Kayıtlar

TEKBİR VE TESBİH ARASINDAKİ KULLUK SINIRI

Tekbir ve Tesbih Arasında Kulluk Sınırı Giriş Namazda tekrar edilen lafızlar çoğu zaman alışkanlıkla söylenir; oysa bu tekrarların her biri, kulun Allah ile kurduğu ilişkinin sınırlarını ve yönünü belirleyen bilinçli bir pedagojinin parçasıdır. Özellikle Allah-ü Ekber ve Sübhânellah arasındaki fark, kulluğun ontolojik çerçevesini anlamak açısından anahtar bir yere sahiptir. Bu metin, namazda tekbirlerin sabit, tesbihlerin ise artırılabilir oluşunun ne anlama geldiğini ele almakta; bu farkın fıkhî değil, doğrudan kulluk bilinciyle ilgili olduğunu savunmaktadır. 1. Tesbih : Tenzihin Açık Ucu Sübhânellah, Allah’ı eksiklikten, sınırlılıktan, benzerlikten ve insan tasavvurundan tenzih etmektir. Tesbih, kulun idrakiyle doğrudan ilişkilidir. Rukû ve secdede tesbihin artırılabilmesi şunu ifade eder : Kul, Allah’ı bildiği her şeyden tenzih ettikçe, bu bilginin yetersizliğini de fark eder. Bu nedenle tesbih : çoğaltılabilir. derinleştirilebilir. uzatılabilir. Tesbih, kuldan Allah’a doğru ilerley...

PEYGAMBERLERİN SEÇİLİŞİ

PEYGAMBERLERİN SEÇİLİŞİ  Giriş Kur’ân’da Peygamberlerin seçilişi tek bir kelimeyle anlatılmaz. Özellikle اصطفى (ıstıfâ) ve اختيار (ihtiyâr) fiilleri, seçimin iki farklı boyutuna işaret eder. Bu ayrım, Nebîlik–Rasûllük tartışmasını hiyerarşik bir zemine kaydırmadan, fonksiyonel ve hikmet merkezli biçimde anlamaya imkân verir. 1. Istıfâ : Kişisel ve Mâhiyet Temelli Seçilmişlik Istıfâ, saflaştırmak, arıtmak ve özü ayıklamak anlamına gelir. Bu fiilin kullanıldığı bağlamlarda vurgu, kişinin mâhiyetine, yani vahyi taşıyabilecek iç yeterliliğine yöneliktir. Bu çerçevede : Nebe’yi (ilâhî haberi) alma kapasitesi. Ahlâkî güvenilirlik. Emaneti taşıyabilme gücü, kişisel niteliklerdir ve toplumdan topluma değişmez. Bu nedenle, ıstıfâ, bütün Nebî ve Rasûller için müşterek ve kişisel bir seçiliştir. Nebîlik, bu anlamda, tarihsel bir rol değil; ontolojik bir uygunluktur. 2. İhtiyâr : Görev Yerine Özgü İlâhî Tahsis İhtiyâr ise seçenekler arasından en uygun olanı tercih etmeyi ifade eder. Burada vur...

MÛSÂ-HIZIR KISSASI

Bu kıssa, Kehf Sûresinin 60 ilâ 82. âyetleri arasındadır.  Buradaki Mûsâ’nın, İsrailoğullarına gönderilen ve kendisine Tevrat indirilen Elçi Mûsâ b. İmrân olduğuna dair genel bir ittifak vardır. Kıssada Hızır’ın adı geçmez, ‘kendisine tarafımızdan ilim ve rahmet verdiğimiz bir kul/umuz’ olarak sözü edilir. Mûsâ, genç arkadaşı ile uzun bir yolculuğa çıkar. Amacı : “iki denizin birleştiği” yere varmaktır. Ne var orada?!. Bu yazı, bu soruya cevap aramak (vermek?!) için kaleme alındı. Mûsâ öğrenmeye “aç” biri. Kendisine Tevrat (= vahy) verilmiş ama hâlâ “doymamış”! biri. Çünkü Tevrat’ta “şeriat ilmi” var, Hikmet ise örtük/tü; O, âyetlerin arkasına “gizlenmiş, örtülmüş”!. Şeriat ilmi (zâhirî hıkuk/ilim) ile İsrailoğullarını yönetiyor; işin (= hayatın) sonunu (= âqıbetini) merak ediyor. Uzun ve yorucu bir “yolculuğa” bu yüzden çıkmış. Belki de bu yolculuğun öbür ayağı, içinde. Sizce Mûsâ'nın içinde böyle bir istek olmasa, o uzun ve yorucu “yolculuğa” çıkar mıydı?!. Musâ’nın niyeti safdı,...

TEŞEKKÜR VE SON

Bana değerli zamanınızı ayırdığınız için hepimize ayrı ayrı teşekkür ediyorum.  Aslında “zaman” hepimizde ortak.  Bir Hadis-i Kutsîde şöyle denir : “Âdemoğlu dehre (zamana) söverek Beni ezalandırır, halbuki Ben dehr(in yaradanıy)ım. Her emir Benim elimdedir. Geceyi gündüzü Ben idare ederim.” (Buhârî, Tefsir-u Süre, 45/1; Tevhid, 35; Edeb, 101. Müslim, Elfâz, 1,2, 5, 6. Ebû Dâvûd, Edeb, 169.)

DEĞERİN GİZLİLİĞİ

Teşhir, Hafîlik ve Zâhir-Bâtın : Değerin Saklılığı Üzerine İnsan, doğası gereği görünür olana yönelir. Gösterişe, övgüye, takdir edilmeye ihtiyaç duyar. Bu yüzden neyi varsa sergiler : bedeniyle, giysileriyle, diplomasıyla, yetenekleriyle… Teşhir edilen şey, insanın ego tatmini için bir araçtır; öne çıkar, şöhret getirir, geçici bir kıymet hissi sağlar. Oysa bütün teşhirler, esas değeri gizler. İnsanların gösterdikleri, çoğu zaman yüzeysel ve geçicidir; özdeki değer, saklı kalır. Bu durum, Zâhir ve Bâtın arasındaki farkla doğrudan ilişkilidir. Zâhir : Görünen, somut, ölçülebilir, başkalarının görebildiği ve değerlendirebildiği yön. Bâtın : Gizli, öz, değerli, ruhsal ve hakikate dair olan; teşhir edilmez, korunur. Gerçek değer, zâhirin (görünenin) ötesinde bâtında (görünmeyende) yatar. Gösterilen, yüzeydeki zâhirdir; gizlenen, bâtındır. Değer, zâhirde açığa çıktığı anda sınırlanır, ölçülür, çoğu zaman yozlaşır; bâtında ise yücelir, korunaklı ve dokunulmazdır. Tanrı da öyledir. O, Hafî’d...

EVLİLİK

“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık. Birbirinizle tanışmanız için sizi kabilelere ve sülâlelere ayırdık. Allah’ın yanında en kerim olanınız, en çok takvâ sahibi olanınızdır. Kuşkusuz Allah, her şeyi Bilen’dir, her şeyden Haberdar’dır.” (49/13.) Evlilik, erkek ve dişinin nikâhlı birlikteliğidir. Onlar, birbirleriyle evlenince “eş” (= çift?!) olurlar.  Aslında eşler, “başlangıçta” tektiler. “Ey insanlar! Sizi, tek bir nefisten (= nefs-in vâhidetin) yaratan, ondan eşini yaratan ve o ikisinden birçok erkek ve kadını üreten, ve birbirinizden yararlanasınız diye aranızda akrabalık bağını kuran Allah’a karşı takvalı olun. Kuşkusuz, Allah, sizi gözetmektedir.” (4/1.) Nefs-i vâhidenin cinsiyeti “yok” veya o nefiste hem erkeklik hem dişilik “potansiyel olarak” olarak var. Nefs-i vâhideden yaratılınca cinsiyet sahibi de oluyoruz. Cinsiyetimizi, nefs-i vâhidenin Rabbi belirliyor, biz değil. Şöyle : Her birimiz, iki cinsin (= anne-babalarımızın) ‘özünden’ yaratılıyoruz. Nor...

ÖLÜMSÜZLÜK

Ölümsüzlük : Zât’ın Değil, Eserin Kalıcılığı - Yeni Bir Perspektif 1. Ölümsüzlüğün Yanlış Anlaşılan Çehresi İnsanlık tarihine baktığımızda, binlerce yıl önce “bedenen ölmüş” olan nice insanın hâlâ yaşadığını görüyoruz. Sokrates, Aristo, Hz. İbrâhîm, Hz. Mûsâ, Hz. İsâ, Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav)… Bu isimler neden hâlâ canlı?!. Çünkü eserleri yaşıyor. İzleri, etkileri, fikirleri, çağları aşan yankıları devam ediyor. Bu bize, basit ama köklü bir hakikati gösterir : Ölümsüzlük, bedenin sürmesiyle değil; etki ve eserlerin kesintisizliğiyle var olur. İnsan bedenen ölebilir; fakat etkileri ve eserleri ile yaşayabilir. 2. İnsandaki Bu Hakikat, Tanrı İçin Ne Söyler?!. Buradan çok daha derin bir soruya geçebiliriz : Tanrı’nın ölümsüzlüğüne (Hayy ve Qayyûm oluşuna) Zât’tan değil, O’nun Eserlerinden - İsim ve Fiillerinden - bakabilir miyiz?!. El-cevap : Evet. Üstelik bu yaklaşım Tanrı tasavvurumuzu bambaşka bir düzeye taşır. 3. Zât : Bilinemez, Tasavvur Edilemez, Kavranamaz İlâhî Zât mutlak ...

HAKK-HALK PARADOKSU

HAKK-HALK PARADOKSUNUN ÇÖZÜMÜ (Tasavvufun en kritik dilemması üzerine) 1. Giriş : Paradoks Nereden Çıkıyor?!. Tasavvuf, klasik literatürde şöyle der : “Halk, hem Hakk'tır; hem Hakk değildir.” = “El-halku Hakkun lâ bi-l Hakk.” (Arabî’nin meşhur cümlesi.) “Ne O’dur, ne gayrıdır.” "Ene-l Hakk." Bu ifadeler, dışarıdan bakıldığında panteizme benzer, hatta kimine göre düpedüz çelişkidir. Fakat bu paradoks, aslında ontolojik bir çelişki değil, konuşulan dilin çelişkisidir. Tasavvufun amacı “Hakk = halktır” demek değildir. Söylenmek istenen şudur : Halk, varlığını tamamen Hakk’tan alır; ama halkın mâhiyeti Hakk değildir. Böylece hem bağımlılık korunur hem özdeşlik reddedilir. 2. İlk Ayrım : Statüler Eşit Değil  Hakk ile halk, aynı varlık statüsünde değildir, ikisinin mâhiyetleri farklıdır. Hakk, Zorunlu Varlık’tır. (Vücûd-u Mutlak) Halk, mümkün, yaratılmış, bağımlı varlıktır. (vücûd-u ârızî) İki statü tamamen farklıdır. Dolayısıyla özdeşlik düşüncesi daha baştan imkânsızdır. Para...

ZAMAN VE RUH

ZAMAN VE RUH : GÖRÜNMEZ İÇ ve DIŞIN ONTOLOJİSİ İnsan deneyiminin iki temel boyutu vardır : Zaman ve Ruh. Biri dış dünyanın akışını, diğeri ise iç dünyanın akışını belirler. Her ikisi de görünmezdirler; fakat, etkileri her seviyede görünür. Bu sebeple zaman ile ruh arasında, lafızdan daha derin bir akrabalık vardır. Onlar aynı hakikatin, biri dışarıdan, biri içeriden işleyen iki veçhesidir. Bu metinde bu “iç-dış kardeşliği”ni felsefe, tasavvuf ve dinî düşünce eksenlerinde kısaca ortaya koyuyoruz. 1. Zaman : Dış Âlemin Görünmez Akışı Zaman, hem fizikte hem metafizikte “görünmez” olarak tanımlanır. Aristo için zaman, hareketin yayılmasıdır; yani dış dünyanın değişiminin ritmidir. İbn Rüşd bu görüşü olduğu gibi korur ve zaman, dış dünyadaki oluşun kendisidir; varlık dışarıdan sürekli bir devinimle yenilenir, der. Modern düşüncede Molla Sadrâ’nın yaklaşımı daha derin bir çerçeve sunar : "Zaman, varlığın bizzat içten içe sürekli yenilenişidir." (hudûs-i daimî) Eşyadaki akış, gözle ...

RABBİM ALLAH

RABBİM ALLAH  “Rabbim Allah” derken ne diyor olabiliriz?! . Rab, Arapçada rabbebe kökünden gelir : yetiştirmek, terbiye etmek, kemâle erdirmek; aynı zamanda : sahip, efendi, yetiştirici, koruyucu, idare eden demektir. Dolayısıyla “Rabbim Allah” diyen biri aslında şunu söylüyordur : Beni yaratan, yaşatan, yetiştiren, yöneten, koruyan, sahiplenen ve kemâle erdiren Allah’tır. Bu sözün idrakle/bilinçle söylenmesi, bir hayat tarzına dönüşmesi ise bambaşka bir şeydir. 1. Allah’ın Terbiyesi = Allah’ın Eğitimi Bir insan “Rabbim Allah” dediğinde şu soruyla karşı karşıya gelir : Allah tarafından yetiştirilen bir insan nasıl olur?!. Kendini Allah’ın gözetiminde bilir. Her nimeti Allah’tan görür. Korkusunu, ümidini, güvenini tek kaynağa bağlar. Ahlâkını Allah’ın emir ve yanaklarına göre düzenler. Kendini çocuk gibi eğitilecek biri olarak görür. Yani “Rabbim Allah” sözü kendini Allah’ın eline teslim etme cümlesidir. Dil bunu kolay söyler; ama bu iş nefis zor gelir. 2. “Sahibim Allah’tır” Demek ...

KULLUK, ÖZGÜRLÜK VE TEELLÜH

KULLUK, ÖZGÜRLÜK VE TEELLÜH (Modern İnsanın En Büyük Yanılgısı) 1. İnsan, Kendisini Kimin Kullanımına Açacak?!. İnsan doğası gereği bağımsız bir varlık değildir. Nefsiyle, arzularıyla, korkularıyla, toplumla, güçle, parayla veya Rabbiyle ilişki kurar. Bu ilişkilerden hiçbiri nötr değildir; hepsi insan üzerinde bir hakimiyet biçimi oluşturur. Bu yüzden insanın en temel sorusu şudur : Ben kendimi kimin kullanımına açacağım?!. Kulluk (kullanım) kaçınılmazdır; asıl mesele kime kul olunacağı, kulun kimin tarafından kullanılacağıdır. 2. Kulluk, Zül Değil, İnsan Farkındalığının Zirvesidir Modern özgürlükçüler “kul” kelimesini tarihsel kölelikle karıştırarak değersizleştirir ve istismar ederler. Oysa Kur’an’daki abd/kul, siyasî kölelik değil; insanın varlık pozisyonudur. Kur'an'a göre kul : Varlığını kendinden bilmeyen, Kudretini ilâhlaştırmayan, Sınırını fark eden, Kendini doğru merkeze bağlayan insan demektir. Kulluk zilletin değil; aksine haysiyetin, ızzetin adıdır. Allah’a kul olan...

DÜZEN

Düzen ve Kâinat Kâinat, bitkilerin, hayvanların ve insanların yaşamını sürdüren bir bütünlük ve düzenekle işler. Bu düzen, bir sistem olarak varlığını sürdürür; biz insanlar bunu anlamak için parçalara ayırır, parçalar arasındaki uyumu veya uyumsuzluğu gözlemleriz. Biliyoruz ki, kâinattaki düzen bizim kontrolümüzde değildir. Biz ancak onunla uyumlu bir yaşam alanı oluşturabilir veya kendi sınırlı dünyamızda aklımızı kullanarak yeni bir düzen kurabiliriz. Uyumsuz düzenler, insan ve diğer canlıların yaşamına zarar verir. Bu düzenlerin de bir veya birkaç ilâh tarafından kurulduğu ve kendi mütemmim cüzleri (= tamamlayıcı parçaları) olduğu görülür. Düzenin Ayakları Her düzen, farklı ama birbirine entegre ayaklarla işler: Eğitim : Düzen için gerekli bireyleri yetiştirir. Güvenlik : Düzeni iç ve dış tehditlerden korur. Sağlık : Düzeni besleyenleri ve ondan beslenenleri korur, tedavi eder. Ekonomi-Finans : Düzenin ayakta kalmasını sağlar. Hukuk : Düzen içindeki anlaşmazlıkları çözer, adâleti s...

LÂ İLÂHE İLLÂLLAH

LÂ İLÂHE İLLÂLLAH  Lâ, bu kelime, bir reddiyeden önce, bir siliniştir. Başkalarını değil, önce benlikdeki bütün sahte merkezleri siler. Güç, makam, mal, beden, ego… Hiçbiri ben değilim; ben, hiçbirinin üzerinde gerçek bir kuvvet sahibi değilim. Beni, ben yapan ben değilim. “Lâ”, kalbin ilk büyük devrimidir. İlâhe , insanın farkında olmadan eğildiği her şeyin adıdır : Korkularını, umutlarını, güvenlerini, teslimiyetlerini ilâhlaştırdığı varlıklar… Kur’an bu varlıklara àlihe (ilâhlar) der, ve insanların onlara verdikleri vehmî (sahte) statüye işaret eder; bu, Allah’ın onları ilâh olarak kabul ettiği anlamına gelmez. Allah’tan başka hiçbir ilâh, ilâh olmayı hak etmez; dolayısıyla ilâh olamaz/lar. İşte bu, Lâ ilâhe illâllah’ın ontolojik kalbidir. İnsanın kendi kurduğu tüm sahte merkezleri dağıtır. İllâllah, kalpte boşalan her alan, yalnızca O’nunla dolar; sadece bir bilgiyle değil, bir yönelişle, bir teslimiyetle de. “Allah” burada bir kelime değil; bir merkez, bir istikamet, bir nihai...

PERDELERİN ÇEŞİTLERİ

PERDELERİN ÇEŞİTLERİ  Kur’ân’da Ekinne, Vakra, Ğulf, Ğışâ ve Dilsel Perdelerin Epistemolojik Analizi Özet Bu makale, Kur’ân’ın epistemik kapanmayı açıklarken kullandığı dört temel perde kavramını—ekinne, vakra, ğulf, ğışâ—insanın bilişsel, ahlâkî ve ruhsal yapısıyla ilişkilendirerek analiz eder. Araştırmanın özgün katkısı, bu perdelerin yalnızca duyusal ve kalbî boyutlarını değil, dilsel perdeliği de içermesini göstermesidir. Kur’ân’a göre perde dışarıda değil, insanın duyusunda, dilinde, aklında ve kalbinde oluşur. Sonuç bölümünde, iman düzeyinin iç perdelerin geçirgenliği ve Rabbin merhametine açıklığı oranında şekillendiği ortaya konulur. 1. Giriş : İdrakin Ontolojik Mimarisinde Perde Olgusu Kur’ân insanı işiten, gören ve akleden bir varlık olarak konumlandırır. “Onu duyan ve gören (semî‘an basîran) bir varlık yaptık.” (İnsan, 76/2) Algı → Akıl → Kalp zinciri, tevhîdî epistemolojinin temelidir. Bu zincir bozulduğunda, duyusal kapanma sadece fizyolojik değildir; bilişsel, dilsel ...

BİLİNÇ-PERDE İLİŞKİSİ

BİLİNCİN MERHAMETLE KATMANLANDIRILMIŞ İLİŞKİSİ : ÂLEM (Perde Yıkma/Yakma Değil, Âyet-Okuma Modeli) 1. Giriş İnsanın hakikate yaklaşma biçimi çoğu zaman “perde” kavramı üzerinden açıklanmıştır: Âlem, ilâhî hakikati örten bir örtüdür; kul ancak perdeler kalktıkça hakikate yaklaşır. Bu okuma, uzun geleneklerde güçlü bir metafor işlevi görse de, birçok sorunu da beraberinde taşır. Çünkü perde; “gizleyen”, “engelleyen”, “kapatan” gibi anlamlar içerir. Bu ise, ister istemez, iki risk doğurur. (1) İlâhî hakikatin kendi kendini gizlediği izlenimi; (2) Âlemin hakikatten uzaklaştırıcı bir karanlık olduğu fikrini. Bu makalede, bu iki riski de aşan yeni bir okuma öneriliyor. Ontolojik düzeyde perde yoktur; ontolojik düzey âyettir. (işarettir, izdir, izafi tecellîdir.) Perdeyi üreten şey ise varlığın ontik konumu değil, bilinç kapasitesidir. Bu model, hem klasik tasavvuftaki tecellî teorisiyle hem de modern bilinç kavrayışlarıyla uyumludur; fakat panteizm ve panenteizmin ontolojik kaymalarına düşme...

ZAMANI GÖRMENİN ONTO-EPİSTEMOLOJİSİ

Zamanı Görmenin Onto-Epistemolojisi : Nazar, Basar, Basîret ve Ferâsetin Birlikte Kurduğu İdrak Modeli Giriş : Görmek Zamanın İçinden Geçer İlk ilke şudur : İdrak, zamanla mümkün olur. Zamanı doğrudan göremeyiz; fakat her görme edimi, zamanın kendi iç işleyişine dayanır. Gördüğümüz şey, yalnızca “gözün yakaladığı görüntü” değil, aynı zamanda zihnin o görüntüyü işlemeye ayırdığı süredir. Bu nedenle “görmek” denilen şey, aslında bir zaman + bilinç etkileşimidir. Zamanı görmeyiz fakat zaman, görmemizi “görünür kılar.” 1. Ontolojik Çerçeve : Zamanın Görmeyi Taşıyıcı Rolü 1.1. Ân (En Kısa Süre), Devam (Süreklilik) ve İrtibat (Bağlantı) Her idrak üç zaman katmanı kullanır : Ân : Basarın zamanıdır. Devam : Basîretin zamanıdır. İrtibat : Ferâsetin zamanıdır. Basar, ânı yakalar. Basîret, sürekliliği yoğurur. Ferâset ise kopuk ânları birbirine bağlayarak “istikamet” çıkartır. Bu üçü birleşmeden hiçbir idrak tamamlanmaz. 2. Epistemolojik Çerçeve : Bilginin Zamanla Açılması Bilgi, insanda üç aşama...

GÖRME BİÇİMLERİ

Görmenin 3 katmanı vardır. 1 ) Bilgisel Görme - “Hakkında bilgi sahibi oldum.” Bu katman, aklı ikna eden katmandır. Akıl, sebep-sonuçta, düzende, yaratılışta bir “nişan, iz, belirti/işaret/âyet” görür. Buradaki görme, mantıksal bir görmedir. Örnek : “Bu kâinat kendi kendine olamaz.” Akıl : Yönü belirler. Yanlışı doğrudan ayıran terazidir. “Neden” ve “nasıl” sorularını sorar; imanı kör bir kabule dönüşmekten korur. 2) Anlamsal Görme - “Bu düzen, maksatsız olamaz.” Bu görme (katman), insanın varlık içinde bir niyet ve hikmet sezdiğinde başlayan bir görmedir. Bu, basîretin görmesidir. Örnek : “Varlıkta beni çağıran bir anlam var.” 3) Güvenle Görme - “Rabbimin Fiillerini görüyorum.” Bu, imanın en derin formudur. İman, kalple yapılan bir görmedir. Artık kişi “Allah var” demekle kalmaz; hayatında Allah’ın fiillerini de fark eder. Bu görme artık : gözle değil, tefekkürle, idrakle zamanla biriken bir “iç okuma”yla olur. İman, gözle değil; yönelişle ve kalple başlayan bir görmedir. İman “gözün ...

ZAMANA BAKMAK

Zaman görülebilir mi ki?!. Bakmak, nazar. Günde bi çook şeye bakarız; televizyona, telefon ekranına, aynaya, kitaba, birinin yüzüne, ... bunlar baktığımız şeylerin e/a hâli; bir de baktığımız şeylerin de ve den hâli var. Camdan bakmak, teleskop veya mikroskoptan bakmak, şu veya bu açıdan bakmak, ... Bakmak ama gör(e)memek. Bişeyden bakınca, baktığımız şey farklı; ama o işeye bakınca, o şeyi gerçekten görüyor/görür muyuz?!. Bir ânlık görüyoruz. Buradaki ân, ‘çoook kısa, gözde kalan, (neredeyse) beyne akmayan’ bir süre. Gözle görülen şey, beyne akmazsa görülmez. Kastım, o görüntünün beyinde etki (= düşünce) üretecek bir işleve sahip olup-olmaması. Bir görüntünün (artık sesin de, dokunuşun da kokunun da tadın da), beyinde etki (= düşünce) üretecek bir işleve sahip olabilmesi için beyinde “belli bir zaman = belli bir süre” geçirmesi = beyni çalıştırması. Bu süre değişkendir; bir nano saniye/salise de olabilir, bir saat, bir gün, bir yıl da... Mesela, kitap okuma, kitaba bakma ile olur. Kit...

İNSAN, ŞEYTAN ve NÛR

İnsan (= Toprak), Şeytan ve Nûr : Ateş, Gölge ve Hakikate Yöneliş Üzerine Kur’ânî Bir Analiz İnsan, yaratılışı gereği hem toprağın gölgesini hem de ruhânî yönünü taşır. Bu çift yönlülük, varlıkta hem karanlık hem de nûr (ilâhî ışık) bulunduğunu gösterir. Ancak bu potansiyel, bilinçli irade ve yönelim olmadan açığa çıkmaz. İnsan ruhunun açığa çıkması için önce kendi karanlığını fark etmesi gerekir; bu farkındalık çoğu zaman ateş ve gölge aracılığıyla gerçekleşir. Bu yazıda, insanın gölgesini fark etmesi, şeytan/ateş (nâr) ile tanışması ve nûra yönelmesi sürecini Kur’ânî referanslarla açıklamaya çalışacağız. Toprak ve Gölge: İnsan Doğası Kur’ân’a göre insan, toprağın ve ruhun birleşiminden yaratılmıştır : “Andolsun Âdem’i çamurdan yarattık…” (15/28.) “Sonra ona ruhumuzdan üfledik…” (15/29.) Toprak, durağan ve gölge üretirken, ruh potansiyel ışığı taşır. İnsan, bu gölge nedeniyle nûru doğrudan göremez; ancak farkındalık sürecinde ruhânî yönünü açığa çıkarabilir. Toprak, yoğun gölge olarak...

İRADE, KESB ve MEŞÎET

İrade, Kesb ve Meşîet “Ve Mâ Teşâûne İllâ En Yeşâellah” Perspektifinden Bütüncül Bir Okuma 1. Giriş : İnsan mı diler, Allah mı diler?!. Kur’an’ın en yoğun, en belirleyici âyetlerinden biri Mürselât 30’dur. “Siz bir şeyi dileyemezsiniz; ancak Allah dilerse (dileyebilirsiniz).” Bu ifade, ilk bakışta insanı tümüyle pasifleştiren bir kaderciliğe benzer. Fakat Kur’an’ın bütününe, kelâmın denge arayışına ve tasavvufun derin okumasına bakıldığında, âyet insanı yok eden değil; insanı ontolojik yerine oturtan bir ilke hâline gelir. İnsanın iradesi gerçektir. Allah’ın dilemesi daha temel bir gerçektir. Bu ikisi çatışmaz; mertebeleri farklıdır. 2. Yaratma ve İmkân : Fiilin Ontolojik Zeminini Kim Kurar?!. Bir fiilin gerçekleşmesi için üç temel şey gereklidir : Kudret imkânı. (= Yapabilme gücü.) Zaman-mekân imkânı. (= Fiilin gerçekleşebileceği alan) Sebep-sonuç düzeni. (= Fiile kapı açan kurulu düzen.) Üçü de insana ait değildir. Kudreti de, alanı da, düzeni de insan yaratmaz. Dolayısıyla metafizik...