştuklarınız (ve yazdıklarınız) anlaşılır. Konuştuğunuz dilin doğal = fıtrî bir dil olduğunu biliyorsanız, bundan eminseniz, kolay kolay konuştuğunuz dili terk etmezsiniz; ve, fıtratı bozulmamış insanlar bir gün beni anlar, diye beklersiniz; ayrıca, beni anlayan Bir’i zaten var, diyerek anlaşılmamayı da fazla dert etmezsiniz, değil mi?!. Ama dilinize güvenmiyorsanız (= anlattıklarınız ve size anlatılanlar sizi memnun etmiyorsa), hâlâ herkesin konuştuğu dili konuşmaya (ve öğrenmeye) devam eder misiniz?!. Ben, yaklaşık 10 yıl önce, herkes gibi benim de konuştuğum dili (= herkesin konuştuğu dili) terk ettim; beni kimse anlamasa...

HÂKİMİYET VE MÜLKİYET

Hâkimiyeti/mizi, mülkle ilişkimiz belirler. Mülk ile Melîk, hatta Melek, aynı şekilde yazılır. Hâkimiyet, önce mülk (= mal) üzerinden, sonra da insan üzerinden görünür, tezahür eder. Mülke (= mala) sahip olanlar, insanlara da sahip olmak isterler; kölelik ve kulluk buradan doğar. Antik dünyada mülkü reddeden kinizm ile, mülkten haz duyan hedonizm; klasik (ortaçağ) dünyadaki asetizm (= uzlet, inziva, çilecilik) ve konformizm; modern dünyadaki komünizm/sosyalizm ve kapitalizm, mülkle ilişkinin sonuçları veya uzantılarıdır. Bunlar, birbirlerine zıt kutuplardır = ifrat ve tefrittir.  İslâm’ın mülke bakışı = Müslümanın mülkle ilişkisi ise, “orta yolcu, ılıman” bir ilişkidir. İslâm’da mülk, esasında/aslında Allah’ındır; Allah bu mülkü kullanmaları için kullarına emanet olarak vermiştir. İslâm’ın (özel) mülkiyet = mülkü kullanım anlayışı, ne kapitalizmdeki gibi sınırsız; ne de komünizmdeki veya sosyalizmdeki gibi sahipsizdir. Kapitalizmde mülkün sahibi insan/birey, sosyalizmde mülkün sahi...

ALLAH'IN İLÂHLIĞI = HÜKÜMRANLIĞI

“Göklerde ve yerde olanlar, O’ndan isterler. O, her gün bir iştedir.” يَسْـَٔلُهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ    (55/29.) “O’nda ne bir dalgınlık olur ne de O’nu bir uyku tutar.”  لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ  (2/255.) “Eğer küfrederseniz; bilin ki Allah’ın size hiçbir ihtiyacı yoktur. O, kullarının küfründen hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz ondan hoşnut olur.” اِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ عَنْكُمْ وَلَا يَرْضٰى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَۚ   (39/7.) Allah’ın Hükümranlığında (= Krallığında = Melikliğinde) kötülüklerin = O’na isyanların olmasını nasıl anlamalıyız; veya Allah, her ân her şeye müdahilse, bu kötülükler (= isyanlar) neden oluyor; bu (durum) Allah’ın Hükümranlığına (= Krallığında = Melikliğinde = İlâhlığına) zarar vermiyor mu?!. Allah, hep iyilik (= şükür, itaat) ister; ama akıllı ve iradeli varlıklar (= şeytanlar ve şeytanlaşmış insanlar) imtihan gereği isyan da edebilirler. Dünya hayatı, iyiler i...

EZELÎ-EBEDÎ

Ezelî, kadim, öncesiz, başlangıçsız; ebedî, bâkî, ölümsüz, sonsuz. Ezelî ve ebedî, önü ve sonu olmayan. Böyle Bir’i, sadece Allah’tır. O’nun dışındaki herkesin ve her şeyin, bir başlangıcı ve bir sonu vardır. O’nun dışındaki herkes ve her şey, bir gün yok olacaktır. = “... küllü şeyin hélikün illâ Veche... = O’nun ‘Yüzü’ hariç, her şey yok olacaktır.” (28/88.) Zihinleri bulandıran bilim ve felsefe, maddeye de bu özelliği verir; ve maddeyi (= özdeği) de adetâ bir tanrı gibi görür. Modern bilim ve felsefe, maddeci ve materyalisttir. Onlara ve İslâm filozoflarına (= Kelâmcılarına) göre madde (= heyulâ), kendinden her şeyin ve herkesin var edildiği (= yaratıldığı) “tanımsız ve belirsiz” bişeydir. Tanım (veya tanımlama, belirleme), maddenin özelliklerine (= ilineklerine) göre yapılır. Özellikler (= ilinekler) ise, boyut (= küçüklük-büyüklük), yer kaplama, ağırlık-hafiflik, bölünebilirlik, birleştirilebilirlik, şekil, renk, tat, kokudur, vb. Bizim bildiğimiz madde, atomlardan oluşur, ve bili...

CEVHER ve ÂRAZ

Töz ve ilinek. Asıl ve fürû’. Öz ve biçim. “... küllü şeyin hélikün illâ Veche... = O’nun ‘Yüzü’ hariç, her şey yok olacaktır.” (28/88.) Çünkü, O’nun dışındaki herkes ve her şey aslında “yoktur.”!. Şey, kendi başına var olmayan; varlığı “Bi Başkasına”! muhtaç olan. Şeylerin özü (= aslı, cevheri, tözü) nedir?!. Thales’e göre su;  Herakletios’a göre ateş; Anaksimenderos’a göre hava; Ksenophanes’e göre toprak. Anâsır-ı Erbâ = Dört ana unsur : Toprak. Ateş. Su ve Ateş. Bu dört ana unsuru biz nasıl “biliriz”?!.  İlinekleri (= nitelikleri = özellikleri) ile. ... Aristoteles’e göre, 10 kategori vardır : 1. Töz. 2. Nicelik. 3. Nitelik. 4. İlişki. 5. Yer. 6. Zaman. 7. Konum. 8. İyelik. 9. Etkinlik. 10. Edilginlik. Son dokuzu, ilinektir. (İlki, tözdür.) Töz, ateşse; ateşin ilinekleri : sıcaklık, yakıcılık, ısıtıcılık, vs. Su ise, suyun ilinekleri : akıcılık, temizleyicilik, ferahlık, saflık, vs. Hava ise, havanın ilinekleri : uçuculuk, şeffaflık, hafiflik; Topraksa, toprağın ilinekleri ...

HASTALIK ve SAĞLIK

Materyalist ve mekanik açıdan hastalık, bedendeki organların bozukluğudur. Bu bakış, ruhsal bozuklukları (= psikolojik hastalıkları) “norm dışı” sayar ve bu tür hastaları hastaneye değil tımarhaneye gönderir. Tımarhane, aynı zamanda hayvan bakımevidir. Oysa hastalık, bireysel değil, toplumsaldır. Toplumun sağlığı bozulmuşsa, bireysel hastalıklar artar. Kötü yönetimden ve adaletsiz dağıtımdan kaynaklanan açlık, yetersiz beslenme, bozuk gıda alımı, kirli hava solunumu, ağır çalışma şartları, vb. durumlar hastalık üretirler. Ruh sağlığının bozulması da bunlardan, stresten ve ‘anlamsız bir hayat duygusundan’ bağımsız değildir. Modern tıp, hastalığı, kişisel bir bozukluk; tedaviyi de kişisel bir sağaltım olarak ele alır, ve hastalığa sebep olan etkenleri bağlamından koparır. Modern (şehir) hastaneler/i, bozuk, çarpık ve düzensiz yaşam biçiminin (= kapitalizmin) bozduğu (= hasta ettiği) insanları tedavi içindir. Amaç, onları, tekrar o bozuk, çarpık ve düzensiz yaşam biçimine geri döndürerek ...

KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT

İçlerinde en belirleyici olanı ve en kapsamlı olanı kültür; kültür, sanatı ve edebiyatı içine alır; ama artık neredeyse tüm dünya, aynı kültür havzası içinde; millî ve yerel kültürler, global-kapitalist kültüre teslim olmuş durumda/lar.  Kültür, değerleri, dolayısıyla yaşam biçimini belirler ve bunları nesilden nesile aktarır = geleceğe taşır. Giyim-kuşam, ev dizaynı, yeme/k alışkanlıkları, iş, ticaret ve siyaset yapma biçimi, mimarî, sanat ve edebiyat, eşya kullanımı, vs. hepsi kültürün içindedir. Bunlar, yaşantı, söz ve yazı ile taşınırlar. Yazının icadından önce, sözlü kültür egemendi. Öz/deyişler, atasözleri ve müzik sözlü kültürün araçlarıdır. Yazı, kültürü “dondurarak” taşır; yazı, göze hitap eder, görüntüdür. Hat, yazının estetize edilmiş hâlidir. Renk (= resim) ve fotoğraf da bir tür yazıdır. Resmi ve fotoğrafı hareketlendirme demek olan sinema/film, bugün yazının yerini almış gözüküyor. Ama, sinemada kullanılan (= televizyon dâhil) kamera, ideolojiktir; bizim görmek istedi...

KARAR-LI-LIK

Karar : Bir mesele hakkında verilen kesin hüküm. Seçeneklerden en uygun olanını seçme. Kararlı : Tutarlı, dengeli, istikrarlı. Kararlılık : Kararlı olma hâli. Erkek ya da kadın doğmayı (= olmayı), ana-babamızı, ırkımızı, vatanımızı, hatta seçmeniz gerekirken dinimizi bile! biz seçmiyoruz, (= seçmeden) miras alıyoruz. Oysa din, seçilmesi (= karar verilmesi) gereken “bişey”!. Seçmediğimiz (= karar vermediğimiz) o kadar çook şey var ki!. Kalbimizin, bir çok organımızın çalışması... Seçmediğimiz (= karar vermediğimiz) şeylerden sorumlu tutulmuyoruz. Ama dinden (= hangi dini seçtiğimizden) sorumluyuz. Çünkü din, bizim yaşam biçimimizi belirliyor. Seçmediğimiz (= karar vermediğimiz) şeylerle övünemeyiz, onlar üzerinden birbirimize üstünlük taslayamayız. Bu sebeple, erkeğin kadın, kadının erkek; Türk’ün Kürt, Kürt’ün Türk; Rus’un Alman, Alman’ın Rus; ... üzerinde hiçbir üstünlüğü yoktur; üstünlük, taqvâda = dindedir. İnsanlar, büyüük bir ailedir; hepsi Âdem’in çocuklarıdır. Bu ailenin çocukla...

İLE

Bağlaç. İki kişiyi ve iki şeyi birbirine bağlar. Ali ile Veli. Elma ile Armut. Araç. Eve araba ile gittim. İlişki. Ali ile tanıştım, konuştum, vs. Sebep. Bu işler, sadece yazmakla (= yazmak ile) olmuyor.  ... Arapçada ile, be (= ب); bir harf-i cer. Be’yi, be yapan da be’nin altındaki nokta.  Bütün harfler, be’nin altındaki noktanın (= noktaların) şekil alması ile oluşurlar.  “İlim, bir nokta idi; onu cahiller çoğalttı.” Hz. Ali. Allah-u A’lem, Rabbimiz, En Büyük “Görünmez Nokta”!. = Allah-u Ekber. Herkes ve her şey, “O Görünmez Nokta’nın”! görünen tecellîleri. ... Bi-İsmillâh = Allah’ın Adı ile. “Allah” ile değil, Allah’ın Adı ile. Lâ Havle ve lâ Quvvete illâ Bi-Allah (= Billah). = Güç ve Kuvvet, Allah iledir. = Bütün güç ve kuvvet, Allah’ın yardımı iledir. = Aslında/esasında (= gerçekte), Allah’ın Gücünden ve Kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur. Lâ ve illâ.  Bir lâ ve illâ da, ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’ta var. Allah’tan başka ilâh yok. = İlâh, sadece Allah’tır; başk...

ENDÎŞE

Kelime Farsça. Farsçadaki anlamı düşünce; ama biz bu kelimeyi üzüntü, kaygı ve korku içeren bir duygunun karşılığı olarak kullanırız. Biir sürü olumlu-olumsuz duygu vardır. Duygularımızdan emîn olmamız, bilgilerimizden emîn olmamıza bağlıdır. Pekiî bilgilerimiz kesin midir?!. Bilgi taşıyan milyonlarca kitap var; hangisine güveneceğiz?!. Biri (= Kur’ân) hariç, bu kitaplar, bilgiyi tüm boyutlarıyla ihâta eden (= kuşatan) kitaplar değildir. Ayrıca, hepsini okumamız da mümkün değildir. Kur’ân, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın Kitâb’ıdır. O Kitâb’a da güvenmezsek, çaresiz ve umutsuz olarak kalakalırız. Sadece ve sadece Bu Kitâb, bizdeki endişeyi (= korkuyu ve kaygıyı), umuda ve neşeye tahvil edebilir, yönlendirebilir.  Kitâb, korku ve kaygı karşılığında : haşyet, havf, vecil/vecilet, vecif/vâcife, nezr/inzar, ittigâ/taqvâ, rehb/rahb, rayb gibi kelimeleri kullanır. Haşyet, saygı ile karışık korkudur. Havf, yalın korkudur. Vecil/vecilet, umut (= iyi sonuç) içeren korkudur; ama yine de kalbin...