Kayıtlar

Mayıs, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

SALA-VÂ-T

Salâ. Salât ve Salavât. Üç kelimenin kökü de salâ (= صلى/ صلا/ صلو). A : Salâ : Ateşte kızartmak, ateşe yaslanmak. B : Sallâ : Namaz kılmak, duâ etmek, yardım talep etmek. C : Salât : Namaz.  D : Salavât : Destek vermek, sahip çıkmak. A/1. (88/4) = “teslâ nâren hamîmen.” = تَصْلٰى نَاراً حَامِيَةًۙ  A/2. (111/3.) = “se-yeslâ nâren zéte lehebin” = سَيَصْلٰى نَاراً ذَاتَ لَهَبٍۚ  A/3. (36/64.) = “ıslavhe-l yevme bimâ küntüm tekfürûn.” = اِصْلَوْهَا الْيَوْمَ بِمَا كُنْتُمْ تَكْفُرُونَ  A/4. (4/30.) = “...fesevfe nuslîhi nâran...” =  فَسَوْفَ نُصْل۪يهِ نَاراً   A/1. Kızgın ateşe atılacaklar. A/2. Alevli ateşe atılacak. A/3. Kâfir olduğunuz için bugün oraya (= o ateşe, cehenneme) yaslanın!. (= girin ve yanın!.) A/4. Onu yakında ateşe atacağız.  Daha buna benzer bir çok âyet.  B/1. (75/31.) = “felâ saddaka velâ sallâ” = فَلَا صَدَّقَ وَلَا صَلّٰى   B/2. (87/15.) = “ve zekere-sme rabbihî fe-sallâ” = وَذَكَرَ اسْمَ رَبِّه۪ فَصَلّٰىۜ  ...

KURBAN

Kurban, kurb veya KRB (= قرب) fiilinden fü’lân vezninde, yakınlaşma veya yakın olma anlamındaki isim. Tüm medeniyet ve dinlerde kurban var. Bunun için, biraz Dinler Tarihi, biraz Antropoloji okumak yeterli. Her medeniyet ve din, Tanrı’sına veya tanrılarına yakınlaşmak istemiştir. Tarih bize Hz. İbrâhim (a.s.) öncesinde, insanın da kurban edildiği dair bilgiler verir. Hz. İbrâhim (a.s.) ile, insan kurbanının, sembolik olarak hayvan kurbanına dönüşmüş olduğunu söyleyebiliriz. Bu dönüşüm, Kur’ân-ı Kerîm’in 37. (= Saff) Sûresi 100 ilâ 110. âyetleri arasında anlatılır. Kur’ân-ı Kerîm kurbanı, zibh, hedy/udhiye ve nahr kelimeleri ile karşılar. Zibh, mezbaha da aynı kök, ve nahr, boğazlamak ve boğazdan kesmek; hedy/udhiye, yol göstermek ve hediye vermek; kurban, yakın olmak ve yakınlaşmak demek. İslâm’ın (= Müslümanların) iki bayramı var. Ramazan ve Kurban. Ramazandaki oruç da kurban da boğazdan kesmedir. İlki, helâl yemeği boğazdan geçirmeme; ikincisi, boğazı kesme. İkisi de “fedakârlık”!. O...

İLİM NEDİR?!.

İlim, keşif mi icat mı?!. Keşif : Olan ama henüz bilinmeyen (bulunmayan) bi şeyi bulmak ve bilmek; icat ise : o şeyi yoktan var etmek veya yaratmak. Bize göre ilim, olan ama henüz bilinmeyen (bulunmayan) bi şeyi bulmak ve bilmektir; yâni, bir keşiftir. Rabbe göre İlim, bir yaratmadır, icattır; O’nun bilmesi ile yaratması farklı değildir; O, yaratmak istediği şeyi Zâtında bilir ve “Ol”! der oldurur = yaratır, hemen vücuda getirir. Bizler, yaratılan = vücuda getirilen şeyleri keşfederek bilgilenir, bilgi sahibi oluruz; kendimiz yoktan bişey var edemeyiz. Bizim icat dediğimiz şeyler de, var (= mevcut) olanların yeni, o âna kadar bilinmeyen birer kompozisyonudur. İlim, bir keşifse; iman nedir?!. İman, ilme konu olan şeylerin Bir Var (= Îcad) Eden’ine inanmak ve o şeyleri O’nun dediği/istediği şekilde kullanmaktır. Şeyleri (kendi vücudumuz dâhil) O’nun dediği/istediği şekilde kullanmamaya ise, inkâr veya isyan denir. İlimle keşfediyoruz ama iman olmadığı için şeyleri Rabbimizin istediği şek...

PASTA

Bu pasta, pastanede yapılan ve satılan pasta değil, yurtiçinde ve yurtdışında üretilen toplam hâsıla, toplam kazanç. Bu kazanç, âdil dağılmazsa, adâlet “duygusu” yara alır, alıyor da. Kalkınma, âdil paylaşımla anlamlıdır. Ülke içinde ve dünyada pastadan aslan payını (= büyük payı) küçük bir kesim alıyor; kırıntılar da büyük kesimlere kalıyorsa, adâletten söz edemeyiz. Ülke içinde de (= GSYİH = Gayri safi yurt içi hâsıla), dünyada da paylaşımda çook ciddî bir adâlet (= paylaşım) sorunu var. Forbes Türkiye’nin belirttiğine göre dünyanın en zenginleri listesine giren 3000 kişinin toplam serveti 16 trilyon doları aşmış; ABD vatandaşı olan ilk üç kişinin serveti ise yaklaşık 700 milyar dolar. Türkiye’deki ilk üçün serveti ise 10 milyar dolar civarındaymış... Türkiye’nin 2025 bütçesi : 13 trilyon TL, yaklaşık 300 milyar dolar. Dünyanın ilk üç zenginin toplam serveti, Türkiye’nin 2025 bütçesinin 2,5 katı. Türkiye, dünyanın 17. büyük ekonomisi.  40 yıllık teröre rağmen Türkiye kalkınan bir...

NEZÂRETTE ÖZGÜRÜZ!.

Bilmeyenler için nazar (= نظر)'dan nazariye : fikir, görüş; nezaret (=نظارت ) : gözetim, denetim. Çook geniş bir “dünyadan” (= cennet), çook küçük bir “dünyaya” geldik. O cennetin genişliği, gökle yerin genişliği kadardı. (Bknz. 57/21.) Şöyle bir kıyaslama da yaparsak, içinde yaşadığımız dünya, âleme (= evrene, kâinata) göre, dünya içindeki bir nezarethanedir. Bizim özgürlüğümüz, bu nezarethanedeki (= bu dünyadaki) özgürlüktür. Bu dünyayı tamamen ateşe versek, âlemin (= evrenin, kâinatın) duvarında bir çivi izi bile oluşturamayız.  İçinde yaşadığımız dünya, fiziksel büyüklük olarak âleme (= evrene, kâinata) göre bi toz zerresi bile değil; içindeki insanı da (= bizleri de) elektron mikroskobu ile bile göremeyiz!. Merak etmeyin, ne kadar “haylazlık”! yaparsak yapalım, kontrol (= denetim ve gözetim) altındayız!. Özgürlük alanımız ve gücümüz (= bütün yapıp-etmelerimiz) çok mu çok sınırlı. Ateş olsak, sadece kendi hücremizi yakarız; bu hücre de kâinata kıyasla bir çivi izi mesabesinde b...

SPİNOZA ve BACON

Natura naturans ve Natura naturata (Natura naturans : Yaratıcı tabiat. Natura naturata : Yaratılan tabiat.) kavramları iki düşünürde de ortak. Spinoza’da Tanrı ile tabiat eşittir. Deus sive Natura = Tanrı ya da Doğa. Spinoza, 1632 ilâ 1677 yılları arasında yaşamış, Yahudilikten aforoz edilmiş bir filozof. Bacon, 1561 ilâ 1626 yılları arasında yaşamış İngiliz bilim adamı. İkisi de bilim adına doğa ve Tanrı ile ilgilenirler. Bacon’a göre, “Bilgi güçtür.” (Bacon’ın ünlü sözü.); bu güç elde edilirse, bilim/bilgi (= teknoloji) yoluyla doğa kontrol edilebilir = doğaya hükmedilebilir. Bacon’la çağdaş olan Spinoza, onun mirasını devralmış ve dini/dinleri (= Yahudilik ve Hıristiyanlığı), ortaçağın  “mitolojisiden”! (= gizeminden) arındırarak bilimsel kılmak istemiştir. İkisi de akıcıdır = rasyonalisttir. Bu akılcılıkları = rasyonalistlikleri, onları bilim ortak paydasında buluşturur. İkisi de inançlıdır. Ama onların açtığı yolun sonu bugün, hem yaratıcı doğayı = natura naturans’ı, hem de ya...

SELÂM-UN ALEYKÜM

Selâm, Silm, İslâm, Müslim, Müslüman, Teslim ve Süllem aynı kök =  سلم . Selâm, sağlık, esenlik, huzur dileği. Silm, barış. İslâm, huzur dini. Müslim ve Müslüman, huzurlu adam. Teslim, emaneti sahibine verme. Süllem, merdiven. Selâm, verilir ve alınır. Selâmı veren (= es-selâm-u aleyküm diyen), muhatabına sağlık, esenlik, huzur diler; selâmı alan da (= ve aleyküm selâm diyen de) selâmı verene aynı şekilde mukabele eder. Aleyküm, alâ harf-i ceri ile ke zamirinden oluşur. Alâ, üzerine; ke, sen; küm, ke’nin çoğulu. = Ke-kümâ-küm. Küm, tüm ke’leri kapsar; ke, tekil olsa bile nezaket bildirir. Es-selâm-u aleyküm = Selâm sizin üzerinize olsun; ve aleyküm selâm = Sizin de... = Hepimizin üzerine olsun.  Es-Selâm, Allah’ın İsimlerinden. (57/23.) Selâmet ve Esenlik Veren. Allah’ümme Ente-s Selâm ve minKe-s Selâm. Allah’ım Selâm Sen’sin, Selâm Sen’den. Bu yüzden Allah, tam Esenliktir, tam Tamlıktır, Allah’a Selâm (hiçbir şey) verilmez; ama Allah, herkese her şeyi verir. Allah bize selâm ...

CENNET & CEHENNEM

Kelime anlamıyla cennet, “gizli, saklı bahçe” demek. Cin, mecnûn ve cenîn de aynı kök. Cin/ler, görünmez varlık/lar. Mecnûn, aklı örtülmüş, aklı başından gitmiş, delirmiş. Cenîn, ana rahmindeki henüz doğmamış (görünür olmayan) çocuk. Cennet, “beklenen, özlenen ve çook güzel” olan bir yer; o yerde herkes mutlu ve huzurlu; her şey de “lezzetli”!. Cehennem, “sıkıcı, bunaltıcı ve çook acı verici” bir yer; o yerde herkes mutsuz ve huzursuz; her şey de “berbat”!. Cennet de cehennem de, “burada, bu dünyada” kazanılır; “dünya, âhiretin tarlasıdır.” Dünya, ûlâ; cennet ve cehennem, uhrâ/âhirettir. Ûlâ ile uhrâyı (= âhireti = ukbâyı) ‘zamansal ve mekânsal olmanın dışında’ birbirinden ayırmamak gerekiyor. Bu ikisi (= dünya ve ukbâ), “düz bir çizgi”! gibidir. Önemli olan, bu çizginin yönü (= istikâmeti). Sırât-ı müsteqîm üzre olanların yolu, cennete; ötekilerin yolu, cehenneme çıkar. Cennete, Allah’a ve Rasûlüne itaat edenler; cehenneme, Allah’a ve Rasûlüne isyan edenler girecek. Cennettekiler, Neb...

HIZ

Hız : Sürat. Çabukluk. Zıttı, yavaşlık. Modern dünyada hızı, makina (= motor) artırdı. Makina, zanaatı da öldürdü Makinanın seri üretime (= fabrikaya) girmesi ile mal bollaştı. Buna rağmen, seri bir şekilde ve bolca üretilen mallar, yine de ateş pahası. Neden?!. Kapitalistlerin (zenginlik) hırsı yüzünden. Hız, felâkettir. Bu cümle, hem trafik hem de doğal yaşam açısından doğru bir cümle. Hız, yaşamın kontrolünü kaybettirir ve bizi etrafta olup-bitenlerden mahrum eder. Bir yere yürüyerek gitmek, etraftaki otu-çöpü, toprağı, suyu, havayı, yol boyunca neredeyse olup-biten her şeyi fark etmekken; araba ile gitmek, hızlı bir şekilde sadece yolu görmektir.  Hız, çok şey görmemizi sağlamıyor, aksine, bizim çoğu şeyi görmemizi ıskalıyor. Modern insan, hızlı yaşıyor ama “genç” (= doğru dürüst hiç bişeyin farkında olamadan) ölüyor. Serî üretim (= sanayii = endüstri), hem doğal kaynakları çok hızlı kullanarak hem de sağlıksız ürünler üreterek, bizi ya makineye (= birer robota) dönüştürüyor ya...

HİDÂYET

Doğru yolu bulma. Bu bulma, kişinin kendinin gerçekleştireceği teorik (= nazarî) bişey değil; doğru yolu âlemlerin Rabbi buldurur, kul da bulmak için O’ndan yardım dilenir. Doğru yol, yürünen (= yaşanan) hayattır. “iyyeKe neabudu ve iyyaKe nesteîn. İhdinâ-s sırât-al müsteqîm. Sırât-al llezîne enamte aleyhim, gayr-il meadûbi aleyhim, ve le-d dâllîn.” (1/5-7) Çoğu insan, Rabbine değil de kendi aklına güvendiği (= inandığı) için yanlış yolda yürür, ve sittîn sene doğru yolu bulamaz. Akıl, vahiy olmasa hangi yolun doğru olduğunu bilemez. Vahiy, El-Alîm olan âlemlerin Rabbinin bilgisidir.  “elâ yealemü men halas?!. = Yaratan bilmez mi?!.” (67/14.) Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın gazabına/gadabına uğrayanlar ve dalâlete düşenler = meadûbi aleyhim, ve le-d dâllîn, vahyi görmezden gelenlerdir. Dalâlet, hidâyetin zıttıdır. Hidâyet, salt teorik (= nazari) bişey değil, aynı zamanda amelî (= pratik) bişeydir (= praxis). Kitâb, bundan dolayı imanla ameli birbirinden ayırmaz = émenû ve amilu-s sâl...

TÂBİR & TE'VİL

Tâbir, ABR’nin; te’vil, EVL’nin tef”il kalıbı. ABR : Dile getirmek, ifâde etmek, karşıdan karşıya geçmek, gözyaşı dökmek. EVL : Evveline (= aslına, ilk hâline) dönmek.  Rüya, hem tâbir edilir hem te’vil. Tâbir, te’vil değilse; te’vil de tabir değilse; fark nerede?!. Yusuf (a.s.), rüyaları mı te’vil ediyordu; hâdisenin çoğulu olan ehâdis, rüya/lar mı?!. (“...ve yuallimuke min tevil-il ehâdis...” 12/6.) İlk beş âyet, rüyadan söz ediyor. Bu rüya, “gündüz görülen bir rüya”! = yaşanan veya yaşanacak olan hâdiselerin önceden görülmesi olmasın!. Çünkü, o rüya “aynen” gerçekleşmiş bir rüya. Bu rüyanın tâbirini dil; te’vilini de hayat (= yaşam) gerçek kılmıştır. Tüm Elçiler gibi Yusuf (a.s.)’ın da özü ile sözü bir. Rabbim bizleri de Onlara “benzer” (= özü ile sözü bir olanlardan) kılsın. Tâbirden te’vile geçmek, belki de (Yusuf a.s. gibi) çile çekmek. Tebliğcilerin (= tâbircilerin ve te’vilcilerin), bu hususu dikkate alması = tebliğ ettikleri dini, yaşamlarıyla doğru temsil etmeleri gerekir...

ÜLÜL ELBÂB

23 Mayıs tarihli “Şeytan Taşlama ve Secde” adlı yazımı, Ül-ül Elbâb olanlar, şeytanı (= şeytanları) “hakkıyla” taşlarlar, ve Rablerine “hakkıyla” secde ederler = namaz kılarlar = namazlarını hayatlarına taşırlar. Her dâim Rablerine sığınırlar. = “Eûzü billâhi mine-ş şeytân-ir racîm, Bismillahirrahmanirrahim.” derler, şeklinde bitirmiştim. Ülül Elbâb nedir diye bir soru geldi. Bu soruyu, Profesör Aslan Gülcü hoca ile müzakere ettik. Bu müzakerenin sonucunda, Ülül Elbâb olanların : temiz (= selîm) akıl, temiz (= selîm) kalp, sağlam bilgi (= râsih, ve-r râsihûne fil ilm), sâlih amel sahibi, hikmet ehli kimseler olduğuna kanaat getirdik. Bakara Sûresinin 267 ilâ 269. âyetleri dikkatle okunur ve anlaşılırsa, ki, 269. âyet Ülül Elbâb ile biter, bu “çıkarımın” isabetli olduğu görülür. 267. âyet, infâktan söz eder ve infâkın da en iyi (= en temiz, en helâl) şeylerden olmasını; cimriliğin bir fahşâ ve şeytanın emri (= telkini) olduğunu söyler. Ve 269. âyet, bu durumun, hikmetle ve ülül elbâb il...

HUKUK DEVLETİ

Hukuk, yaşam biçimini ve hakları belirler ve toplumsal (= siyasal) düzeni (= birlikte yaşamı) sağlar. Yaşam biçimi, özel hukukun; düzen, kamu hukukunun alanına girer. Özel hukuk, özgürlüğün; kamu hukuku, zorunluluğun alanıdır. Özgürlükle zorunluluk arasındaki ilişkileri düzenlemek, “bıçak sırtı” bir durumdur; burada dengeyi sağlamak, sanıldığı kadar kolay değildir. Kamu, devlettir; devlet ise, örgütlü toplum. Bu örgütteki (= devletteki) etkin güçlerin her zaman dengeyi kendi lehlerine bozma “ihtimalleri” vardır. Devletteki siyaset (= yönetme) de buna göre şekillenir. Kamuda (= devlette) adâlet, bu dengenin gözetilmesi, hiçbir kesime ekstra bir imtiyazın verilmemesidir. Bu durum, yetenek ve imkânları farklı olan kişi ve kesimler için ciddî bir sorun oluşturur. Bu sorun, yetenek ve imkânları farklı olan kişi ve kesimlerin gönüllü feragati ile aşılabilir. Böyle gönüllü bir feragat ve bu feragatin, “ileride” (= ötede, âhirette) bir karşılığı yoksa, bu dünyada hak-hukuk = adâlet ve düzen, ü...

ŞEYTAN TAŞLAMA VE SECDE

Ne “hakkıyla” şeytanı (= şeytanları) taşlayabiliyoruz, ne de “hakkıyla” secde edebiliyoruz!. = “Hakkıyla” şeytanı (= şeytanları) taşlayabilemediğimiz (= taşlayamadığımız) için “hakkıyla” da secde edemiyoruz!. Namazda bile!. Namaza, şeytanı taşlayarak başlıyoruz. = Namaza başlarken “Eûzu billâhi mine-ş şeytân-ir racîm” diyoruz. Recm, şeytan taşlama; racîm, şeytanın sıfatı. Şeytan, neden şeytan oldu da taşlandı (= Huzur’dan kovuldu)?!. Rabbin/in secde emrini dinlemediği ve O’na isyan ettiği için. Öyleyse, “ısrarla” Rabbin secde emrini dinlemeyen ve O’na isyan eden herkese şeytan diyebiliriz. Meseleye böyle bakarsak, o kadar çook şeytanın olduğunu, üstelik bu şeytanların iş ve güç birliği yaparak (= şirk-et-leşerek ve dev-let-leşerek) büyüdüklerini de söyleyebiliriz. Pekiî, bu şeytanlar neden böyle büyüyorlar?!.  Bizler, Rabbimize değil de onlara itaat ettiğimiz için = onları biz büyütüyoruz; üstelik de Rabbimize secde ettiğimizi söylüyoruz!. “Hakkıyla” Rabbimize secde etseydik = Rabb...

MESCİD

Mescid, secde edilen yer.  Yeryüzü, bir mescitti/r. İnsanlar o mescidi kirletince, “özel mescitlere” gerek duyuldu. Mescid-i Nebevî : Nebî’nin Mescidi. Mescid-i Haram : Kâbe.  Câmi, secde edenlerin toplandığı geniş mescid. Câmii cem’den, toplanılan, cem olunan yer demek; cemevi de aynı; cuma da toplanma/toplantı günü. Hacc, Mescid-i Haram’ın = Kâbe’nin etrafında, Me’şar-ı Haram bölgesinde yapılır.  Hacc, Hacce/HCC fiilinden isimdir; huccet (= kanıt, delil) de aynı köktür. Hacı, hucceti (= kanıtı, delili) elde etmiş = haccetmiş kişi demektir. Hacılar, Hacc yapan, Mescid-i Haram’ı = Kâbe’yi “gören” kişilerdir. Kâbe, ilk ma’beddir, Beytullah = ‘Allah’ın Evi’dir. Bu Ev, mübarektir ve âlemler için hidâyettir. = “... mübareken ve hüden lil âlemîn.” (3/96.) Bu Ev’de İbrâhim (a.s.)’ın makamı da vardır. Bu Ev, İbrâhim (a.s.)’dan önce de vardı, yıkılmış/kaybolmuştu, İbrâhim (a.s.) Onu tekrar diriltti, ve mirasçılarına (= bizlere) orayı “temiz tutun”! dedi. (Bknz. 2/125-127 ve 22/26...

DİL MESELESİ

Bu mesele, aynı zamanda bir anlama ve anlaşılma meselesidir. "Yabancı" bir memlekettesiniz; hiç kimse sizi anlamıyor (= sizin konuştuğunuz dili bilmiyor), ne yaparsınız; insanların dilini mi öğrenirsiniz, yoksa ısrarla konuştuğunuz dili bilen, sizi anlayan birini aramaya devam mı edersiniz?!. "Yerli" iseniz, siz herkesi, herkes de sizi anlar; konuştuklarınız (ve yazdıklarınız) anlaşılır. Konuştuğunuz dilin doğal = fıtrî bir dil olduğunu biliyorsanız, bundan eminseniz, kolay kolay konuştuğunuz dili terk etmezsiniz; ve, fıtratı bozulmamış insanlar bir gün beni anlar, diye beklersiniz; ayrıca, beni anlayan Bir’i zaten var, diyerek anlaşılmamayı da fazla dert etmezsiniz, değil mi?!. Ama dilinize güvenmiyorsanız (= anlattıklarınız ve size anlatılanlar sizi memnun etmiyorsa), hâlâ herkesin konuştuğu dili konuşmaya (ve öğrenmeye) devam eder misiniz?!. Ben, yaklaşık 10 yıl önce, herkes gibi benim de konuştuğum dili (= herkesin konuştuğu dili) terk ettim; beni kimse anlamasa...

HÂKİMİYET VE MÜLKİYET

Hâkimiyeti/mizi, mülkle ilişkimiz belirler. Mülk ile Melîk, hatta Melek, aynı şekilde yazılır. Hâkimiyet, önce mülk (= mal) üzerinden, sonra da insan üzerinden görünür, tezahür eder. Mülke (= mala) sahip olanlar, insanlara da sahip olmak isterler; kölelik ve kulluk buradan doğar. Antik dünyada mülkü reddeden kinizm ile, mülkten haz duyan hedonizm; klasik (ortaçağ) dünyadaki asetizm (= uzlet, inziva, çilecilik) ve konformizm; modern dünyadaki komünizm/sosyalizm ve kapitalizm, mülkle ilişkinin sonuçları veya uzantılarıdır. Bunlar, birbirlerine zıt kutuplardır = ifrat ve tefrittir.  İslâm’ın mülke bakışı = Müslümanın mülkle ilişkisi ise, “orta yolcu, ılıman” bir ilişkidir. İslâm’da mülk, esasında/aslında Allah’ındır; Allah bu mülkü kullanmaları için kullarına emanet olarak vermiştir. İslâm’ın (özel) mülkiyet = mülkü kullanım anlayışı, ne kapitalizmdeki gibi sınırsız; ne de komünizmdeki veya sosyalizmdeki gibi sahipsizdir. Kapitalizmde mülkün sahibi insan/birey, sosyalizmde mülkün sahi...

ALLAH'IN İLÂHLIĞI = HÜKÜMRANLIĞI

“Göklerde ve yerde olanlar, O’ndan isterler. O, her gün bir iştedir.” يَسْـَٔلُهُ مَنْ فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ كُلَّ يَوْمٍ هُوَ ف۪ي شَأْنٍۚ    (55/29.) “O’nda ne bir dalgınlık olur ne de O’nu bir uyku tutar.”  لَا تَأْخُذُهُ سِنَةٌ وَلَا نَوْمٌۜ  (2/255.) “Eğer küfrederseniz; bilin ki Allah’ın size hiçbir ihtiyacı yoktur. O, kullarının küfründen hoşnut olmaz. Eğer şükrederseniz ondan hoşnut olur.” اِنْ تَكْفُرُوا فَاِنَّ اللّٰهَ غَنِيٌّ عَنْكُمْ وَلَا يَرْضٰى لِعِبَادِهِ الْكُفْرَۚ   (39/7.) Allah’ın Hükümranlığında (= Krallığında = Melikliğinde) kötülüklerin = O’na isyanların olmasını nasıl anlamalıyız; veya Allah, her ân her şeye müdahilse, bu kötülükler (= isyanlar) neden oluyor; bu (durum) Allah’ın Hükümranlığına (= Krallığında = Melikliğinde = İlâhlığına) zarar vermiyor mu?!. Allah, hep iyilik (= şükür, itaat) ister; ama akıllı ve iradeli varlıklar (= şeytanlar ve şeytanlaşmış insanlar) imtihan gereği isyan da edebilirler. Dünya hayatı, iyiler i...

EZELÎ-EBEDÎ

Ezelî, kadim, öncesiz, başlangıçsız; ebedî, bâkî, ölümsüz, sonsuz. Ezelî ve ebedî, önü ve sonu olmayan. Böyle Bir’i, sadece Allah’tır. O’nun dışındaki herkesin ve her şeyin, bir başlangıcı ve bir sonu vardır. O’nun dışındaki herkes ve her şey, bir gün yok olacaktır. = “... küllü şeyin hélikün illâ Veche... = O’nun ‘Yüzü’ hariç, her şey yok olacaktır.” (28/88.) Zihinleri bulandıran bilim ve felsefe, maddeye de bu özelliği verir; ve maddeyi (= özdeği) de adetâ bir tanrı gibi görür. Modern bilim ve felsefe, maddeci ve materyalisttir. Onlara ve İslâm filozoflarına (= Kelâmcılarına) göre madde (= heyulâ), kendinden her şeyin ve herkesin var edildiği (= yaratıldığı) “tanımsız ve belirsiz” bişeydir. Tanım (veya tanımlama, belirleme), maddenin özelliklerine (= ilineklerine) göre yapılır. Özellikler (= ilinekler) ise, boyut (= küçüklük-büyüklük), yer kaplama, ağırlık-hafiflik, bölünebilirlik, birleştirilebilirlik, şekil, renk, tat, kokudur, vb. Bizim bildiğimiz madde, atomlardan oluşur, ve bili...

CEVHER ve ÂRAZ

Töz ve ilinek. Asıl ve fürû’. Öz ve biçim. “... küllü şeyin hélikün illâ Veche... = O’nun ‘Yüzü’ hariç, her şey yok olacaktır.” (28/88.) Çünkü, O’nun dışındaki herkes ve her şey aslında “yoktur.”!. Şey, kendi başına var olmayan; varlığı “Bi Başkasına”! muhtaç olan. Şeylerin özü (= aslı, cevheri, tözü) nedir?!. Thales’e göre su;  Herakletios’a göre ateş; Anaksimenderos’a göre hava; Ksenophanes’e göre toprak. Anâsır-ı Erbâ = Dört ana unsur : Toprak. Ateş. Su ve Ateş. Bu dört ana unsuru biz nasıl “biliriz”?!.  İlinekleri (= nitelikleri = özellikleri) ile. ... Aristoteles’e göre, 10 kategori vardır : 1. Töz. 2. Nicelik. 3. Nitelik. 4. İlişki. 5. Yer. 6. Zaman. 7. Konum. 8. İyelik. 9. Etkinlik. 10. Edilginlik. Son dokuzu, ilinektir. (İlki, tözdür.) Töz, ateşse; ateşin ilinekleri : sıcaklık, yakıcılık, ısıtıcılık, vs. Su ise, suyun ilinekleri : akıcılık, temizleyicilik, ferahlık, saflık, vs. Hava ise, havanın ilinekleri : uçuculuk, şeffaflık, hafiflik; Topraksa, toprağın ilinekleri ...

HASTALIK ve SAĞLIK

Materyalist ve mekanik açıdan hastalık, bedendeki organların bozukluğudur. Bu bakış, ruhsal bozuklukları (= psikolojik hastalıkları) “norm dışı” sayar ve bu tür hastaları hastaneye değil tımarhaneye gönderir. Tımarhane, aynı zamanda hayvan bakımevidir. Oysa hastalık, bireysel değil, toplumsaldır. Toplumun sağlığı bozulmuşsa, bireysel hastalıklar artar. Kötü yönetimden ve adaletsiz dağıtımdan kaynaklanan açlık, yetersiz beslenme, bozuk gıda alımı, kirli hava solunumu, ağır çalışma şartları, vb. durumlar hastalık üretirler. Ruh sağlığının bozulması da bunlardan, stresten ve ‘anlamsız bir hayat duygusundan’ bağımsız değildir. Modern tıp, hastalığı, kişisel bir bozukluk; tedaviyi de kişisel bir sağaltım olarak ele alır, ve hastalığa sebep olan etkenleri bağlamından koparır. Modern (şehir) hastaneler/i, bozuk, çarpık ve düzensiz yaşam biçiminin (= kapitalizmin) bozduğu (= hasta ettiği) insanları tedavi içindir. Amaç, onları, tekrar o bozuk, çarpık ve düzensiz yaşam biçimine geri döndürerek ...

KÜLTÜR-SANAT-EDEBİYAT

İçlerinde en belirleyici olanı ve en kapsamlı olanı kültür; kültür, sanatı ve edebiyatı içine alır; ama artık neredeyse tüm dünya, aynı kültür havzası içinde; millî ve yerel kültürler, global-kapitalist kültüre teslim olmuş durumda/lar.  Kültür, değerleri, dolayısıyla yaşam biçimini belirler ve bunları nesilden nesile aktarır = geleceğe taşır. Giyim-kuşam, ev dizaynı, yeme/k alışkanlıkları, iş, ticaret ve siyaset yapma biçimi, mimarî, sanat ve edebiyat, eşya kullanımı, vs. hepsi kültürün içindedir. Bunlar, yaşantı, söz ve yazı ile taşınırlar. Yazının icadından önce, sözlü kültür egemendi. Öz/deyişler, atasözleri ve müzik sözlü kültürün araçlarıdır. Yazı, kültürü “dondurarak” taşır; yazı, göze hitap eder, görüntüdür. Hat, yazının estetize edilmiş hâlidir. Renk (= resim) ve fotoğraf da bir tür yazıdır. Resmi ve fotoğrafı hareketlendirme demek olan sinema/film, bugün yazının yerini almış gözüküyor. Ama, sinemada kullanılan (= televizyon dâhil) kamera, ideolojiktir; bizim görmek istedi...

KARAR-LI-LIK

Karar : Bir mesele hakkında verilen kesin hüküm. Seçeneklerden en uygun olanını seçme. Kararlı : Tutarlı, dengeli, istikrarlı. Kararlılık : Kararlı olma hâli. Erkek ya da kadın doğmayı (= olmayı), ana-babamızı, ırkımızı, vatanımızı, hatta seçmeniz gerekirken dinimizi bile! biz seçmiyoruz, (= seçmeden) miras alıyoruz. Oysa din, seçilmesi (= karar verilmesi) gereken “bişey”!. Seçmediğimiz (= karar vermediğimiz) o kadar çook şey var ki!. Kalbimizin, bir çok organımızın çalışması... Seçmediğimiz (= karar vermediğimiz) şeylerden sorumlu tutulmuyoruz. Ama dinden (= hangi dini seçtiğimizden) sorumluyuz. Çünkü din, bizim yaşam biçimimizi belirliyor. Seçmediğimiz (= karar vermediğimiz) şeylerle övünemeyiz, onlar üzerinden birbirimize üstünlük taslayamayız. Bu sebeple, erkeğin kadın, kadının erkek; Türk’ün Kürt, Kürt’ün Türk; Rus’un Alman, Alman’ın Rus; ... üzerinde hiçbir üstünlüğü yoktur; üstünlük, taqvâda = dindedir. İnsanlar, büyüük bir ailedir; hepsi Âdem’in çocuklarıdır. Bu ailenin çocukla...

İLE

Bağlaç. İki kişiyi ve iki şeyi birbirine bağlar. Ali ile Veli. Elma ile Armut. Araç. Eve araba ile gittim. İlişki. Ali ile tanıştım, konuştum, vs. Sebep. Bu işler, sadece yazmakla (= yazmak ile) olmuyor.  ... Arapçada ile, be (= ب); bir harf-i cer. Be’yi, be yapan da be’nin altındaki nokta.  Bütün harfler, be’nin altındaki noktanın (= noktaların) şekil alması ile oluşurlar.  “İlim, bir nokta idi; onu cahiller çoğalttı.” Hz. Ali. Allah-u A’lem, Rabbimiz, En Büyük “Görünmez Nokta”!. = Allah-u Ekber. Herkes ve her şey, “O Görünmez Nokta’nın”! görünen tecellîleri. ... Bi-İsmillâh = Allah’ın Adı ile. “Allah” ile değil, Allah’ın Adı ile. Lâ Havle ve lâ Quvvete illâ Bi-Allah (= Billah). = Güç ve Kuvvet, Allah iledir. = Bütün güç ve kuvvet, Allah’ın yardımı iledir. = Aslında/esasında (= gerçekte), Allah’ın Gücünden ve Kuvvetinden başka güç ve kuvvet yoktur. Lâ ve illâ.  Bir lâ ve illâ da, ‘Lâ ilâhe illâ-l Allah’ta var. Allah’tan başka ilâh yok. = İlâh, sadece Allah’tır; başk...

ENDÎŞE

Kelime Farsça. Farsçadaki anlamı düşünce; ama biz bu kelimeyi üzüntü, kaygı ve korku içeren bir duygunun karşılığı olarak kullanırız. Biir sürü olumlu-olumsuz duygu vardır. Duygularımızdan emîn olmamız, bilgilerimizden emîn olmamıza bağlıdır. Pekiî bilgilerimiz kesin midir?!. Bilgi taşıyan milyonlarca kitap var; hangisine güveneceğiz?!. Biri (= Kur’ân) hariç, bu kitaplar, bilgiyi tüm boyutlarıyla ihâta eden (= kuşatan) kitaplar değildir. Ayrıca, hepsini okumamız da mümkün değildir. Kur’ân, âlemlerin Rabbi olan Allah’ın Kitâb’ıdır. O Kitâb’a da güvenmezsek, çaresiz ve umutsuz olarak kalakalırız. Sadece ve sadece Bu Kitâb, bizdeki endişeyi (= korkuyu ve kaygıyı), umuda ve neşeye tahvil edebilir, yönlendirebilir.  Kitâb, korku ve kaygı karşılığında : haşyet, havf, vecil/vecilet, vecif/vâcife, nezr/inzar, ittigâ/taqvâ, rehb/rahb, rayb gibi kelimeleri kullanır. Haşyet, saygı ile karışık korkudur. Havf, yalın korkudur. Vecil/vecilet, umut (= iyi sonuç) içeren korkudur; ama yine de kalbin...

MUHAMMED MUSTAFÂ (S.A.V.)

Muhammed, övülmüş; Mustafâ, seçilmiş. Seçim varsa, seçen de seçilen de vardır. Aslında dünyaya gelen herkes, seçilmiş de gönderilmiştir. = “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.” (2/30.) Mustafâ, diğer seçilmiş Rasüller gibi yeryüzüne gönderilenler arasından ayrıca seçilmiştir; yeryüzüne gönderilen herkese (= bizlere) denilmiştir ki : “Bunun gibi” olun!. ... Demokrasi de seçime dayanır; onda da seçenler ve seçilmişler/seçilenler vardır. Seçilmişler değil seçenler esastır/asıldır. Seçilmişler, seçenin dediğini yapmak üzere seçilirler. Ama seçilmişler seçilince, seçenlerin dediğini değil, seçenlere kendi dediklerini yaptırıyorlar. ... Darwin’e göre, (fizikî) evrim de bir seçimdir. = doğal seleksiyon. “En akıllı ve en güçlü” olan, hayatta kalır. Ama, bu evrimde bir seçen “yoktur”!. ... Ma'nevî evrimdeki (= tekâmüldeki) seçimde, Seçen unutulmaz; Seçen’in dediği görmezden gelinmez. Seçilen, Seçen’i unutursa (= zikretmezse, hatırlamazsa), seçildiğini unutur, Seçen’in dediğini yapmazsa v...

DA'VET (= ﺩﻋﻮﺕ)

Çağrı. Çağırma. Duâ da aynı kök. Duâda çağıran kul, çağrılan Allah. Da’vette de çağıran ve çağrılan vardır. Birilerini yemeğe da’vet ettiğinizde, da’vet eden, sizsiniz; da’vet edilen (= çağıran), konuklarınızdır. (= misafirlerinizdir.) Anthony Quinn’in Çağrı filmini hatırlarsınız. O film için bu isim, yerinde bir isim. Film, bir İslâm’a da’vet (= çağrı) filmi. Efendimizin hayatı bu. Efendimiz, insanları İslâm’a (= Allah’a = Allah’ın dinine) çağırdı. O, bir Dâî idi. = “ve dâiyen ilallah” (33/46.) Efendimiz, insanları İslâm’a çağırmadan önce, insanlar neredeydiler?!. Başka bir dinde, şirkte. Ne dedi onlara?!. İçinde yaşadığınız dini (= düzeni) reddedin (= terk edin), ona lâ (= hayır) deyin; gelin İslâm’a, (illâ = evet deyin) = “Lâ ilâhe illâ-Allah” deyin, kurtulun!. İçinde yaşadığınız din (= düzen), sizi kurtarmaz, dünya-âhiret size huzur vermez; huzura (= silme, barışa) gelin!. Bugün, bu da’vetin karşılığı lâ’ya takâbül eden ne; içinde bulunduğumuz, fiilen yaşadığımız düzenle (= dinle) ...

İMKÂN

İmkân, mümkünün imkânı, yapılabilirliği, olabilirliği. Bu, iç ve dış şartlara bağlı olarak değişir. Mümkün (= imkân) varsa, imkânsız da vardır. Mümkün (= imkân), mümkün varlıklar (= bizler) içindir. Zorunlu (= Mutlak, Tam, Mükemmel) Varlık için imkânsız yoktur. Leibniz, ‘bu dünya mümkün dünyaların en iyisi’ (= en mükemmeli) demiş. Onun bu sözü bize göredir. Zorunlu (= Mutlak, Tam, Mükemmel) Varlık, daha mükemmel ve daha rezil/kötü bir dünyayı da mümkün kılabilir = yaratabilir. Cennet ve cehennem böyle bir dünyadır.  Cennetin bize mümkün olabilmesi için, imkânlarımız dahilinde, onun bizim için olabilirliğini sağlamamız lâzım. Çalışmadan = emek vermeden yemek olmaz. Rahmân ve Rahîm, cenneti de cehennemi de bizim için mümkün kılmış; elimizdeki imkânlar ölçüsünde de tercihi bize bırakmış. Kimi, elindeki küçük imkânlarla cenneti kendine mümkün kılarken, kimi de elindeki büyük imkânlara rağmen cenneti kendine mümkün kılamayabilir.  Kimsenin, “imkânım yoktu Ya Rabbi!” deme hakkı yok....

IRK SORUNU

Irk, dillerin ve renklerin farklılığıdır.  “Göklerin ve yerin yaratılışı, dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu O’nun âyetlerindendir. Bunda bilenler için âyetler vardır.” (30/22.) Hucurat Sûresi 13. âyet de ırk için delil gösterilir.  “Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için (= liteârafû) de sizi kabilelere ve sülâlelere ayırdık. Allah’ın yanında en kerim olanınız, en çok takqâ sahibi olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Kuşkusuz Allah, her şeyi Bilendir, her şeyden Haberdardır.” Irk, doğal farklılıktır. Bu farklılığa, coğrafya (= iklim) neden olur. Sıcak bölgelerde yaşayanlar siyah; soğuk bölgelerde yaşayanlar beyaz olur; arada da esmerler, sarılar bulunur. Deri rengi, üstünlük değildir.  Dağınık (= göçebe) yaşamda ırk, dolayısıyla da dil, hiçbir sorun teşkil etmiyordu. Sanayii ile şehirleşilince, herkes bir araya toplandı ve dil sorun olmaya başladı.  Irkla dil arasında nasıl bir ilişki var? diye sorarsanız; dilin t...

RUKÛ' VE SECDE

Rükû’, saygı ifâdesi olarak öne doğru eğilmek, beli kırmak. Secde, Rabbin “Önünde, Huzurunda” yere kapanmak, elleri, dizleri, alnı, burnu (= kafayı), tüm vücudu yere sürmek, sermek. Bunlar, “şekilsel” ifâdeler, hareketlerdir. Bu hareketleri yaparken, rukû’da : “Sübhâne Rabbiyel Azîm.”; secdede : “Sübhâne Rabbiyel A’lâ.” deriz. Sübhân, her türlü eksikliklerden, noksanlıklardan münezzeh (= uzak, temiz); Rab, terbiye eden, yaratan, yaşatan; ye, benim; Azîm, azametli, ulu; A’lâ, yüce, demek. Toparlarsak, rukû' ve secdede : “Beni (= tüm âlemi) yaratan, yaşatan ve terbiye eden Azametli, Yüce ve Ulu Rabbimi her türlü eksikliklerden, noksanlıklardan, kusurlardan münezzeh (= uzak, temiz) tutarım.” diyoruz. Bu yazıda, Rabbimizin Azîm ve A’lâ (= Azametli ve Yüce) sıfatlarına vurgu yapacağım. O öyle bir İlâh (= Allah) ki, O’nun Azameti ve Yüceliği bizi sürekli cezbeder ve bu cezbe de bizi sürekli “yolda” tutar, ama aslâ yolun sonuna (= hedefe) varamayız; ama kendimizi yolun her noktasında (= d...

NAMAZI CİDDÎYE ALMAK

Gereği gibi kılınırsa, namaz, çook güçlü, çook sağlam bir zırhtır; bizi kötülüklerden ve kötülerden korur. “Namazı ehline emret, sen de ona devam et!...” = وَأْمُرْ أَهْلَكَ بِالصَّلَاةِ وَاصْطَبِرْ عَلَيْهَا Tâ-Hâ Sûresi 132. âyet. Bu âyetteki vestabir kelimesine sabret anlamı veriliyor. Aynı kelime, Meryem 65. ve Kamer 27. âyetlerde de geçer. Sabr, SBR = صَبَرَ  şeklinde yazılır; vestabirde, ortada tı (= ط), STBR vardır. = اصطبر. Ehline emrettiğini sen de yap; sadece emreden olma, yapan da ol!. Önce sen, o namazın sendeki “yansımasını”! (faydasını) bi gör; sonra da ehline (= ailene, yakınlarına) emret!. Sen, ehlin (= ailen, yakınların) için rızık peşinde koşarken namazı ihmâl ediyorsun. Oysa “Biz, Senden rızık istemiyoruz; Seni rızıklandıran Biziz...” =  لَا نَسْأَلُكَ رِزْقًا ۖ نَحْنُ نَرْزُقُكَ Akıbet (= mutlu son), Muttaqîlerindir. =  وَالْعَاقِبَةُ لِلتَّقْوَى Namazı “gevşek” tutarsan = ihmâl edersen, dayanıklılığın (= sabrın) ve Rabbine güvenin azalır, başka ilâhla...

DİK DURUŞ YA DA KIYÂM

Kıyamın beş anlamı var : 1. Ayağa kalkış. 2. Bir işe başlangıç.  3. Baş kaldırma = isyan. 4. Namazda ayakta duruş. 5. Yeniden diriliş. İlk üçü, insanî dünya; son ikisi, dînî dünya için. Din, bu dünya içinse, ayağa kalkış ve bir işe başlangıç, hayırlı bir iş için; üçüncüsü de zulme dur demek = engel olmak için olmalı. Namaz, bunların provası. Yeniden diriliş de, kim hayırlı bir iş için ayağa kalkmış, kim hayırlı bir işi engellemiş veya zulmü ayağa kaldırmış bunun için. Hayırlı bir iş için ayağa kalkan, zulüm ve zâlim karşısında dik durur; sadece Hakk’ın (hakikatin ve adâletin) karşısında eğilir (= rukû’), Hakk’a secde eder. Hakk’a rukû’ ve secde etmeyen/ler, zulmün ve zâlimin karşısında yamulur/lar. Onlar, yarın = kıyamet gününde de yamuk kalkarlar. İslâm’dan başka, insana onur (= şeref) veren başka bir din yoktur.

YAKLAŞMAKTA OLAN!...

Nedir o yaklaşmakta olan?!. Kıyamet = Sa’at. “Sa’at yaklaştı, ay yarıldı.” (54/1.) “Onlar, bir âyet görseler, hemen yüz çevirirler. Ve, bu süregelen bir büyüdür, derler. Ve yalanladılar. Kendi tutkularına uydular. Oysa her şey kararlaştırılmıştır. Andolsun ki onlara, yanılgılarını giderecek nice haberler geldi. Yüksek seviyede hikmetli haberler. Buna rağmen onlara bu uyarıların bir yararı olmadı. O halde onlardan yüz çevir. O gün çağırıcı onları hiç hoşlanmayacakları şeye çağıracak.” (54/2-6.) Çünkü onlar inanmıyorlar; bu yüzden, korkmuyorlar. Korku, tek başına patoloji üretir. Korku ile baş edebilmek için, olacakları önceden bilmek ve tedbir almak şarttır. Bilgi ve tedbir, umut aşılar; umut, korkulacak olandan sağ-sağlim çıkma (= kurtulma) duygusudur. “De ki : Ey kendilerine karşı israf eden kullarım!. Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah, suçların hepsini bağışlar. O, çok Bağışlayıcı, Rahmeti kesintisizdir.” (39/53.) Umut, Arapçada kunut (= قنوط). Bir de son harfi te (= ت) ile o...

SABIR

Sabır, umuttur. Umut, gelecekte olacak olanı beklemedir. Olan, “arzu edilen” (= beğenilen) bi şey değilse, sabır (= umut), olması gerekeni beklemektir. Bu dünya, bu hâliyle “arzu edilen” (= beğenilen) bir dünya değil; “daha iyi bir dünya”! mümkün; din, bu “dünyaya” cennet der. Cennet arzusu, bu dünyayı beğenmemedir. Bu dünyayı beğenenler, bu dünyadaki zulme (= kötülüklere, haksızlıklara) rıza gösterenlerdir. Bu dünyayı beğenenlerle (= bu dünyaya dalanlarla = ehlede il-el ard, 7/176) “iş ve güç birliği” yapmak, sabır (= umut) değildir. Zâlimlerle “iş ve güç birliği” yapılarak sabır gösterilmez. Sabır, daha iyi bir dünya için, zulme (= zâlimlere) direnme, “hayır”! demedir.  Zulme (= zâlimlere) lâ (= hayır) denmeden, “daha iyi bir dünya” kurulamaz. Sabredenler (= umudunu yitirmeyenler), bu “dünyayı”, burada (da) kurmak için çabalarlar; o “dünyayı”, burada kuramasalar bile, eninde-sonunda “ötede”! kurulacağına inanırlar; kuramazlarsa, “öteye”! gidene (= ölene) kadar direnirler; umutlar...

FENÂ & BEKÂ

Fenânın iki anlamı var : Kötü veya geçici. Bekâ ise, kalıcı. Fânî, ölümlü; Bâkî, ölümsüz. Hüve-l Bâkî yazısını mezar taşlarında okuruz. Ne der bize bu yazı?!. Bu mezarda yatan fânî; O, Bâkî. Sadece insan mı fânî?!. Hayır. Var olan (= yaratılan) her şey, fânî; sadece Yaratan, Bâkî.  Kelâmda da varlık, ikidir. Mutlak Varlık (= Vâcib-ül Vücûd), mukayyed veya kayıtlı varlık. (= mümkün-ül vücûd.) Bizler, mukayyed veya kayıtlı varlıklarız, = mümkün-ül vücûdlarız. Buna, küçük v ile yazılan varlık; Mutlak Varlık’a = Vâcib-ül Vücûd’a da, büyük V ile yazılan Varlık denir. Felsefe (= akıl), mukayyed veya kayıtlı varlıklar içinde iş görür. Bilim, mukayyed veya kayıtlı varlıkların biri veya bir kaçı ile; felsefe, tümü ile ilgilenir. Din, hem varlıkların her birine hem hepsine hem de Mutlak Varlık’a = Vâcib-ül Vücûd’a dair bilgiler verir. Din, mukayyed veya kayıtlı varlıkların tümüne âlem veya kâinât (= evren) der. Arş, bunların (= âlemin) en yüksek “noktası, tavanı”; Kürsî, bunların üsten/dışar...