Kayıtlar

Temmuz, 2025 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

GÖREV

Görev : Yapılması gereken vazife. Gerekme (görev), zorunlu ve gönüllü olur. Zorunluluk, dışardan (= bi başkasından); gönüllülük, içerden, kişinin kendi içindendir. Ödev de böyledir, görev gibidir.  Ödev, verilir; görev, alınır; göreve tâlip olunur. Ödevin, görev olarak kabul edilmesi, onun benimsenmesine bağlı. Bazen de kişi, kendi kendine ödev verir. Bu, aynı zamanda görevdir. Görev ve ödev (almak), sorumluluk almaktır. Kişi, kendisine verilen ödevi ve görevi, benimseyerek, gönülden kabul ederse, elinden geldiğince onu yapmaya gayret eder. Benimsemez, ama yapmak zorunda da kalırsa, ya zayıf bırakılmıştır ya da aklını ve iradesini, o ödevi ve görevi kendisine verene kiraya vermiştir, satmıştır. Kişi, kendisine verilen ödevi ve görevi (= sorumluluğu) reddedebilir de. Reddedemediği durumlarda, mahkûmdur; köleler ve esirler (= mahkûmlar) böyledir. Kul, kendisine verilen/teklif edilen görevi (= ödevi), isteyerek (= gönülden) kabul edendir ve kendisine görev (= ödev) Veren’in iradesini,...

BEDENSİZ BEN

Sözün başında söyleyeyim ki yanlış anlaşılmaları önleyeyim. Bu yazı, kısmen bilgiye, büyük ölçüde “hayale” (= “kuruntuya”) dayanıyor. Yeni düşüncelerle (= katkılarla) sağlamlaştırılabilir. Beden, topraktan yapılmış (= yaratılmış) cismânî (= ağırlığı olan) bir âlettir.  En geriye gidelim ve çook hızlı bir şekilde geri gelelim.  Evren, önce çook yoğun ve çook küçük bişeydi; patladı, ateş topu oldu; söndü ve soğudu. Onu söndüren su; soğutan hava. Sönme, yüzeyde/kabukta. Dünyanın merkezi hâlâ ateş topu. Sönen ve soğuyan dış yüzey = toprak. İnsanın bedeni, işte bu topraktan; bu toprak, su ile karıldı, şekil verildi ve tekrar kurutuldu; (salsâl, fehhâr, hame-in mesnûn) ve ona (= o bedene, toprağa) ruh üflendi. Bizler burada = bu dünyada, bu bedenlerle varız, görünüyoruz ve (bir âlet gibi) bu bedenleri kullanarak iş yapıyoruz.  Beden, fonksiyonlarını yitirince = tamamen işlevsiz ve hareketsiz kalınca da ölüyoruz. Ölüm, bedenin ölümüdür. Ölünce, artık beden âletini (= elimizi, ay...

ATEŞ

Ocakta yanan ateşle, ormanda yanan ateş bir mi?!. Ocağın sönmesini istemeyiz; çünkü ocaktaki ateş, kontrolümüz altındadır; ocaktaki ateş, bizi ısıtır, yemeklerimizi pişirir, bize keyf/keyif verir. Ormandaki (= doğadaki) ateş (= yangın) ise, büyümüş ve kontrolümüzden çıkmıştır. Büyüyen ve kontrolden çıkan ateş, küreselleşmeye benzer. Küreselleşmeyi, kolay kolay kontrol etmek mümkün değil.  Dünya küreselleşti; ve ateş bacayı sardı. İnsanoğlu, kendi elleriyle kendini (= kendi habitatını) yakıyor, mahvediyor. Bu yüzden, (ekonomik, siyasi, fizikî, vb.) “küresel yangınları” söndürmek güçleşiyor.  “İnsanların kendi yaptıkları yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı. Belki akıllarını başlarına alırlar diye yaptıklarının bir kısmı onlara tattırıldı.” (tattırılıyor.) (30/41.) Yine de insanoğlu, aklını başına almıyor, bildiğini okumaya (= yapmaya) devam ediyor.

SÜREÇ

Süreç, sadece akan bir süre değil, aynı zamanda bu sürede meydana gelen olayların birbiriyle bağlantısı. Bu süreci, dışarda hiçbir şey kalmayacak şekilde en geniş zamana yayarsak, bütüncül (= holistik) bir bakışa da ulaşabiliriz. Bu da bizi, sonlu ve sonsuz kavramları ile tanıştırır. Şu âna kadar olanlar, henüz olmamış olanlar, ama olmakta olanlardır. Henüz, olmuş-bitmiş bişey yok; her şey, tamamlanmak, tam olmak için olmakta. Buna, süreç diyoruz. Büyük hayat, hâlâ sürüyor. Bazı (küçük) hayatlar sona erdi; ama tam olmadı, tamamlanmadı. Tam olma veya tamamlanma, belki de hiç mümkün olmayacak!. Küçük = muvakkat hayatlar için, vaktin (= ecelin) sonuna kadar olan kısım, geliş. Bu gelişin, bir de gidişi veya dönüşü var. Geliş, sonlu; gidiş = dönüş, sonsuz (olabilir)!. Küçük = muvakkat hayatlar, 70/80, bilemedin 100/120 yıl sonra zorunlu dönüşe geçiyor; gönüllü olarak erkenden dönüşe geçenler de var, hiç geçemeyenler de; ergenler = rüşte erenler, dönüşü erken fark ediyor ve dönüş hazırlıklar...

YERYÜZÜNÜN EFENDİSİ

Yeryüzünün efendisi, yeryüzünde en son ve yönetici olarak (= halife olarak) yaratılan insan. (Halife, hem en son gelen/yaratılan (halef-selef), hem de yönetme yetkisi verilen anlamındadır; bu da insandır.) İnsan yaratılmadan önce kâinat (= yer-gök : toprak, su, ateş ve hava) yaratıldı, ve kâinat (= toprak, su, ateş ve hava) insanın emrine verildi = insana musahhar kılındı. Ben bunlara (= toprak, su, ateş ve havaya) dört kardeş diyorum. Bunların en mütevâzisi = alçakgönüllüsü, toprak. İnsan, toprağı vatan kılar = toprak (= yeryüzü), insanın buradaki vatanıdır. Toprak, burada diğer üç kardeşinin desteğiyle/yardımıyla insana ekin-ekmek, su ve yemek verir.  Su, toprağa gökten düşer, rahmet olur; insanın susuzluğunu giderir, aklar-paklar. Ateş, ısıtır, ışıtır, pişirir ve yakar. Havasız (= nefessiz) yaşanmaz, yaşam olmaz. İnsanın halifeliği, bu dört kardeşe (= toprağa, suya, ateşe ve havaya) iyi davranmak, onları iyi yönetmektir. Onlardan birini kızdırırsak (= kötü kullanarak kirletirsek...

SABIR

Sabır = Sabr : 1. Yokluk-yoksulluk, hastalık, haksızlık gibi “olumsuz” durumlar karşısında şikâyet etmeden, sızlamadan (= جزوع) ve isyan etmeden dayanma, direnme, tahammül gösterme. 2. Olması umulan (= umut edilen) bir şeyi, aceleye getirmeden, telaşa kapılmadan olmasını bekleme.  3. Zararlı şeylerden kaçınmakta; faydalı şeyleri yapmakta ısrar. 4. Başa gelen her şeye “eyvallah” deme, şikâyet etmeme. Son hâl, ‘pasifliği’ çağrıştırır gibi görünse de bu hâl, aslâ pasif bir hâl değil. Sabır, bilginin ve duygunun en aktif olduğu hâldir; bu ikisi, eylemde (= sabır eyleminde) birleşir. = Sabır, aslâ bir eylemsizlik hâli (= pasiflik) değildir; olsa olsa bir “âcizlik veya güçsüzlük” hâlidir. Sabreden kişi, kendi gücünü bilir; daha güçlü (= tek güçlü) Olan’a güvenir ve sonucu bekler. Sabır, umuttur. Umut yoksa sabır, sabır olmaktan çıkar ve zulme (= zâlime) teslimiyete dönüşür. Sabır, kişinin elinden geleni = üzerine düşeni yapması ve geri kalanı, Hakk’a bırakıp beklemesidir.  B...

ONUR

Onurlu yaşam/a, herkesin hakkı. Pekiî onur nerede?!. 1. Zenginlikte, malda-mülkte. 2. Makam-mevkîde. 3. Îlâ-i Kelimetullah’ta. Araya bi çook şey koyabilirim, ama neticede bu üç şıktan birine düşer. İlk iki şıkkın meşrûiyeti, üçüncü şıkkın varlığına bağlı; hayatımızda üçüncü şık yoksa, onur da yok. İlk iki şıkkı, çokluk yarışı (= tekâsür); üçüncü şıkkı, bayrak yarışı olarak tanımlayabilirim. Buradaki bayrak, ulusal bayrak/lar değil, kutsal bayrak = Îlâ-i Kelimetullah. Ulusal bayraklar çeşit çeşit; kutsal bayrak tek. Nedir bu bayrak = Îlâ-i Kelimetullah?!. Bu îlâyı (= اعلاء), yemin anlamındaki öbür îlâ (= ايلاء) ile karıştırmayalım. Bu îlâ, yüceltmek anlamında; Kelimetullah da Allah’ın Kelimeleri = Dini. Îlâ-i Kelimetullah : Allah’ın dinini yüceltmek, Hakk’ı hâkim kılmak. Tüm çalışmalar (= cehdler/cihadlar), Hakk’ın dinini = adâleti hâkim kılmak için yapılmıyorsa; = sırf konfor alanının artırılması ve ünlü olmak için yapılıyorsa, yaşamda/hayatta onur yoktur. Dünya yaşamının amacı, ...

SIĞINMA

Sığınma, korunma amaçlıdır. Sığınma, Kitâb’ta : أوى . عوذ; korunma (= takviye güç alma), Kitâb’ta : تقوى şeklinde geçer. = Eûzü ve Évî : Sığınırım. Ama iki sığınma “aynı anlamda”! değil. Eûzü , Allah’a sığınma; Évî, bir eve veya mağaraya sığınma. Eve veya mağaraya sığınanın niyetinde = kalbinde Ashâb-ı Kehf gençleri gibi taqvâ = korunma = şirkten, küfürden sakınma varsa, bu sığınma, Allah’a sığınmadır; yoksa, sığındığımız ev de mağara da (her şey) başımıza yıkılabilir.  “Dışarıda”! bir çook tehlike var, en büyük tehlike de şirk. Gençler (= Ashâb-ı Kehf), bu tehlikeden korunmak için mağaraya sığınmışlardı; Rableri de onları orada 309 yıl “uyutarak”! (= zamanı onlara hissettirmeden) korumuştu; bu, bi çoğumuza, “unutma gibi” gelebilir. “Eûzü billah-i mine-ş şeytân-ir racîm. Bismillahirrahmanirrahim.” = Racîm olan (= taşla kovulan = taşlanan = horlanan) şeytanın şerrinden; Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın İsmine (= Allah’ın Zâtını değil) sığınırım. Gençler, şeytânî (putperest Dakyanus) re...

DİN, SİYASET VE SOSYOLOJİ

Din, ilâhî düzenin adı. Siyaset, toplum/un yönetimi. Sosyoloji, toplum/un yapısını anlamaya çalışan bilim. Din, siyaseti ve sosyolojiyi; siyaset, toplumu; toplum da siyaseti dizayn eder. Dinde “aktif özne” İlâh’tır, Allah’tır. Din, etkiler, etkilenmez. Dini etkilemeye kalkmak, İlâh’a = Allah’a din öğretmektir. Siyaset, hem etkiler hem etkilenir; toplum da öyle. = Siyaset, toplumu; toplum da siyaseti etkiler. Siyaset ve toplum, hem aktif hem pasiftir = hem etkileyen hem etkilenendir. Siyaset, toplumu etkilerse, aktif; toplum tarafından etkilenirse pasiftir; demokrasi böyle işler. Siyasetçi : "beni toplum (ve din) etkilemez.", derse, otoriterdir. Pür toplum tarafından etkilenen siyasetçi, iyi bir yönetici/siyasetçi = karar alıcı değil, olsa olsa toplumun “kuklası”! olur.  Toplumun yönettiği, yön verdiği siyaset = halkın kendi kendini yönetmesi, tam bir ütopyadır. Siyasetin yönettiği toplum da, demokrasi değil, elitokrasi veya otokrasidir. İdeal yönetim (= medine-i fazıla), teme...

DİN-DEVLET İLİŞKİSİ

Din-ü Devlet.  Bu ilişkiye iki şekilde bakılabilir : 1. Dinin devlete hâkimiyeti. 2. Devletin dine hâkimiyeti. İlkine din devleti; ikinciye “lâik devlet” deniyor. Bi şekilde din, devleti; devlet de dini etkiliyor; yeryüzünde ‘dinden tamamen bağımsız’ bir devlet yok. Devleti yönetenlerin dindarlığına ve lâikliğine (= dine olan mesafesine, dinsizliğine değil) göre, devlet şekil alıyor.  Devlete öncelik verenler, dini devlete göre; dine öncelik verenler, devleti dine göre şekillendiriyorlar. Devlet, tek kişi eliyle yönetiliyorsa = devletin şekli monarşi ise veya saltanatsa (= sultanlıksa), monarkın veya sultanın din anlayışı devlete egemen oluyor; devletin şekli demokrasi ise, devlete ‘millet’! egemenlik kuruyor. (= Egemenlik, kayıtsız-şartsız milletindir.) Sözgelimi bu devletin adı Patagonya Cumhuriyeti ise, Patagonya’nın yöneticileri : Patagonların (= Patagon milletinin) dediği olur, diyorlar. Ama, Patagonya’da ve dünyada, sadece Patagonlar yaşamıyorlar ki!. Devleti yöneten...

SANCI, ACI, AĞRI

Sancı, vücudun her hangi bir yerinde hissedilen acı, sızı, ağrı. Doğum sancısı, doğumu haber veren sancıdır. Her sancı, acı; her acı da sancı değildir; ama ağrı, bir sancıdır. Diş ağrısı (= sancısı) gibi ağrılar (= sancılar), fizikseldir. Kadın (= anne) olmadığım için bilmiyorum, meselâ doğum sancısı, diş sancısı gibi midir?!. Ama şunu biliyorum : Düşünce de bi tür doğum sancısı gibidir, bu sancının sonunda oluşan konuşma veya yazma/yazı, doğan çocuğa benzetilebilir. Düşünce sancısı çekmeyenler, etkili konuşamazlar ve etkili yazamazlar. Buradaki konuşma ve yazma, işe yarar konuşma ve yazma. Düşünme, aslında acılı, sancılı ve ağrılı bi şeydir. Gerçek/ten acı, sancı ve ağrı çekilmeden, veya sûnî acıyla konfor içinde, masa başında üretilen düşünceler, “düşük veya ölü doğumlardır.”!. Neredeyse bütün düşünürler, elbette istisnâlar var, (buraya isim yazdım ve yeni bir tartışma açmamak için sildim), saraya yakın veya saray tarafından desteklenmiş düşünürlerdir; bu yüzden, bu düşünürlerin düşü...

CEMAAT

Bir işi, ortak bir AMAÇ (= hedef = gaye) için yapmak üzere bir araya gelen topluluğa cemaat denir. Cemaat, bir imamın (= önderin) liderliğinde Allah’a ibâdet (= kulluk) etmek, aralarında birlik-beraberlik, yardımlaşma-dayanışma ve dostluk bağlarını güçlendirmek için organize olan (günde beş kez bir araya gelen) Müslümanlar topluluğudur. Bu topluluğun (= cemaatin), “yeryüzünde zulmü ortadan kaldırmak ve adâleti hâkim kılmak” için yerel çapta haftada bir (Cumaları), küresel çapta da yılda bir (Hacc) buluşması, bir araya gelmesi. Amaçsız bir araya gelen, sonra da dağılan topluluğa cemaat denmez, kalabalık denir. Namaz için bir araya gelen topluluklarda (= cemaatlerde), “namaz şuuru” diri tutulmazsa, o cemaatler de kalabalığa dönüşür. Namaz şuuru nedir?!. ‘İyyaKe ne’abudu ve İyyaKe nesteîn’dir. Yeryüzünde TEK İLAH’A (= ALLAH’A) KULLUK ve SADECE O’NA MİNNETTARLIK. “LÂ İLÂHE İLLÂ-L ALLAH.” düsturunu = Î’LÂ-İ KELİMETULLAH’ı yeryüzüne hâkim kılmak. Ne’abudu’daki na, cemaattir, bizdir. Tek başı...

EBÛ ZER

23 Mart 2025 tarihinde, Ebû Zer hakkında bir yazı yazmışım; bu yazının bağlamı biraz farklı olacak. Ebû Zer, Selmân-i Fârisî gibi, benim “sembol” isimlerimden biri.  • Ebû Zer, Kureyş kabilesinden değil, Mekke ile Medine arasında yaşayan Gıfar kabilesinden. • İslâm öncesinde yol kesen, yağmacılık yapan bir “eşkıya”!. • İlk beş Müslümandan ve Müslüman olduğu için ilk ve çok kez “dövülenlerden” biri. Efendimiz Onu, hem Mekke’de sürekli “dövülmekten” kurtulsun, hem de kabilesine İslâm’ı tebliğ etsin diye Gıfar’a gönderir. O, orada hem İslâm’ı tebliğ eder hem de Kureyş’in ticaret kervanlarını tehdit eder. Hendek savaşından sonra da Medine’ye göç eder, Mescid-i Nebevî’de Ashab-ı Suffe’de Efendimizin “talebesi” olur, Onun yanından hiç ayrılmaz. Efendimiz sağken de vefat ettikten sonra da bir çok gavze ve savaşa (Kudüs ve Mısır fethi dahil) katılır... Efendimiz vefat edince, Hz. Ali (r.anh.)’ın halife olmasını ister. İlk iki halife ile pek bir problem yaşamaz ama üçüncü halife Hz. O...

DOĞANIN DİLİ

Harflerle yapay dil konuşulur. Doğanın dilinde/diliyle doğal harflerle konuşulur. ABC... (= alfabe), bu dilin yapay bir taklididir. Doğada bi çoook ses, bi çoook görüntü (= şekil, resim, figür) var; yapay dil, bunları taklit eder. Doğadaki her şey (ve herkes), birbirleriyle doğal dille iletişim kurarlar. İnsanın oluşturduğu ve konuştuğu dil, çoğu zaman bu dile uymaz. Harf ile tahrif kolay yapılır. İki kelime birbiri ile akrabadır. (حرف / تحرف). Yapay dilden doğal dile geçemeyenler, doğayı ve Tanrı’yı anlayamazlar; Tanrı, doğanın dili ile konuşur. “İnsanlardan bazıları da Allah’a ucundan-kulağından (= alâ harf) kulluk eder. Yararına (= hayrına/menfaatine) bir şey olursa onunla mutlu/mutmain olur, eğer (kendince olumsuz görünen) bir fitneyle/denemeyle karşı karşıya kalırsa hemen yönünü değiştirir. O, dünyada da âhirette de kaybeder. İşte apaçık kayıp budur.” وَمِنَ النَّاسِ مَنْ يَعْبُدُ اللّٰهَ عَلٰى حَرْفٍۚ فَاِنْ اَصَابَهُ خَيْرٌۨ اطْمَاَنَّ بِه۪ۚ وَاِنْ اَصَابَتْهُ فِتْنَةٌۨ انْقَلَب...

KİŞİSEL MUHASEBE

Böyle bir muhasebe, şu soruların cevabı ile mümkün : 1. Neydik?!. 2. Ne olduk?!. 3. Neyi, neden olduk?!. İlk soru, henüz adı anılmayan “bi şeydik, bi hiçtik.”!. (76/1.) İkinci soru, sonra, gördük, duyduk, büyüdük ve bi seçim yaptık (76/2.); hoca (= cami hocası, üniversite hocası, öğretmen), hacı, işçi-memur, avukat, doktor, yönetici (= bürokrat), siyasetçi, iş adamı, esnaf, asker-polis, vb. olduk. Üçüncü soru, bütün bunları neden olduk?!. • Para kazanmak ve 'iyi' yaşamak için. • Prestij (= toplumsal statü) sahibi olmak için. • Hizmet etmek için. (Kime?!.) • Üçü de. Elbet bu şıklara herkes kendine göre (subjektif) bir cevap verir; samimî bir cevap, samimî bir muhasebedir. Samimî cevap, doğrudan niyetle ilgilidir. Niyeti de bi biz, bir de Rabbimiz bilir. O, Alîm-un bi-zât-is sudûrdur. “inneHû alîmun bi-zât-is sudûr.” = Sînelerin özünü bilir. O’ndan bi şey saklayamayız, O’nu aslâ kandıramayız. Bunu bilirsek, doğru bir muhasebe yapmış ve hesap gününde vereceğimiz hesa...

BAGAJ

Boş bagajla geliyoruz; dolu (bagajla) dönüyoruz; ama maalesef herkesin bagajında “işe yarar yükler” bulunmuyor. İşe yarar yük, bizim işimize yarayacak olanlardan oluşuyor. Bilelim ki işe yarar yükün kararını da bizler değil, Rabbimiz veriyor.  “... innâ lillâhi ve innâ ileyHi râciûn.” (2/156.) Âyetin bağlamına dikkat ettiğimizde, boş gelişin ve dolu gidişin (= hayatın) bir deneme olduğunu görür/anlarız. = “ve le-neblüvenneküm bi şeyin min-el havfi vel cûi, ...” = Kesinlikle sizi korkuyla, açlıkla, mallarınızdan, canlarınızdan ve ürünlerinizden kayba uğratarak belalandıracağız. (= denemeden geçireceğiz.) Sabredenleri müjdele!.” (2/155.) Korku ve açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden kayba uğra/t/ma, deneme için. Bagajlarımızdaki yükü oluşturan, bunlar = bunların kendisi değil, bu hâllere verdiğimiz tepkiler. Bu yüzden, herkes, aynı ve boş bagajla dönmüyor. Bu hâllerle = 156. âyete göre musibetle karşılaşınca = “izâ esâbethüm musibetün : innâ lillâhi ve innâ ileyHi râciûn.” diyen...

SURİYE MESELESİ

Suriye, Türkiye ile hemen hemen aynı yıllarda kuruldu. Suriye, 2 Mart 1920’de; Türkiye, 29 Ekim 1923’te. Suriye’nin meselesi, Türkiye’nin de meselesidir. Türkiye’nin meselesi, Suriye’nin de meselesidir. Türkiye gibi Suriye’de de bir çok etnik grup vardır. Suriye’de baasçılık = Arap milliyetçiliği, Türkiye’de de Türk milliyetçiliği iki ülkedeki meselelerin kaynağıdır. Türkiye’de 1984’de patlak veren PKK (= Kürt milliyetçiliği) meselesi; Suriye’de 2011’de patlak veren iç savaş ve bu savaşın tekrar Arap milliyetçiliğine evrilmesi, ve Türkiye’nin desteği ile Suriye’de kurulan yeni devlete, Suriye Arap Cumhuriyeti adı verilmesi, meseleyi çözmeye değil, düğümlemeye yöneliktir. Türkiye, kendi meselesini ‘Barış Süreci’ adı altında çözmeye çalışırken, Suriye’de farklı bir politika izliyor; bu, akıl alır bi şey değil. İki ülke (her ülke) için de çözüm : ırka, renge ve kana dayalı (her türlü) milliyetçiliğin = ırkçılığın (= Türk, Kürt, Arap, Fars, Alman, Rus, vb.) ayaklar altına alınması ile mümk...

VAHY ÂNI!.

Vahiy esnasında Efendimizin yaşadığı hâller. Vahy, “ağır bir sözdür”. = “Doğrusu Biz Sana ağır bir söz vahyedeceğiz.” (73/5.) “Biz, bu Kur’an’ı bir dağa indirseydik, o dağın haşyetten, Allah korkusundan (sorumluluk duygusundan) paramparça olduğunu görürdün...” (59/21.) İlâhî vahye muhatap olmak, kolay iş değil; ‘temizlik, saflık ve çok ciddî bir hazırlık’ gerektirir. Efendimiz, vahiy aldığı esnada :  • Hava çok soğuksa, terler. (Bknz. Buhâri. Bedu’l Vahy, 1.) • Vücudunda bir “ağırlık” hisseder, tabiri caizse rengi atardı.. (Bknz. Ebû Dâvud. Cihad, 20. Müslim. Hudud, 13.) • Yanında birileri varsa, arı uğultusuna (vızıltısına) benzer bir ses duyulur. (Bknz. Tirmizi. Tefsir-ül Kur’ân, 24.) • Bazen şiddetli bir “çıngırak” sesi ile vahyin geleceği haber verilir. • Bazen “sadık rü’ya” ile gelir. • Bazen vahiy meleği Cebrail insan sûretinde gelir. • Bazen “Haber” doğrudan kalbe doğar. • Bazen deve üzerinde iken gelir, deve bu ağırlığa dayanamaz, çöker. (Bknz. Taberi Tefsir...

PEYGAMBERLERİN LAKÂPLARI

Lakâp, burada unvan veya san anlamında kullanılmıştır.  İbrâhim (a.s.)’ın lakâbı : Halîlullah. Mûsâ (a.s.)’ın lakâbı : Kelîmullah. İsâ (a.s.)’ın lakâbı : Ruhullah. Muhammed (a.s.)’ın lakâbı : Habîbullah. Bu yazı, Kelîmullah hakkında olacak. Mûsâ (a.s.) ile Medyen dönüşünde Tûr’da konuşulmuştur. Medyen’le Mısır arası, kuş uçuşu en az 200 km; yürüyerek 600-700 km, yaklaşık bir haftalık yol. Mûsâ (a.s.) bu yolu önceden (= Medyen’e giderken) yürümüştür, bilmektedir; 8-10 yıl sonra ailesi ile Mısır’a geri dönmektedir.  Dönüşte, Tûr’da bir “ateş” görmüştür. “Hani O bir ateş görmüş ve yanındakilere : Ben bir ateş gördüm. Bekleyin!. Belki ondan size bir KOR getiririm veya ateşin yanında bir yol gösteren bulurum, demişti.” اِذْ رَاٰ نَاراً فَقَالَ لِاَهْلِهِ امْكُـثُٓوا اِنّ۪ٓي اٰنَسْتُ نَاراً لَعَلّ۪ٓي اٰت۪يكُمْ مِنْهَا بِقَبَسٍ اَوْ اَجِدُ عَلَى النَّارِ هُدًى (20/10) “Hani Mûsâ, yakınlarına :  Bir ateş fark ettim. Size ondan bir HABER veya ısınmanız için KOR halinde bir parça a...

YAŞAYAN KUR'ÂN

Hz. Âişe vâlidemize Efendimiz sorulunca : “Onun ahlâkı Kur’ân’dı.” buyurmuştur. (Ebû Davud, Tatavvu, 26. Müslim, Müsâfirîn, 139. Nesâi, Kıyâm-ül Leyl, 2.) (Bunu, İ. Eliaçık’ın Yaşayan Kur’ân Meali ile karıştırmayın.) Ahlâkın Kur’ân olması, Kur’ân’ın ahlâk olarak yaşanması veya hayat tarzına dönüşmesidir.  Efendimizin hayatının diğer insanların -- sözgelimi Ebû Cehil’in = Amr b. Hişam’ın = Ebû-l Hakem’in -- hayatından farkı neydi?!. Ebû Cehil = Amr b. Hişam da sakallı ve sarıklıydı, Efendimiz de.  Ebû Cehil = Amr b. Hişam = Ebû-l Hakem, Bedirde öldürülmeden önce Mekke’nin lideriydi; bilge olarak bilinirdi = Ebû-l Hakem, bilgelerin babası demek. O, İslâm’ın ilk Mesajını = “Lâ ilâhe illâ-l Allah.”ı duyduğunda, ilk karşı çıkanlardandı. “Muğire bin Şu’be anlatıyor : Muhammed’i ilk tanımam şöyle olmuştur : Mekke sokaklarının birinde Ebu Cehil’le beraber yürürken yolda Muhammed’e rastladık. Muhammed : Ebu-l Hakem! Neden İslam’ı kabul etmiyorsun ve Bana Allah’ın Resulü olarak inanmıyo...

YAHUDİ GÖÇÜ

Göçe, hicret dersek, Yahudi hicreti. Yahudiler, bir çok ülkeye göç etmişlerdir. İspanya. Rusya. Türkiye (= Osmanlı). Avrupa. (= Almanya, Hollanda, Polonya, vs.) ve ABD. Efendimiz de Mekke’den Medine’ye, Medine’de hâkimiyeti ele almak için göçmüştü. Yahudilerin göçtükleri ülkelerde hâkimiyeti ele almaları, zaman almıştır. Bu hâkimiyet, medya (= eğitim-kültür) ve finansal (= ekonomik) yollarla başarılmıştır. Çoğu ülkede, görünür hâkim farklı, gerçek hâkim farklıdır; görünür hâkimler, Yahudi zihni ile düşünür-karar alırlar. Böyle yapmazlarsa, görünür hâkimiyetlerini (= iktidarlarını) kaybederler. Gazze’liler için göçecek (= hicret edecek) ülke bile yok!. Onlar, her yerde Yahudi hâkimiyetinin geçerli olduğunu biliyorlar; ve ülkelerinde şerefleriyle ölmek istiyorlar. Sizce, Gazze’liler; Sûriye’liler ve Irak’lılar gibi Türkiye’ye veya başka bir ‘İslâm ülkesine’ göçse, ne değişir; göçtükleri ülke, İsrail karşıtı bir yapılanmaya müsaade eder mi = edebilir mi?!.

BENİ İYİ DİNLE!.

(2800 küsür yazı yazdım; ilk kez böyle uzun bir alıntı yapıyorum.) Beni iyi dinle!. “Eğer Sen Bana âşıksan, Ben Seni perîşan ederim. Beni iyi dinle!. Şu fâni dünyâda az ev yap, sonra onu yıkar, virân ederim. Beni iyi dinle!. Arılar gibi karıncalar gibi yüzlerce ev yapsan yine Seni kimsesiz, evsiz barksız bırakırım. Beni iyi dinle!. Sen erkek, kadın bütün insanların Sana hayran olmalarını, Sana karşı duydukları sevgi ile mest olmalarını istiyorsun. Fakat Ben, Seni mest etmeyi, Seni kendinden geçirip şaşkın hâle getirmeyi istiyorum. Mâdem ki Halil’sin, ateşten hiç korkma, emin ol!, için rahat olsun. Ben ateşi yüzlerce gül bahçesi yaparım. Beni iyi dinle!. Sen, Kaf dağı olsan; Seni hızlı hızlı dönen değirmen haline getirir, Seni fırıl fırıl döndürürüm. Beni iyi dinle!. Sen belki de hünerde zamanın Eflatun’u, Lokman’ı olsan, Seni bir bakışta hiçbir şey bilmez hâle getiririm. Beni iyi dinle!. İsmâil gibi seni kurban etmek istemem, boğazına bıçaklar sürmem. Ne el görünür, ne yara görünür. Be...

NEBÎ & RASÜL FARKI

Nebî, “doğrudan” Rabbinden haber alır. Tabiî, “arada” melek Elçi (= Cebrail) vardır. Cebrail de bir Rasuldür, Elçidir. Elçi, Mesajı değiştiremez, aktarır!. Rasul/Elçi, aynı zamanda Nebî’ye verilen/gönderilen haberi, insanlara aktarandır. İşin Rable ve insanlarla irtibatı noktasında, Rasül ile Nebî farkı ortadan kalkar; ama insan-insan (= Rasül-insan) düzeyinde her Rasül Nebî değildir ama her Nebî Rasüldür; bazı Rasüller, kendilerinden önceki Nebî’ye inen haberleri insanlara aktarırlar. ... Biz de bizden önce yazılan metinleri (= mesajları, cümleleri) birbirimize aktarmıyor muyuz?!. Yeni ve çağa uygun haberler söylemek lâzım. Şems, Rûmî’nin kitaplarını suya atmış, ve mealen : ‘başkasına inen vahy (= ilhamla) ile değil, kendi vahyinle (= düşüncenle) konuş’ demişti. Bizler, bizden öncekilerin düşüncelerini bile doğru dürüst anlayamıyor ve aktaramıyoruz. = Güvenilir bir rasül değiliz. Bize nasıl ‘Yeni Haber = Nebe’ insin/verilsin?!. Allah-u A’lem, güvenilir rasül/ler olmadığımız için Nübüv...

KUR'ÂN, TOPLUMU NASIL DEĞİŞTİRDİ?!.

Kur’ân, Arap toplumunu nasıl değiştirdi?!. Bu sorunun cevabı, büyük ölçüde âyetlerin nüzul sırasına bağlı; ama her âyetin nüzul sırasını bilmiyoruz; ama temel İslâmî pratiklerin ne zaman farz kılındığını, bazı olumsuz uygulamaların da ne zaman yasaklandığını biliyoruz. Kur’ân, boşluğa inmedi; cahiliye ve şirk içinde yaşayan bir topluma indi. İlk emir, “Yaratan Rabbinin Adı ile oku!. O, Seni ‘alaq’tan yarattı.”(961-2.) Okumadan, cahiliye ve şirk düzeninin nasıl işlediği, âdil ve hakkaniyetli bir düzenin ne olduğu bilinemez. Tüm cahiliye ve şirk düzenleri, adâletsizlik ve haksızlık üretir; insanlara zulmederler. Bu yüzden İslâm, ilk olarak,  “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” demiştir. “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” içe sinmeden bu Sözü söyleyenler, cahiliye ve şirk düzenleri ile (destek ve hizmet) ilişkilerini kesmeden, İslâm binasının temelini sağlam bir şekilde atamazlar, ve kişi Müslüman ismini alamaz. Hem “Lâ ilâhe illâ-l Allah.” de; hem de cahiliye ve şirk düzenine hizmet etmeye devam et; bu, ...

KİTÂB = KİTAP

Kitâb, KTB (= yazma/كتب) fiilinden isim; sayfalara yazılmış ve basılmış yazı/metin. Kitâb, nasıl yazılır?!. Yazar, oturur, belli bir düzen hâlinde düşüncelerini yazıya geçirir ve onu matbaaya veya yayıncıya çoğaltılması için baskıya verir. Ortalama 500-600 sayfalık bir kitap kaç günde yazılır?!. Günde 1 sayfa yazılsa, 2 yılda; iki sayfa yazılsa, 1 yılda. Kitap/lar/taki düşünceler yaşanmış tecrübelerden mi oluşur, yoksa yazarların kurgusu mudurlar?!. Büyük ölçüde kurgudurlar. Yaşanmış tecrübelerden oluşan bir kitabın yazılması zaman alır; bu türe, anı veya biyografi-otobiyografi kitabı adı verilir. .. Kitâb’ı (= Kur’ân’ı), diğer kitaplardan ayıran en önemli özellik, 23 yıl (610-632) boyunca bizzat hayatla "yazılması"! ve hayatın içinde olması, hayatı yönlendirmesi, yönetmesidir. Sonraki yüzyıllarda Bu Kitâb, hayattan peyderpey çekildi = Ona el çektirildi. Bizzat hayatın içinde olma, aktif (= canlı-diri) olma demektir. Tâbiri caizse, “Onun Yazar’ı = O Kitâb’ın Sahibi”, aktif bi...

SIÇRAMA

Özellikle uykuda, “olağanüstü” (korku vb.) bir durumla karşılaşılınca, sıçrayarak uyanmak. Uyanıkken de ileriye ve yükseğe (= yukarıya) atlamak. Bir parçanın dışardan bir etki (= güç) ile karşılaşması karşısında çok küçük parçalarının etrafa dağılması (sıçraması). Ama ben sıçramayı, Sören Kierkagaard’ın kullandığı anlamda kullanacağım. Kierkagaard, ‘Korku ve Titreme’ kitabında, Hz. İbrâhim (a.s.)’ı bir “iman şövalyesi” olarak tanımlar ve Onun oğlunu (ona göre İshâk) kurban etmesini de “iman sıçraması” olarak niteler. Bana göre bu sıçrama, önce beşerlikten insanlığa; insanlıktan (Allah’a) kulluğa bir sıçrayıştır; kulluğa sıçrayışa “yüksek atlama” da diyebiliriz. Ona (= Kierkagaard’a) göre bu sıçrayış, Tanrı’nın dediğini yaparak (kul) olma sıçrayışıdır.  Bu sıçrayışın sıçrama/atlama tahtasını (= tramplenini), kişinin duyuları, duyguları ve bilgileri oluşturur. Atlanan/sıçranan “yer”! ise imandır, imanın alanıdır; bu atlama/sıçrama, imana doğrudur. (Benim gibi) “korkaklar”!, bu atlama...

İYİ NEDİR, NEREDEDİR?!.

Şimdilik, EN YÜKSEK İYİ’yi erteliyorum; “bizim için iyi” olana yöneliyorum. Bizim için iyi olan ne?!. Sokrat, buna erdem; Aristo, herkesin ortak olarak arzuladığı “şey”; Kant da iyi niyet demiş. Sokrat ve Kant, iyiyi öznel; Aristo, hem öznel hem nesnel görmüş. Ben bu konuda Aristocuyum; bu yazı, bu konuya dair. Bizim için iyi (bu iyi, aynı zamanda güzel, tatlı, hoş), şeylerle etkileşimimiz sonucunda “içimizde” oluşan bir duygu. Şekere tatlı dememiz, sadece şekerdeki tattan değil, aynı zamanda bizdeki tat alma duygusundan. Tat alma duygusu körelmiş insanlar (ageusia hastaları) şekerdeki tadı alamazlar ama şekerdeki tat yine vardır. Erdem ve iyi niyet (= kişinin ahlâklı ve iyi niyetli olması), birine, birinin bir davranışına verdiği “tepki” ile görünür, ölçülür veya belli olur; durup-dururken kişinin erdemi ve iyi niyeti görülmez ve bi işe yaramaz. İyiye (= güzele, doğruya) arzu duymak da buna benzerdir. Arzu, yönelmeye ve eyleme/ye dönüşmezse, arzu olarak kalır, görünmez. Arzu duyduğumu...

İYİ, EN İYİ...

Summum bomun. İyi, iyi ile yetinmez; en iyiyi arar; en iyiye ulaşılınca, o da iyi olur, tekrar en iyi aranır... En iyi = en mükemmel iyi nedir; zenginlik mi, sağlık mı, mutluluk mu?!. Sağlık ve mutluluk, der gibisiniz. Ben de aynı kanaatteyim ama ben olaya, biraz daha “spesifik” bakıyorum; sağlık içinde, akıl sağlığını önemsiyorum. Deliler de mutludur, demeyin!. Deliler, akıllarını Allah’a “satmışlarsa”!, mutluluğu yakalamışlardır. Bu delilere, (= Allah dostu anlamında) velî de denir. Akıl, sağlıklı (= iyi, doğru) çalışmazsa, diğer iyiler, kötü olabilir, kötüye dönüşebilir; sözgelimi zenginlik başa belâ olabilir, diğer organların sağlığı bozulabilir... Akıl, sağlıklı (= iyi, doğru) çalışırsa, zenginlik de sağlık da korunabilir; üstelik, sağlıklı (= iyi, doğru) çalışan akılla, “DAHA İYİ = EN İYİ = KENDİNDE İYİ”! de bulunabilir. “DAHA İYİ = KENDİNDE İYİ” bulunursa; O, VEKİL olarak görülebilir. = “... ve kefâ billahi vekîlâ.” (33/3. ) “e-leyseAllah-u bi-kâfin abdeh... = Allah, kuluna kâfî...

YOKMUŞ GİBİ YAŞAMAK!.

Kim yokmuş gibi?!. Sırayla gideceğim. Babamızdan veya anamızdan başlayalım. Babamız veya anamız ölmemişlerse, onlar yokmuş gibi yaşamak = onları hiç arayıp-sormamak bizi “hayırsız evlât” statüsüne sokar; ölmüşlerse bile, onların “hatırası” bizi terk etmez. Ana-babamızın değerini hiç bilmesek bile, selîm akıl, bir babamızın ve bir anamız olduğunu; onlar olmasaydı, bizim de var olamayacağımızı kabul eder; onlar yokmuş gibi yaşamayı “vicdansızlık ve akılsızlık” olarak görür. Normal zamanlarda devlet yokmuş gibi yaşamanın insan için bir sakıncası yokmuş gibi görünür. Ama anormal zamanlarda (= başımıza bir iş geldiğinde), devlet kendini (polis ve hukuk yoluyla) gösterir. İyi-kötü bir devletin olmadığı bir yerde, asayiş (= düzen) de yoktur. Sürekli veya hiç devlet yokmuş gibi yaşamanın sonu, anarşidir, kaostur. Devlet kendini, “merhameti ve otoritesi” (= gücü) ile gösterir. Kimse, (devlet başkanı bile) “ben devletim” diyemez ve devletin kendisini gösteremez. Kimse kimseye kendi aklını da (= ...

TANRI, BİLGİYE KONU OLABİLİR Mİ?!.

Veya, Tanrı, bilginin konusu olabilir mi?!. Bilgiye konu olan şeyler olgularsa, Tanrı da bir olgu mudur?!. Olgu : Deneyle (= duyularla) gözlemlenebilen durumlar veya sonuçlar. Olguculuk, pozitivizm. Bilim, olgular üzerinde çalışır. Bilim, bilginin tümü müdür; bi başka deyişle insan, sadece duyuları ile mi bilir?!. Aklî muhakeme de (= çıkarım da), felsefî bilgi de bilginin bir türü değil midir?!. İman, bu bilginin neresinde durur?!. ... Tanrı’nın Zâtı (= Kendi ve mâhiyeti), elbette bilinemez ama bu, kişiyi agnostisizme (= bilinemezciliğe) götürmez. Tanrı, âyetleri (= yarattıkları, Fiil, İsim ve Sıfatları) ile “bilinir”!. Bu “bilgi”, çıkarımsal bir “bilgidir”!. Bu yanıyla/yönüyle Tanrı, “bilgiye” konu olur. Ve imana, bu “bilgiye” sahip olanlar ulaşır; bu “bilgiye” sahip olmayanların imanı, doksa/doxadır = sanıdır = kanaattır; kanaat/sanı/zan/doxa, yanlış da çıkabilir. Pozitivist bilgi (= bilim) ile Tanrı bulunamaz. Modern eğitim, zihinlerimizi bu pozitivist bilgi (= bilim) ile formatlıyo...

EKIMU-S SALÂH VE ÂTU-Z ZEKÂH

Bu cümle, namaz kılmak ve zekât vermek diye Türkçeye çevrilir; aslı, salâtı ikâme etmek, zekâtı vermektir. İkâme, kâme (= قام) fiilinden ayağa kaldırmaktır; salât, destektir; Ahzab Sûresi 43. âyette : “Allah ve melekleri sizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için salât eder.” denir. Allah ve melekleri bizi karanlıktan aydınlığa çıkarmak için destekler, demektir. Karanlıktan aydınlığa çıkarmak : düzgün = aydınlık bir hayat yaşamaktır. Bunu, ikâme kelimesi ile birlikte kullanırsak, Allah, bizim hayatımızı düzgün, aydınlık ve canlı kılmak, bizi ayağa kaldırmak için destekler, şeklinde okur-anlarız. Namaz kılmakta bu (semantik) anlam var mı?!. Kılmak, yapmak, eylemek, yerine getirmektir. Namaz kılarken, Allah ve meleklerinden bu desteği alıyor muyuz; yoksa tek başımıza bişeyler mi yapıyoruz?!. (= yatıp-kalkıyor muyuz?!). Namaz “kılarken”, Allah ve meleklerinden bu desteği alamazsak, “kıldığımız namazın” bize pek bi faydası olmaz. Esas konum bu değil, zekât vermek.  Vermek, zor iş. Bir ön...

FİRÂK = FİRÂQ

Firâk : Ayrılış, ayrılma. Fark da tefrika da fırka da furkan da fiil hâli ferreka da aynı kök = فرق Ayrılık, normalde acı ve hüzün verir. Firâk kelimesi, Kehf, 78 ve Kıyame, 28. âyetlerde geçer. Hızır (= kendine ilim ve rahmet verilen kul), Mûsâ’ya : “İşte bu yollarımızın ayrılma vaktidir. Sabırlı olmaya güç yetiremediğin şeylerin içyüzünü sana açıklayacağım.” dedi. Kişi, “Bunun (= ölüm ânının) ayrılık anı olduğunu anlar.” وَظَنَّ اَنَّهُ الْفِرَاقُۙ Kişi, ölürken “sevdiklerinden” (= malından, evlâdından, eşinden, ana-babasından, sevdiği hayatından, vs.) ayrılmak istemez; en çok neyi seviyorsa, onlardan... “Bazı insanlar, Allah’ın yanı sıra başka varlıkları Allah’a denk tutarlar ve onları Allah’ı sever gibi severler. İman edenlerin Allah sevgisi (= Allah'ı sevmeleri) ise her türlü sevgiden daha üstündür. Zulmedenler azabı gördükleri zaman kuvvetin bütünüyle Allah’a ait olduğunu ve Allah’ın azabının çok şiddetli olduğunu keşke daha önceden anlayabilselerdi!.” (2/165.) Kişi, dünyada ...

PEYGAMBER

Kelime Farsça. Peyam veya peygam, haber; ber, getiren; Peygamber, haber getiren, elçi. Arapçada haber, nebe; elçi de rasül. Peygamber, Nebî ve Elçi karşılığında kullanılıyor. Kimi âlimler, Nebî ile Rasulü “özdeş” görürken, kimileri de ayırıyor. Her Nebî, Rasuldür ama her Rasul Nebî değildir; bazı Rasuller, kendilerinden önceki Nebîlere gelen Mesaj’ı = Haber’i tebliğ ederler. Kendilerine Kitâb (ve Suhuf) inen tüm Nebîler, Efendimiz de dâhil, hem Nebî hem de Rasuldürler. İdris (a.s.) da hem Nebî hem de Rasuldür. Ona 30 suhuf (sayfa) verildiği rivayet edilmiştir; gönderildiği bölge ise doğu, Hindistan ve Çin’in de içinde bulunduğu alandır. İdris (a.s.), Âdem ve Şit (a.s.)’lardan sonra gönderilen 3. Nebî’dir. Büyük ölçüde “doğu mistisizmi” (= Budizm, Taoizm, Hinduizm, Konfuçyunizm ve Zerdüştlük) Ona verilen mesajların “bozulmuş” versiyonu üzerine inşa edilmiştir. Tîn Süresindeki dört yeminden (= Tîn/İncir, Zeytin, Tûr-u Sînâ/Sînâ Dağı ve Beled-i Emin/Emin Belde) ilki (= Tîn), İdris (a.s.)’...

SALÂT, NASIL NAMAZ OLDU?!.

Namaz, Farsça; salât, Arapça. Türkler, Farslar (= Persler = İranlılar) üzerinden İslâm’la tanışmışlardır. İran’ın kadim dini Zerdüştlük. Zerdüştlük, M.Ö. 6. yüzyılda Zerdüşt tarafından kurulmuştur. Zerdüştlükte de beş vakit namaz ve abdest vardır. Abdestin ab'ı, su; dest'i, el; el suyu; Arapça karşılığı, vudû (= وضوء)’dur. Vudû kelimesi Kur'ân’da geçmez, hadislerde geçer. Namaz gibi abdest de Peygamber de Farsça. Türkler, Müslüman olmadan önce, pagandı = putperestti; Zerdüştlerin Güneşe taptığı gibi, bir Gök Tanrıya = Tengri’ye (= Gökteki bir Tanrıya) tapıyorlardı. Türklerin Tanrısı da (dini de) Perslerin Tanrısı (dini) gibiydi. Türklerin yaşadığı coğrafya, güneyde Hint ve Çin (= Budizm, Hinduizm, Konfüçyunizm); batıda İran (= Zerdüştlük); daha sonraları (610-751 arası), güney batıda Arabistan. (= İslâm.) 610, İslâm’ın doğuşu; 751 (Talas Savaşı), Türklerin İslâm’a girişi. 751’den önce de kısmî kabuller var. Yüzyıl önce (651’de) İran, Hz. Ömer zamanında fethedilir. Türkler, ...

TANRILARIN ÇATIŞMASI veya MÜCADELESİ

Tek Tanrı’nın = Tevhîd’in  olmadığı (= kabul edilmediği) tüm dinlerde Tanrıların mücadelesi = çatışması kaçınılmazdır. Bu Tanrılar, bazen maddî bazen manevî; bazen de aynı “cinstendir.”!. Maddî Tanrılara somut; manevî Tanrılara soyut Tanrılar denir; ikisi de birer puttur. Zerdüştlüğün (= Zerdüşt’ün) Tanrısı = Tanrıları aynı cinstendir, Ahuramazda ve Ehrimen; Zerdüşt, bunları çatıştırır. Ahuramazda, iyinin/iyiliğin; Ehrimen, kötünün/kötülüğün Tanrısıdır. Ahuramazda’yı Güneş (= ateş = ışık = yaz); Ehrimen’i karanlık (= buz, kış) temsil eder. = Yin ile Yang. Yang, aydınlık ve sıcak; Yin, soğuk ve yumuşaktır. Tüm doğu dinlerinde bu ikici/ikili felsefe hâkimdir. Almanların Thor’u (= Thor Tanrısı), çekici ile buzu kırar. Tek Tanrılı dinlerin (= Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm’ın) içinde sadece İslâm’ın Tanrı’sı, bu çatışmanın dışındadır. Yahudiliğin Tanrısı Yahve = Yehova, soyuttur ama sadece İsrailoğullarının Tanrısıdır; diğer milletlerin Tanrısı ile çatışır = Yahudileri çatıştırır; h...

İBRÂNÎ

İbrânî kelimesinin (etimolojik) kökünün ibr olduğu söylenir ve İbrâhim’e atfedilir. İbr, suyun (ırmağın) öte yakasına geçen demektir. Buradaki su, Fırat’tır. İbrâhim, Fırat’ın batısında yaşayan, oradan doğuya (Filistin/Kudüs ve Mısır’a) geçen bir Bâbil’lidir. Bâbil Tanrıları gökseldir, Yıldız, Ay ve Güneş’tir. İbrâhim, “Ben, batanları sevmem. .. lâ uhubbu-l âfilîn.” (6/76) diyerek bu Tanrıları reddetmiştir. Mûsâ, bu Tanrıları kullanarak insanları köleleştirenlere isyan etmiş, köleleri (İsrâiloğullarını) özgürleştirmiştir. İsâ ve Muhammed de, İbrâhim ve Mûsâ’nın misyonunu devam ettirmişlerdir. Mûsâ, İsâ ve Muhammed’in misyonu, İbrâhim’in misyonudur; üçünün de “atası” İbrâhim’dir. İbrâhim, Tevhid’in “babasıdır.” Selâm olsun İbrâhim’e ve Onun âline. (ve ashâbına.) Allahümme salli ve bârik alâ Muhammed-in ve alâ âli Muhammed; kemâ salleyte ve bârekte alâ İbrâhim-e ve alâ âli İbrâhim. İnneKe Hâmîd-un Mecîd-un. Hepimiz İbrânîyiz. ... Bâbil Tanrısı Ba'aldir, Bu Tanrı, Kureyş’te Ba’l putun...

YOLCULUK

Bu hafta, evimden ayrıldım; bir haftalığına şehirler arası bir yolculuğa çıktım. Ama bu yazı, bu yolculuğa dair değil, hayatım boyunca yaptığım yolculuğa dair kısa bir özet olacak. Doğum öncesi ve ölüm sonrası yolculuğumuzu bilmiyoruz; kimse bilmiyor; ama, büyük ihtimalle ölüm sonrası yolculuk, bilinen hayat yolculuğunun bir devamı olacak. Hayat yolculuğuna fakir bir köyde başladım. 11 yıl bu köyde yaşadıktan sonra okumak için, köyümden 350-400 km uzakta, orta büyüklükteki bir kasabaya yolculuk yaptım. 9 yıl (7 yılı okul, 2 yılı iş) orada kaldım. “Radikal”! düşüncelerimden dolayı oradan (Ankara’ya) kovuldum. Ankara’da, lokantalarda bulaşıkçılık ve komilik yaptım; bir fabrikada işçi olarak 3 yıl çalıştım. Kısa süre bakkallık (= bakkalcılık) yaptım. Okuma arzum, beni üniversiteye yöneltti. Üniversite biter-bitmez işe girdim; çalışırken master-doktora yaptım; 35 yaşında asker oldum; üniversitede hocalık yaptım... Maddî durumum (= imkânlarım) hayli iyi olmasına rağmen huzuru bulamadım. 72 ...

HAYATÎ SORULAR

Bütün zamanımda O’nu düşünsem = O’nun dediğini yapsam, sonra da hep O’nunla zaman geçirsem, “O gidince”!, bütün zaman benim olur mu?!. Veya, “O gidince”!, O’ndan bana kalanlar (= O’nun eserleri) = O’nun bende bıraktığı iz, beni mutlu etmeye yetmez mi?!. Böyle olursa; O, gider mi?!. *** Din, dinî/teolojik anlamıyla İlâhî kurallar bütünü; kelime/etimolojik anlamıyla da deyn’den türeyen borç. Yaşam (= hayat) da bu borcun geri “ödenmesi”; ödenirken de yeni borçların alındığının bilinmesi. *** 'Akıl, yaşta değil, baştadır.' Baş, bedenin en “yüksek” noktasındadır; ama 'bazı'! insanlar o aklı, vücutlarının daha düşük noktalarının (bölgelerinin) emrine verirler; kimi, midesine; kimi de iki bacağının arasına.

NOMİNALİZM

Kısa adı adcılık. Kavramın dayandığı kelime numen, çoğulu noumena. Numen, öz, şeylerin aslı/özü. Bir de fenomen var. Bu da şeylerin görüntü/görüngüleri. (= özellikleri.) Numen, kendinde şey = ding an sich. Fenomen, duyularla algılanabilen. (= görülebilen, duyulabilen, koklanabilen, tadılabilen, dokunulabilen.) Duyularla algılanabilenlerden akledilebilenlere (numenlere?!) doğru yol alırız; bilme (= akletme) böyle bişeydir ve bunu yaratılmışlar içinde sadece insan yapabilir. Tanrı dışında hiç kimse tam bilme ile tanışamaz. Ancak, tabiri caizse, bilmenin aklî kokusunu alır ve bu koku onu mest eder. ... Dinde bu iki kavramın karşılığı gayb ve şehâdettir. Gayb (= görünmeyenler), numene; şehâdet (görünenler), fenomene karşılık gelir. = işareti koymadım, çünkü, gayb, görünmeyenlere; şehâdet görünenlere eşit değil. Gayb, Platon’da (= Eflâtun’da) idedir; Kant’ta numen; Leibniz’de monad, vs.  Ruh-Beden ikilemine (= dikotomisine) de (hatta bütün dikotomilere) böyle bakabiliriz. ... Benim, gör...